Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Meltem Kaynaş Kazezyılmaz

http://blog.milliyet.com.tr/meltemkaynas

24 Aralık '15

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Tanrı'nın adaletini sorgulamak

Tanrı'nın adaletini sorgulamak
 

“Hayat tezatlarla dolu” deriz çoğu zaman. Kimi kötü insan, “nimet” içinde yüzer... En son hak edecek zalim kişiler, olmadık noktalara gelir, tepelerde oturur... Nice şımarıklar, varlığına varlık katar… Nice iyiler ise ezilir, cefa görür, gibi gözükür...

Evet, “gibi gözükür” diyorum, çünkü bence işin aslı göründüğü gibi değil. Sadece algılama şeklimiz nedeniyle böyle olduğunu sanıyoruz. Yani en büyük hatalarımızdan birini yapıp, “zanna kapılıyoruz!”.

Tanrı önce kişiyi yükseltir, nimetlendirir; evlat, para, mevkii, yetki ve güç verir eline. Başı döner kişinin, kibirlenmeye başlar... “Güçlendikçe” azar, “yükseldikçe” şımarır...

Nimetlendikçe azgınlığı artan, hak ettiği için veriliyor sanır... Yaptıkları gözüne güzel gelir, daha da azar. Halbuki bilmez ki, inişi de muhteşem olacaktır, o “yükselirken” azanın, azdıkça “yükselenin”... Tabii ki her nimetlenme bir ceza alametidir, ya da iyiler nimetlenmez demek değil kastımız.

Onca azgınlığın, şımarıklığın, neden cezasız kaldığına anlam veremeyiz bir türlü. Kötüler bazen ödüllendiriliyor gibi gelir bize... Şaşırırız bu işe; “bu nasıl adalet” deriz, bilir bilmez! Adaletini sorgulama gafletine düşeriz Tanrı’ nın. Halbuki bilmeyiz ki, sorun bizim sabırsızlığımızda, cehaletimizde...

O, kimimize hemen keser cezayı, daha hafif tarafından, kimimize ise, bir süre sonra...

Süre uzadıkça “tazminatı” da artar çünkü işin...

Fazla azan kişinin, cezasının da daha büyük olmasını dilediği içindir  o “nimetlenme”... O’ nun adaleti de bunu gerektirir bence...

Birinci kattan düşenle, beşinci kattan düşen bir olur mu hiç? Bana öyle geliyor ki Tanrı, bazılarımızın, “beşinci kattan” düşmesi gerektiği için nimetlendiriyor, veriyor, “yükseltiyor”, “yükseltiyor”... Biz de sanıyoruz ki...  

Şimdi diyeceksiniz ki; “hadi o kötü cezasını bulur bulmasına da, ya eziyet ettikleri, canını yaktıkları?”

Zulme uğramak da, nimetlenmek gibi O’ nun izniyle olmuyor mu? O izin veriyorsa zulum görmemize; ya biz de bunu hak ediyoruzdur, elimizin ürünüdür çektiklerimiz, o zaman nerede yanlış yapıyoruz diye kendimizi sorgulamalı, düzeltmeliyiz; ya da sınanıyoruzdur ki, o da sabretmemizi gerektirir. Tabii “zulüm” diye gördüğümüz şey, gerçekten zulüm mü, yoksa nimet mi, o da ayrı konu, üzerinde düşünülmesi gereken...  

Fazla “nimetlenmek” korkutur beni! Bunun bir bedeli olacak ödenecek, hesabı var verilecek...

Hep isteriz, “Allah’ ım bana şunu ver, bunu ver...” dua ederiz... İş, aş, sağlık, evlat, huzur, para, pul, mal, mülk... Kaç kişi, “verdiğin nimetlerin hesabını verebilmeyi nasip et!” diye dua eder acaba?  

Bir hikaye vardır. Hayatta sadece bir parça ipten başka hiçbir şeyi olmayan hamalın hikayesi...  

Adamın biri çok zenginmiş. Günün birinde ölümcül bir hastalığa yakalanmış. En büyük korkusu, kabre girdiğinde sorgulanmakmış. Hikaye bu ya, haber salmış çevreye, “öldüğüm gün benimle birlikte mezara girip, o gece sabaha kadar yanımda olacak kişiye, tüm mirasımı bırakacağım” demiş. Kimse çıkmamış. Sonra bir hamal gelmiş; hayatta tek varlığı bir parça ipmiş...  

“Kaybedecek bir şeyim yok, üstelik bir gece dayanabilirsem, mirasa konarım” diye düşünmüş, kabul etmiş teklifi.  

Adam ölmüş, hamal da onunla birlikte kabre konulmuş... Sorgu sual meleği gelmiş yanlarına. Bakmış biri ölü, diğeri sağ. “Bu nasıl olsa ölmüş, öteki sabah olunca gidecek, hamaldan başlayayım sorgulamaya” demiş ve başlamış sorguya... “O ip kimin, nereden buldun, nasıl aldın...” sabaha kadar sorgulanmış hamal. Sabah olmuş, hamalı kabirden çıkartmışlar. Tebrik etmişler, “bütün miras senin” demişler...  

“Aman!” demiş hamal; “istemem! Sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim, onca malın mülkün hesabını nasıl vereceğim?”  

Geçenlerde bir gönül dostum; “iki kişiyiz ama, dört odalı evde oturuyoruz. Bunun hesabı benden sorulmaz mı?” dediğinde verecek cevap bulamadım. İş öyle derin ve ince ki...

Şimdi düşünüyorum; onca verecek hesabımız varken, sadece “şekilleri” hayata geçirmeyi, “gereğini yapmak olarak” algılamak; Ona da, kurduğu sisteme de hakaret olmuyor mu?  

Bir yanda şekillerle örülmüş, geleneklere boğulmuş bir anlayış; diğer tarafta ise, akla ve vicdana hitap eden,  kusursuz dengeler üzerine kurulmuş, muhteşem bir sistem ...

Neresindeyiz?

Kararı siz verin artık...  

 
Toplam blog
: 47
: 254
Kayıt tarihi
: 11.11.14
 
 

1968 İstanbul doğumluyum. İÜ.İkt.Fak.'den mezun oldum. Bir holding bünyesinde; bütçe, finans ve p..