Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '10

 
Kategori
Sosyoloji
 

Tarihle kapışmak gerek

Tarihle kapışmak gerek
 

Ahmet Cevdet Paşa(1822-1895) : TEZÂKİR Yayına haz. Ord.Prof.Cavid BAYSUN TTK Yay. Ankara 1991


Son yıllarda tarih konusu iyiden iyiye unutulmaya başlandı. Önceden 'resmi tarih', 'gayri resmi tarih', 'yalan söyleyen tarih', 'tarihi hakikatler', 'tarihte bugün', 'Osmanlı mirası', 'Selçuklu sanatı', 'sahte kahramanlar', 'Tuna köprüleri', 'tarihle yüzleşmek', 'Balkanlar', 'komitacılar', 'mezalim', 'esaret', 'başımıza gelenler', 'Kafkaslar', 'Hicaz Mekke Medine', 'Filistin Musul', 'Yemen’, ‘Trablusgarb', 'Türk musikisi kimindir' gibi konuları işleyen yayınlar vardı. Şimdi bu tür konular ya hiç konuşulmuyor ya da gündemdeki konuların ağırlığı yüzünden ne tarih ne kültür ne de eğitim konuları tartışılıyor ülkemizde. Bazı yönleri ile hukuk tartışılıyor ancak adalet tartışılmıyor; tarihi olaylar tartışılıyor da tarih bilgisi açıklanmıyor bir türlü. Bu yüzden açıkça, gizli bir el tarafından ‘’tarih’’ unutturulmaya mı çalışılıyor, diye sormak istiyorum.

Ayrıca 1960'lardan beri yalan yanlış içerikli, hiç bir yazılı belge belirtmeyen, dedikodulara ve bazı yakıştırmalara dayalı; zihinlerde nice kuşkular doğurmaya matuf sözde tarih konulu çalışmalar var. Yayınlanmış olan binlerce kitabın yaygın olarak okunduğunu ve kimi ezberlerin de bozulmuş olduğunu söylemek oldukça zor bana göre. Bu süreçte ne yazık ki sayıları yirmiyi aşmayan, tarihçilerimizden özellikle Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. Salahi SONYEL, Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL, Prof. Dr. Ali BİRİNCİ, Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU, Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK, Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ ile Doç. Dr. Hakan ERDEM imdadımıza yetişerek günden güne kararmakta olan tarih ufkumuzu açmaya başlamışlardır.

Her konuda olduğu gibi özellikler tarih konusunda yalnızca kendi doğrularımızı söylemek yerine başka kaynaklardaki bilgilerin de önemli olduğunu bilmiyoruz. Fen bilimlerinde olduğu gibi beşeri bilimlerde de karşılıklı etkileşim yanında bilgi, belge alışverişi olduğunu unutuyoruz. İşte bu yüzden ben de içinde pek çok bilginin bulunduğu tarihi okumak, tarihle yüzleşmek yerine; bugün tasarlandırılmış bir biçimde içine düşürülmüş olduğumuz acımasız durumların anlaşılabilmesi için onu sarsarak saklamakta olduğu gerçekleri bir bir söyleyebilsin diye ''tarihle kapışmak gerekir'', diyorum.

1970'lerden beri ülkemizin içine sürüklenmeye çalışıldığı iç savaş çığırtkanlıkları ile birlikte yeşertilen TERÖR dalgası yalnızca diplomatlarımızı, öğretim üyelerimizi değil, gazetecilerimizi ve askerlerimizi de pençesine takmış gidiyor. Bir bütün olarak bakıldığında Faili Meçhuller Ülkesi olduk çıktık! Bir toplum bilimci olarak günden güne karamsarlığa düştüğümü belirtmek zorundayım. Çünkü toplumsal sorunlar tek yönlü ya da bir kaç nedene bağlı olmadıkları gibi çözümleri de yalnızca askerden ve polisten beklenilemeyecek kadar çok yönlü çabayı gerektirmektedir. 19. yüzyıldan bu yana OSMANLI DEVLETİ olarak başımızı ağrıtan bölünme, parçalanma, küçülme, geri çekilme ve ıslahat süreçlerine girilmiştir. Bu kapsamda: Mevzii çatışma, muharebe, seferberlik, garp cephesi, 93 Harbi, komitacılar, çeteler, şakiler, soyguncular, talancılar, Meşrutiyet, Kanun-u Esasi, Meclis-i Mebusan, yabancı okullar, Yeni Osmanlılar, Genç Türkler, Düvel-i Muazzama, Yemen, Trablusgarp, Trablusşam, Kanal, Hicaz, Düyun-u Umumiye, demiryolları, petrol, madenler, pusu, saldırı, yeni sınırlar, Mekke Medine, Filistin, Suriye, Kafkasya, Irak, tehcir, İstanbul'un ve İzmir'in işgali, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri, Milli Mücadele gibi yüzlerce kavram ve oluşum yaşanmıştır.

