Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Şubat '14

 
Kategori
Söyleşi
 

Tarih sevgisi tarihi bir roman yazmak için referans olursa... Kırık Taşlar, Cihat Levent

Tarih sevgisi tarihi bir roman yazmak için referans olursa... Kırık Taşlar, Cihat Levent
 

İlyada ve Odysseia'den öykülerle büyümüş Cihat Levent. ''Tarihe olan sevgim doğuştan'' diyor. Cihat Levent ile ilk roman çalışması 'Kırık Taşlar' üzerine konuştuk.

Kırık Taşlar içinizde nasıl doğdu?

2005 yılının Kasım ayında, Türk Mektupları adında Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıldaki durumuna ilişkin değerli bilgiler içeren bir kitap elime geçti. Kitabın yazarı olan Flaman asıllı Avusturyalı diplomat OgierGhislain de Busbecq, Kanuni Sultan Süleyman’ın iktidarda olduğu dönemde iki defa İstanbul’da elçilik görevinde bulunmuş, gözlemlerini Batı hümanizmasına uyan objektif bir bakış açısıyla kâğıda aktarmıştı. Busbecq, dördüncü ve son mektubunun bitimine yakın, PedaniosDioscorides’inMateriaMedica adlı kitabından bahsediyor ve kitabı satın almak için Avusturya Kralı I. Ferdinand’dan izin istiyordu. Konuyu inceleyip ayrıntılara vakıf olmaya başlayınca, MateriaMedica’nın bu en eski elyazmasının hala Avusturya’da bulunduğunu ve Avusturya Ulusal Kütüphanesinin Şeref Salonu olan Prunksaal’de sergilendiğini öğrendim. AnavarzalıDioscorides’in yüksek ihtimalle Mithra inancına mensup olduğunu, bu inancın orijininin Tarsus olup kısa sürede Roma İmparatorluğu’nun tamamına yayıldığını öğrenmem yeni bilgilerin ve soruların da önünü açtılar. Araştırmalarımın ve seyahatlerimin sonunda Kırık Taşlar’ın ortaya çıkmasına neden olacak miktarda malzeme zihnimin bir köşesinde birikti ve kısa bir süre sonra kendisini yazıya döktürdü.

Medeniyetlerin beşiği Anadolu, farklı bir zaman ve kültür algısında, Strabon’un coğrafyasında, antik zaman örgüsünde okuyucuya aktarılıyor. Tarihe ve mitolojiye olan olan sevgi meraktan da öte gibi geldi bana.

En eski çocukluk anılarımın arasında ailemle Akdeniz’in kıyılarında yaptığımız seyahatlerin ayrıntılı görüntüleri var. Babamın İlyada ve Odysseia’dan seçip anlattığı öyküler bu konuda pekiştirici oldular. Fakat hepsinin ötesinde, tarihe olan ilgim zannediyorum ki doğuştan gelen bir eğilim. Eski bir duvar kalıntısı, üzeri girlandla bezeli bir lahit teknesi, yıkık dökük bir kemer, bitkiler tarafından istila edilmiş tapınakların etrafa saçılmış sütun tamburları, daha dünyayı tanımaya başladığım ilk yıllarımdan bu yana ilgimi çekmiş içimde tarifi güç olan tuhaf bir heyecana neden olmuştur. 1989 yılında Strabon’un Coğrafya’sıyla tanışmam Antik Çağ Anadolu Topografyasıyla ilgili önemli bir kilometre taşı oldu benim için. Unuttuğum yerleri hatırlamak için zaman zaman Strabon’a başvurmak hala büyük bir mutluluk verir bana. Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Hümanizması’nı tanıma yolunda ilk ve en önemli öğretmenlerim oldular. Daha sonraları Mansel’den,Texier’e, Ramsay’den, Bean’a, Ovidius’tan, Martialis’e geniş bir külliyat edinip genelde Akdeniz ve özelde Anadolu tarihi üzerine kalabalık bir kütüphane oluşturdum kendime. Yorucu geçen seyahatlerimin sabırlı ve dayanıklı yoldaşı olan eşim, motivasyon konusunda eşsiz bir yol arkadaşı oldu daima.  Geçtiğimiz yıl Arkeoloji eğitimine başladım ancak işimin yoğunluğu nedeniyle eğitimimi duraklatmak zorunda kaldım. 

