Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '07

 
Kategori
Bilim
 

Tanrı kapılarımızı yeniden çalarken...

Baudrillard’ın "reification" kavramının etkisinin hakim olduğu devrimizde, yani eşyanın insan üzerindeki hakimiyetliği arttığı ve insanın kendisinin de artık eşyalaşmaya başlayan çağımızda, maddenin, eşyanın etkisi tartışılmaz bir biçimde büyüktür. Maneviyattan yoksullaşmaya başlayan yaşamımız, ruhumuz bu maddeler aracılığıyla tatmin edilmeye çalışılmaktır. Küresel mono-kültürel yaşamımız manevi açıdan yoksun boşlukların materyalist öğelerle doldurulması ile beslenmeye ve yayılmaya devam etmektedir. Ve içimizdeki hep bir doyumsuzluk hissi bu yaşamı dinamikleştirmektedir. Bazıları tabii, neo-Marksist bir tavırla bu tüketim toplumu, Habermas’ın Maddi Dünyasını yaratan sistemi eleştirmeye başlar ve onu bizim "sosyal yaşamımızı homojenleştiren, kontrol eden ve hakim eden, hatta bireylerin özgürlüğünü, yaratıcılığını çalan" bir unsur olarak tanımlamaktadırlar, bazıları ise şeytana özleştirirler.

Ortaçağ döneminde dinin etkisi şimdiki yaşamımızdaki maddeciliğin etkisi kadar büyüktü dersek yanılmış olmayacağız. O dönemdeki insan varlığın tüm yaşamı dinin belirlediği standartlara göre şekillenmişti. İnsan, dinin formalize ettiği normlara göre hareket etmekteydi. Belli başlı eylemlerde bulunurken dinsel hesaplamalara göre hareket eder ve yaşamını sürdürürdü. Dinin muazzam etkisi söz konusuyken, Tanrı’ya karşı herhangi bir olumsuz adımın iması hemen ve kökünden yok edilmeye çalışıldı. Rönesans, Reformasyon gibi sekülerleşme yolundaki kilometre taşları o dönemdeki insan varlığını konjonktürel çerçevede ‘devrimci’ niteliğindeki fikirlere, yeni ve keşfedilmesini epey zamandır bekleyen dünyalara aktarmıştır. Dinin totaliterliği –ulusal-devletin de gelişmesiyle- zayıflamaya başlarken, yaşamımızın yeni dayanağı, baş sütünü olarak görülmeye başlayan modernleşmeci/ilerlemeci bir perspektifte artık laikleşme/sekülerleşme dalgası hız kazanmaya başlamıştır. Bireyin özgürlüğü ve ifadesi (expression) ön plana çıkarken, Tanrı’nın da gözetiminden sıyrılırken dünyamızın entelektüel anlamda daha da zenginleştiğini açık görebiliriz. Geçen dönemde susturulan, bastırılan fantasia’mız özgürlüğüne kavuşurken sınır tanımaz canlılığıyla, yaratıcılığıyla bizi hala da şaşırtmaya devam etmektedir.

Dine atıfta bulunan unsurların kışkırtılması söz konusu olsa bile, dünyamızın gördüğü en sekülerleşmiş dönemi Soğuk Savaş dönemi olarak görmekteyim. O zamanın iki hakim ideolojisi "sivil dinler" niteliğindeydi, dünyamız, yaşamımız bu iki hakim öğretilere göre şekillenmekteydi, hala da etkisinden kurtulamamaktadır. Dine bakış açıları bir yandan zıt, diğer taraftan da bazı noktalarda benzerlikler taşısa bile, aslında ikisinin öğütlediği dinlerinden vazgeçen bir dünya toplumluydu. Bir ideolojik alternatifin ortadan kalkması ile bıraktığı boşluk sayesinde denge arayışları sürdürülmeye başlanmıştı ve geleneksel unsurların hakim olduğu toplumlarda bu açıklık (gap) geleneğin ehemmiyetli parçası olan dinin yeniden güç kazanmasına neden olmuştur. Bir yandan dünyamız ‘tarihin sonu’nun öforisine kapılırken, bir yandan da teraziyi dengelemek amacıyla maddeciliği manevilikle sembiyozleştirmeye çalışmıştı. Entegrasyon fiyaskoya uğrarken veya yeni oluşan düzenin maddeci baskısına dayanamazken, homojenleşmeye maruz kalan kültürel kategorilerimizin kendi geleneklerine, tarihlerine, miraslarına artan ilgisini görmekteyiz. Akbar Ahmed’in ‘Postmodernizm ve İslam’ eserinde betimlemeye çalıştığı postmodern dünyamızda, bireyin kültürel kategorilerin köklerini araştırmaya başlaması ve nihayetinde dini ile karşılaşması kaçınılmazdır. Artan bu eğilimin nedenleri sosyo-kültürel, ekonomik, politik alanlarda aranması lazımdır. Bence, önemli bir faktör, dinin kendisinin de zamanla modernleşmesi, yukarıda bahsettiğim alanlardaki konulara da cevap aramaya ve kafa yormaya başlamasındandır. “Tanrı’nın rövanşı” bu bakımdan çağımızın parametrelerine uygun olarak ortaya çıktığını iddiasında bulunabiliriz. (Örnek verecek olursak, ABD’deki Evanjelizm’in kürtaj, eşcinsellik konularındaki pozisyonu, vaazlarda güncel siyasi, ekonomik konuların ele alınması vs.) Ve artık çağımızın hızına, sürekliliğine, değişen "meta-modasına" ayak uydurmaya çalışan birey bıkkınlık, yorgunluk hissine kapılır ve düzensizlik ve kargaşa karşısında armoni’yi (harmony) bulmayı talep eder, ruhunun dinlenmeye muhtaç olduğunu hissetmeye başlar. Belirli bir düzene ihtiyacı artan birey, bu düzeni maneviyatta, nostaljik bir biçimde geleneğinde, kültüründe aramaya başlamaktadır. Maneviliğin en güçlü ve acımasız zaman değişimine nasıl olsa da dayanabilen belirleyici kaynağına, yani dine -tam olarak canını feda etmese bile- başvurmayı uygun bulmaktadır. Halk, afyonuna ihtiyacını hissetmektedir.