Günümüzde giderek her alana sirayet etmeye başlayan günübirlik siyaset adına bu gibi kavramlar ile birlikte gelişen olaylar da unutturulmak isteniyor. Yaklaşık beş nesil içinde yaşanmış olan bu hercümerç içinde nelerin yaşanmış olduğunu, az okuduğu bilinen geniş kitlelere anlatmak gerekiyor. Kaldı ki tarih eğitiminin de günden güne zayıflatıldığı göz önüne alınarak, gençlerin tarih bilgisi ile donatılmaları, gelişmekte olan ''demokrasi kültürü'' için de gerekli bir bilgi alanıdır bence. Oysa yeniden çoğalmaya başlayan Faili Meçhul Cinayetler ile engellenemeyen Terör Saldırıları kamuoyunda kişileri yalnızlığa itmekte Devlet ve hukuk anlamında var olduğu söylenen dayanakların bir bir gevşemekte, zayıflamakta olduğu intibaı verilmeye çalışılmaktadır.

Uygulanan hukukun adaleti getirmediği, yürekleri soğutmadığı yaygın bir görüş olarak yerleşirken İşsizlik Sorunu ile Emek Sömürüsü gibi oluşumların toplum huzurunu kemirmeye başlamış olduğunu da görmezden gelemeyiz. İşte bu çerçevede alelacele ortaya atıldığı artık iyice anlaşılmış olan Açılım Süreci yaralara merhem olacak diye beklenir iken ilk aylarda oluşan kamuoyu desteğini, ne yazık ki günden güne yitirmektedir. Son durum: Bilgi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu'nun araştırmasına göre ekonomik kaygıların da artmakta olduğu toplumumuzda ''demokratik açılım''a verilen destek bugün %30 oranındadır(Milliyet 17 Ocak 2010). Konumuz dışında olsa da belirtelim: Benzer durumu 2005 yılında AB için de yaşamıştık. Kendisini ağa babalarına haklı göstermek zorunda olan silah tüccarlarının en sıkı dostu terör örgütlerinin de istediği bu olsa gerek. Bir de kişiliklerine işlemiş olan ''suç işlemeye yatkınlık ve eğitilmişlik'' kapsamında, pek de birbirine uymayan ne gibi saldırılar tasarladıkları ortada.

Oysa bu cennet vatanın çocukları binlerce yıldan beri ne ayrımcılık ne düşmanlık ne de ötekileştirme yapmıştır. Keşke 1915 yılında Doğu Anadolu'da uygulamaya konulan Zorunlu Göç (Osmanlıcası Arapçadan alınan; tehcir) yüzünden ölümlerle sonuçlanan mukatele, pusu ve saldırı içerikli acı olaylar olmasaydı da bin yıl birlikte yaşadığımız ERMENİ yurttaşlarımız ile eskiden olduğu gibi yine 'kapı bir komşu olarak' yaşamaya devam etse idik. Ülkemizdeki toplum hayatının 'iktisadi ve hukuki temelleri' yönünden bakıldığında toplumumuzdaki yapılanmanın, çok eskilere dayalı yanlış bir uzantısı olmak bakımından Batı'daki feodalizmin içerdiği anlamda olmasa bile içinde kendine özgü çarpıklıklar bulunan Toprak Ağalığı’nın varlığı ve iç göç dahil pek çok olumsuzluğun kaynağı olduğu açık. Yaşanılan olaylara toplumsal ekonomik ve kültürel boyutları ile bakılmayıp yalnızca SİYASİ ve MADDİ ÇIKAR HESAPLARI ile bakılınca dün olduğu gibi bugün de yaşanan, huzur bozucu bir kargaşa ortamının doğduğunu anlıyoruz ne yazık ki. Genel anlamda baktığımızda ülkemizdeki uygulamalarda hiçbir biçimde adil bir uygulamanın var olduğunu; kamuoyu anlayışı bakımından adaletin yerini bulduğunu söyleyemeyiz.