Kırık Taşlar’da da bolca dile getirilmiş; tarih yok sayılıyor, kültürel miraslar çalınıyor, el değiştiriyor. Kültür söz konusu ise insanoğlu ne kadar da hoyrat, bilgi ehil ellerde değilse ne kadar da anlaşılmaz! 

Tarihi egemenler yazar. Daha da önemlisi tarihe egemenler sahip olur. Bu iki argüman, geçen iki yüzyılın değişmez kuralıydı, hala da öyle gibi ama ümit ediyorum ki biz bunun değiştiğini göreceğiz. Çünkü tarih konusunda tüm dünyada önemli bir uyanış var. İnsanlar yaşadıkları toprakların kültür ve tabiat varlıklarına daha fazla ilgi gösteriyorlar ve korumaya çalışıyorlar. Günümüzde, emperyal güçlerin ellerini kollarını sallayarak başka ülkelerin tarihi varlıklarını kendi müzelerine kaçıramadıklarını deyim yerindeyse yağmalayamadıklarını görüyoruz. Bildiğiniz gibi Irak’ta en büyük kültür suçlarından biri işlendi. Aşağı Mezopotamya Siteleri ve Irak’ın sonsuz zenginlikteki müzeleri yağmalandı. Çok değerli elyazmalarıyla dolu kütüphaneleri kundaklandı, kaçırılan  eserlerin bir kısmı geri dönerken bir bölümü yasadışı eski eser ticaret ağına girerek özel koleksiyonlarda yerlerini buldular. Fakat şuna dikkatinizi çekmek isterim ki hiçbir eserMetropolitan’ın, British Museum’ın, Louvre’un ve hatta İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin kapısından içeri giremedi. Bu durum yeterli olmamakla birlikte eski eserlerin uluslararası yasalarla kısmen de olsa güvence altına alınabildiğinin en önemli kanıtıdır ve fakat yeterli değildir. İşin illegal kısmı her zaman olacaktır ancak bunu en aza indirmek gerekir. Bilginin ehil ellerde olmaması hususu ise dünün olduğu gibi bugünün de önemli bir sorunudur. Bergama Zeus Sunağı, Berlin’e; XanthosNereidler Anıtı, British Museum’a; Khorsabad Boğaları Louvre’a dönemin zihniyetinin bu eserleri ‘birkaç çanak çömlek parçası’ diye nitelendirmesi nedeniyle götürüldüler. Günümüzde de muktedirlerin tarihi eserlere bakışı farklı değil.        

Kitap Asya da, Orta Doğu da, Anadolu da çalınan tarihi ve kültürel mirasa dikkat çekiyor. Bu tarihi hatayla karşılaşan her kültür daha ve daha çok eksiliyor!

Egemen Batı’nın müzeleri kısmen Uzak Asya daha çok da Orta Doğu, Kuzey Doğu Afrika ve Anadolu’dan kaçırılan eserlerle doludur ve bu eserleri koleksiyonlarından çıkaracak olursanız ellerinde neredeyse hiçbir şey kalmaz o devasa binalar boşalıverirler. Dünyanın coğrafi anlamda en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu bu konuda sonu gelmez bir kaynak gibidir. Ne yazık ki sahip olduğu değerlerin farkına vararak koruma altına alması, yok olmasından çok kısa bir süre önceye tekabül etmiştir. Burada Osmanlı’nın en büyük aydınlarından biri olan Osman Hamdi Bey’i minnetle anmak isterim. Arkeoloji konusundaki uyanışı ve gerçek bir imparatorluk müzesi olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin varlığını Osman Hamdi Bey’e borçluyuz.