Ortaçağda dini baskıdan kurtulmaya katalizör rolünde olan Aydınlanma ve Rönesans dönemi, dünyamızı maddeciliğe iterken, Soğuk Savaş döneminin bitişi ve nihayetinde 11 Eylül terörist saldırısı yine de bir katalizör rolüne bürünürken, dünyamızı yeniden teolojileşmeye sürüklendiği izlenimini yaratmaktadır.

Çağımız tam da bir desekülerizasyondan geçerken, kültürün, kimliğin yanı sıra dinin de etkisinin artacağının kanısındayım. Ünlü ‘Medeniyetler Çatışmasının’ yazarı Huntington’un kendi yazlık evinde tezini yeniden gözden geçirilen söyleşisinde kendisini Episkopalyan (Episcopalian) olarak nitelendirmesi, belki de söz ettiğim düzenlilik ve maneviyat arayışının bir göstergesi olabilecektir. Madeleine Albright ise, ‘The Mighty and the Almighty: Reflections on America, God, and World’ isimli son eserinde, 21. yüzyılımızı radikal bir biçimde etkileyecek unsurları kültür ve din olarak görmektedir. Fransız oryantalisti Olivier Roy, herhangi bir devlet kendi iç ve dış politikasını yürütmeye çalışırken bu kavramların da hesaba katılmasını tavsiye etmektedir. Bu da doğru bir varsayımdır. James Hunter’ın 1992 yılında yazmış olduğu ‘Kültür savaşlarını’, hatta Niall Ferguson’un geçen yılda ortaya koyduğu ve Asyalı kültürleri öne çıkartarak ‘Dünya Savaşını’ önleyebilmemiz için bu iki terimin hesaba katılması (tabii ki, diğer önemli terimleri göz ardı etmeden) daha elverişli ve faydalı olacaktır. Barber’in McWorld’u Cihad’a karşı dayanabilecek midir? Kimin bu çarpışmada Davut olup, kimin de Golyat çıkacağını yine de zaman gösterecektir. Ama şunu belirtmeliyiz ki, Timothy Samuel Shah’ın da iddia ettiği gibi “Tanrı –gerçekten de- kazanmaktadır!”

KAYNAKÇA

- Akbar S. Ahmed, ‘Postmodernizm ve İslam’, Cep Kitapları, İstanbul, 1995
- Douglas Kellner, ‘Jean Baudrillard After Modernity: Provocations On A Provocateur and Challenger’, International Journal of Baudrillard Studies, Volume 3, Number 1 (January 2006)
- Jurgen Habermas, ‘Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti’, Bakış Yayınları, İstanbul, 2002
- Samuel Huntington, ‘Five Years After 9/11, The Clash of Civilizations Revisited’, The Pew Forum On Religion & Public Life, 18 Ağustos 2006
- Olivier Roy, ‘İslamism’s Failure, İslamists’ Future’, New Perspectives Quarterly, 30 Ekim 2006
- Niall Ferguson, ‘The War of the World’, The Penguin Press, 21 Eylül, 2006
- Benjamin R.Barber, ‘McWorld’e karşı Cihad’, Cep Kitapları, İstanbul, 2003
- Timothy Samuel Shah, ‘Why God is Winning’, Foreign Policy Dergisi, Şubat/Ağustos 2006

 
Toplam blog
: 3
: 1576
Kayıt tarihi
: 13.03.07
 
 

Ana yurdunuz Kazakistan'dan hakiki insanımızın ruhunu anlamak/anlamlandırmak ve bir taraftan da haya..