İçinde bulunulan bu hukuksuzluk durumuna da bağlı olarak 1970’lerde Türkiye’nin Moskova yanlısı uydu bir devlet olmasını isteyen sosyalist eğilim; Batı Avrupa içlerinde geliştirdiği uyuşturucu ticaretine de bağlı olarak biriktirdiği kara para ile silah temini ve diğer destek birimleri ile birlikte giderek vurucu bir güç olmuştur. Sanırım birileri de çok sinsi bir biçimde, bütün yolları kullanarak ''bulanık suda balık avlamak'' arzu ve emelinden hiç vazgeçmiyor. İçine düştüğümüz ekonomik dar boğazlar yanında, durulmayan siyasi çekişmeler de ne kadar acıdır ki kamuoyunun bilincindeki güzel duygu ve düşünceleri günden güne sıyırıp atmaya başlamıştır. Ayrıca kitle iletişim araçlarının etkin kullanımı ile kamuoyunun nasıl bir propagandaya maruz kaldığını da görmezden gelemeyiz. 1970’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin Moskova yanlısı uydu bir devlet olmasını isteyen eğilim; Batı Avrupa içlerinde geliştirdiği uyuşturucu ticaretine de bağlı olarak biriktirdiği kara para ile silah temini ve diğer destek birimleri ile birlikte giderek vurucu bir güç olmuştur. Bu çerçevede, bana göre en büyük kargaşa ortamı da Özal İktidarları döneminde pek çok yatırım ile yeniden şahlanan TOPRAK AĞALARI ile onların koltuklarının altındaki gençlerin içinde doğup büyüdükleri, bin bir çelişkili ağa köylerinde yaşanan baskılardan kaçarak dağa çıkmışlardır. Bu tür kişilerin varlığından faydalanarak bağımsız bir Kürt Devleti kurmak isteyenlerin yıllar içerisinde yabancı danışmanlarınca uluslararası bir kimliğe büründürülen bir TERÖR ÖRGÜTÜ çerçevesinde giderek güçlenen ‘’Marksist Leninist, ayrılıkçı, ırkçı‘’ bir TERÖRİZM AĞI kuruldu üstümüze.

Yaşanılan çevrenin özelliklerinden de nasibini alan bu korkunç kişilik bozukluğu özellikleri ne ağalık düzeninin ortadan kaldırılması ne toprak sahibi olunması ne de eğitim, sağlık hizmetleri yanında iş imkânları çerçevesinde sağaltılmak istenmiştir. Eski tas eski hamam, benzetmesinde olduğu gibi yaşamak ve yaşatmak da her nasıl ise devletin işine geliyor anlaşılan. O zaman soralım: Bu süreçte silahlara teslim edilen canların bedeli ile vebali kimlerin omzundadır? Yine bu uğurda güvenlik güçleri için harcanan paraların ''terörü önlemek'' bakımından hedefine varamamış olduğunun hesabını kimler verecektir? Sanırım k o n u tarihe havale edilmiş bulunmaktadır. Oysa o terörizm ki eğer gerekli toplumsal, psikolojik, hukuk, mülkiyet ve kültürel ağırlıklı tedbirler ile yol edilmeye çalışılmaz ise 7'den 70'e milyonlarca yurttaşımızın ruhlarındaki dostluk, arkadaşlık ve komşuluk bilincini de alıp götürecektir. Bana göre DEVLET demek geleceğe de bakması gereken bir kurum demektir özünde. Bu bakıştaki tutum ve davranışlarınız sizi ya vezirliğe ya da rezilliğe düçar’eder. OSMANLI da bunu yaşadı: Parlamenter düzene geçmek istemeyen yanlış bir MUTLAKİYET ve yanlış bir İngilizci - Fransızcı BATILILAŞMA ne yazık ki maddi ve manevi yönlerden bizi kemirerek HASTA ADAM'ımızı öldürmüştür! Daha 100 yol önce üç kıt'aya egemen olduğumuzu da düşünerek düne ve geleceğe bakmanın acı travmasını, bugün ruhunda duymayan az insan vardır Türkiye'de.