Bazı ayrıntılar dikkatimi özellikle çekti. Ruhsal bilgeliğin açısından baktığımızda bilginin niteliğini tanıması açısından ‘koyun’ kabullenişin ifadesidir. Yine bilginin pozitif ve negatif ayrımını yaparken özgür iradeyi ihlal eden ve serbest bırakan bilgiyi ayırarak hiyerarşinin negatif bilginin emarelerinden biri olduğunu belirtmişsiniz. Bu benim en çok hassasiyet gösterdiğim konulardan biri. Kitabınızda bu ve bunun gibi benzetmelerle karşılaşmak özellikle dikkatimi çekti.

Bunu ister teolojik anlamda irdeleyin isterse seküler bir bakış açısı getirin hür iradeyi ve aklı devre dışı bıraktığınızda ruhsal gelişimi de baltalarsınız. Biat davranışı ve dogmatizm, kişiye varoluş kaygılarının yarattığı huzursuzluğu bertaraf eden sağlam bir güven duygusu verir ancak ayağının üzerinde duran ve senteze açık sağlıklı bir birey olmasını engeller. Dikkat ettiyseniz kesin inançlı insanlar daha huzurlu ve mutlu görünürler. Bu durumun gerçekliği konusunda mutlak bir görüşüm olmamakla birlikte, sorgulayıcı ve eleştirel yaklaşımın rehavet duygusuyla ve huzurlu bir yaşamla kolay bağdaşmayacağını düşünmekteyim. Ancak hangisini tercih edersin derseniz, hür irade ve kuşkuculuk yönünü işaret ederim.

Koyun sözcüğü Hristiyan ikonografisinde AgnusDei yani Tanrının Koyunu olarak yer bulan bir terim ve Kırık Taşlar’ın bir yerinde, bu simgenin motif olarak kullanıldığı bir mozaik kompozisyonunu betimlerken teolojik anlamdaki koyun terimini kullandım. İfadenin anlatmaya çalıştığı kavram ilahi iradenin önündeki mutlak teslimiyet halidir. Yine de sorunuzdaki benzetmeyi göz ardı edemeyeceğim çünkü biz de sosyal olaylarda her söyleneni sorgusuz sualsiz kabul eden insanlara koyun gibi olma metaforunu yakıştırırız. 

İnsan kendini bir an da Tedmur’da, Sayda’da, birden İskenderiye’de,  Roma’da, Tarsus’da, Antakya’da, Kudüs’te ya da Viyana’da bulabiliyor. Bir anda İstanbul’da…  Antik zaman ve mekânların örgüsüne girip tarihi ve kültürel birikimlerin izlerinde geziniyor insan. Bir tıp adamı olarak tarihe, coğrafyaya, mitolojiye ve arkeolojiye duyduğunuz bu merakın nerden geldiğini doğrusu merak ettim.

Biz tarihi açıdan Dünya’nın en zengin coğrafyasında yaşıyoruz. Bu önerme, şovenist bir tespitten ziyade mutlak bir gerçekliğe karşılık gelir. Dünya’nın hiçbir köşesinde bu kadar farklı kültür üst üste var olmamış, başka hiçbir yerinde bu kadar çok sayıda antik site kurulmamış, hiçbir kara parçasında Dünya kültür ve bilim tarihini zenginleştiren bu kadar çok ilk adım yaşanmamıştır. Astronomide, tababette, tarihte, coğrafyada, şehircilikte ve daha pek çok şeyde Anadolu ilklerin yurdudur. Aslına bakarsanız Anadolu bir köprü olarak kültürlere cazip fakat geçici bir mesken olurken büyük sosyal çalkantılarla karakterize, farklılıkların çatıştığı ve çakıştığı bir arena olmuş bu arada Mezopotamya’dan, Fenike’den, Mısır’dan beslenerek zenginleşmiştir. Geçmişin kültür nüfuz alanları günümüz sınırlarının çok ötesindedir ve sizin de dile getirdiğiniz gibi kitabımda dolaştığım geniş coğrafya aslında  Büyük Akdeniz Hinterlandı’nın sınırları içerisindedir. Pontos’tanPalmyra’ya, Rosetta’dan, Verona’ya her yerleşim ve her bölge Büyük Akdeniz yapbozunun tamamlayıcı parçalarından biridir.     

İstanbul’un 7 tepesinden biri olan Çemberlitaş’ın Roma’daki Apollon tapınağından söktürülüp buraya getirilmesi ne kadar yanlışsa Irak’ta bombaların altında kalan sizin tabirinizle ‘insanlığın tek tek çıktığı bilim basamaklarının bir anda yok edilmesi’ ve dahi çalınması da o kadar yanlıştır. Dahası İskenderiye’de yakılıp yok edilen, çalınan onca elyazması kitap! Bir kültür mirası alınıp başka bir yere götürülmemeli, yakılıp yok edilmemeli, çalınmamalı! Bu, en çok savaşlarda yapılıyor. Sair zamanlarda da çalınan pek çok eser olmuş, olmakta! Tarihi eser kaçakçılığı ile birlikte kültüre düşmanlık insanlığın en büyük kusurlarından biri. Bu konuda neler söylersiniz?

Eski eserlerin yalnızca değerli metal ve süs eşyası olarak kabul edildiği dönemlerde -Anadolu’daki gömü fetişinde de aynı zihniyet halen devam etmektedir- böyle bir hırsızlık veya devşirme, sayısız eserin günümüze ulaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kütüphanelerin yakılması ise antik eserlerin kaçırılması veya başka yere taşınmasından daha farklı ve yıkıcı bir amaca hizmet etmektedir. İskenderiye kütüphanesinin, Irak kütüphanelerinin, BeytülHikmenin başına gelenler bir esere sahip olma arzusundan değil, var olan kültürel birikimlerin yok edilmesi için eyleme dönüşen yıkıcı bir nefretten köken almaktadır. Büyük Konstantin’in ApollonMabedi’ndenByzantium’a taşıttığı sütun yok edici bir amaca değil, yeni ve mamur bir başkent vücuda getirme amacına hizmet ediyordu. Amaç yapıcı da olsa günümüzün değerleriyle bir kültür mirasının doğduğu topraklardan, başka bir yere taşınması kabul edilemez elbette ancak yağmalama, kundaklama, çalma, tahrip etme, devşirme kavramlarını günümüz değerleriyle incelerken gerçekleştikleri dönem itibarıyla da aralarındaki farkları iyi okumalı ve hakkıyla irdelemeliyiz. Kendinden önceki dönemin eserlerine en büyük zararı tarihçilerin Bizans İmparatorluğu diye tesmiye ettiği Konstantinopolmerkezli Roma İmparatorluğu vermiştir. Pek çok kalıntı masif yapı komponentlerinin inşasında çimento ve tuğla ile harmanlanıp kullanılmış, kaplama malzemelerinin aralarını heykel, sütun, arşitrav, kaide ve stel parçaları doldurmuştur. Ortaçağ’da ise birçok anıtsal yapı taş ocağı olarak kullanılmış ve yeryüzündeki varlıkları son bulmuştur. Üçüncü bin yılın başlarında olmamıza rağmen, insanlığın gelişip yüksek ahlak seviyelerine ulaştığını zannederek rehavete kapılmamak gerekir. Irak’ta yaşananların üzerinden daha çeyrek yüzyıl bile geçmemiş, Avrupa’nın tam ortasında Sırplar, Osmanlı mirası adı altında ötekileştirdikleri birçok eseri gözlerini kırpmaksızın tahrip etmişlerdir. Mostar Köprüsü’nün bombalanışı ve zarif kemerinin trajik çöküşü bilgi çağının bir ironik nimeti olarak kayıtlara geçmiştir ve sıradan bir internet erişimiyle önümüzdeki ekranlarda istenildiği an izlenebilmektedir. Mısır, daha dün ortaya çıkan Arap Baharı’nı nispeten daha az bir zarar ve yıkımla atlatırken, Suriye, Halep gibi eşsiz bir İslam Ortaçağ şehrini vandalizme geri dönüşsüz biçimde kurban vermiştir.

Maalesef güzel Suriye ülkesi, güzelim Halep, Şam çok vahim, çok yıkıcı ve geri dönülemez hasarlar bırakacak bir düşmanlıkla karşı karşıya. Pek çok açıdan çok büyük bir suç işleniyor orada. Dünya ülkeleri tüm bunlara kayıtsız kalıyor zira dünyanın bir parçası acı çekerken genelde izlemek gelenektir!

Şu bir gerçek ki insanlık sonsuz büyüklükteki bir evrenin içinde küçücük bir kaya parçasının üzerinde var olma mücadelesi veriyor. Kültürel renk tayfından eksilen her parça, ortak mirasımızı daha da yoksullaştırıyor. Halep gibi binlerce yıla yayılan geçmişi olan ve tarihi boyunca iskân görmüş bir şehir gözümüzün önünde zenginliklerini birer birer yitiriyor. Camileri, çarşıları, özgün mimarisini mükemmel biçimde muhafaza etmiş olan Eski Şehir’in sokakları yanıp yıkılmış halde. Belki iç savaş sonrasında aslına uygun bir yenileme süreciyle tahribat giderilebilir ancak, daha kırılgan olan ve Halep gibi iyi korunmuş kimliğini iyi muhafaza etmiş şehirlerde var olan ve kentin kendine özgü hayatiyetini ayakta tutan Ruh tekrar canlandırılabilir mi, kuşkuluyum.

Birey olarak her birimiz, yakılan, yıkılan, zulme uğrayan, acı çeken, ölen, incinen her ülke, her şehir, her insan için sorumlu ve suçluyuz. Çünkü, karşı çıkma, mücadele etme potansiyelimizi kullanmıyor, sessiz ve hastalıklı bir merakla  önümüzde olup biten trajediyi temaşa ediyoruz.           

Kitabın konusu Sonsuzlar’ın etrafında dönüyor. Ab-ı hayat okuyanı meraka düşürüyor!

Sonsuzluk, insan için ulaşılmaz bir istek, ab-ı hayat ise bu dileği gerçekleştireceğine inanılan naif bir mitostur. Gökyüzünün altında olup biten her şey ölümlü yaşamı anlamlandırma çabasından ibarettir.  İçerdiği yoğun trajediye rağmen, hayat ölümlü olduğu için derin ve anlamlıdır.  Aksi halde anlaşılmaz derecede uzun ve çekilmez olurdu. 

Kurgunuzda tarihte ve mitolojide ve elbette yaşanmışlıklarda yerini bulan pek çok ayrıntı var. Bu anlamda yere sağlam basmışsınız. Kitap, bir roman olmasının ötesinde, tarihi ayrıntıları okuyucunun getirmesi açısından bir araştırma zeminine de sahip. Mithra inancı ile kitabınızda tanıştım örneğin!

David Ulansey isimli araştırmacının bu inançla ilgili güzel bir araştırmasını okumuştum, Pers ülkesinden köken alan ve Tarsus’ta olgunlaşan, kozmolojik temellere dayalı bir astronomi kültü Mithraizm. Bir İtalya seyahatinde Roma’nın merkezinde bulunan San Clemente Kilisesi’nin derinlerine dalıp büyüleyici bir Mithra mabedine inince, bu unutulmuş inancın kitabımda yer bulması gerektiğine karar verdim. Bir Mithraizm mensubu olması kuvvetle muhtemel olan Dioscorides’in hikâyesini, bu inancın kavramlarıyla harmanladım.    

Sorunuzun içinde yer alan olumlu yorumunuz için de ayrıca teşekkür ederim. Çocukluğumun geçtiği yerler, seyahatlerimde görüp tanıdığım yerler ve uzun tarih okumalarım, metin içerisinde kendilerini ayrıntılı ve gerçekçi bir anlatımla dışa vurdular zannederim. Bu konuda objektif bir değerlendirme yapamayacak kadar kitabın içine daldığım için çok fazla yorum yapamayacağım. Bir yazar olarak siz de böyle bir durum yaşadınız mı bilemiyorum ama hala kitabıma yabancılaşıp dışarıdan bakan bir gözle satırlarının arasında dolaşabilmiş değilim.

Elinize sağlık.

Teşekkür ederim.

 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..