Mehmet Akif'in dediği gibi Batılı ''orduların dördü beşi'' de Orta Doğu'yu iyice zarpt-ü rapt altına aldıktan sonra, her alana yaydıkları son vurucu darbelerini adım adım ifa etmekten ve Payitahtımız Desaadet'i de kolayca işgal etmekten bir an bile ''geri'' durmamıştır! Tarihin derinliklerinde değil çok yakın geçmişimizde ve yakınlarımızda neler olduğuna bakarak ''tarihin tekerrür etmekte olduğu'' gerçeğini, kimseye sormadan da anlayabiliriz. Rahmetli Mehmet Akif ERSOY'un dediği gibi kısaca: Tarihten ders alınmıyor! Bu yüzden basmakalıp bir biçimde dile getirilen tarihle yüzleşmek sathiliğinden kurtulup; tarih bilgisi ile mücehhez olunarak tarihle hesaplaşmak ve bu çerçevede arkeolojik ve tarihi gerçekleri saptırmaktan utanmayan, mesnetsiz atıp tutan kimilerine de gerçekleri haykırmak gerekir. Ne ki ortalıkta bu gibi gerçekleri söyleyecek hiç bir TARİHÇİ de görünmüyor. Kısıtlı sayıda da olsa ''arkeolojik ve tarihi kaynakları okumamış olmak'' gibi bir açmazımızı da burada belirtelim.

Ayrıca işin içine ASUR, HİTİT, İBRANİ, URARTU, BABİL, SÜRYANİ, BİZANS, ARAP, SELÇUKLU, FARS ve OSMANLI uzmanları da girecek ki o zaman anlayacak millet ayrılıkçı bölücü eşrafın nasıl kaçışmaya başladıklarını. Bu gibi sorunlu konuların nasıl çözülmüş olduğunu irdeliyor olması bakımından Ahmet Cevdet Paşa (Lofça 1822 İstanbul 1895)'nın TEZÂKİR (tezkireler) adlı dört ciltlik eserini okumakta yarar vardır.

O yıllarda Balkanlar’ın içinde bulunduğu sorunlar nedeni ile bizzat giderek konuları yerinde inceleyen ve meseleleri yüz yüze görüşerek çözmeye çalışan; gerektiğinde emrindeki askerleri ile asiler üzerine top ve tüfek atışları yaptıran Ahmet Cevdet Paşa'dan şimdiki paşalar ile diğer bütün yetkililerin öğrenecekleri çok bilgi vardır bence. Yaşadığı dönemde kendi çabası ile devlet içinde hak ettiği yerlere yükselen MECELLE Heyeti Başkanı Cevdet Paşa TEZÂKİR'inde döneminin siyasi, içtimai, ahlâki yönleri ile uygulanması gereken ıslahatları da içeren pek çok olayı ve görüşlerini birer tezkire olarak yazmıştır. Osmanlı Devleti o yıllarda Batılılaşma akımına kapılmış, pek çok derde müptelâ kılınmış ve parçalanmadan tedavi olması mümkün görülmeyen bir Hasta Adam olarak yaftalanmıştır. Üstelik Ruslara karşı yenik düştüğümüz Kırım Savaşı’ndan dolayı Batı’ya alabildiğine de borçlandırılmıştır Osmanlı Devleti.

Yaklaşık on milyon kilometre karelik Osmanlı 1860’lara gelindiğinde pek çok iç isyan ile pek çok cephede açılabilecek savaşlar ile parçalanabilecek hammaddesi bol bir av olarak görülmektedir. Bu süreçte III. Selim ile II. Mahmut’un bıraktıklarına ek olarak girişilen nice ISLAHAT işlerinden birisi olarak ülke çapında ''rüştiyeler ve idadiler'' yanında özellikle Güneydoğu Anadolu ile Çukurova için huzurun temini yolunda bazı adımların atılmazı gerekli görülür. Bu amaçla Urfa, Antep ve Kilis dolayları ile Çukurova'da yeni teşkil olunan çok amaçlı Islahiye Alayları ile gerekli tedbirlerin alınabilmesi ve memleketin ''şen ve âbad'' olabilmesi için kısmen de olsa bir şehirleşme ve çağdaşlaşma atılımı başlatılabilmiştir. İçine düşülen mali, idari, sınaî, zirai, hukuki ve askeri nice sorunlar yüzden Devlet-i Âliyye ancak Sultan İkinci Abdülhamit'in buyrukları doğrultusunda Güneydoğu Anadolu için derme çatma da olsa eldeki imkânlar nispetinde Aşiret Alayları teşkil ederek milleti iç ve dış tecavüzlere karşı korumaya çalışmıştır.

Osmanlı Devleti’nin dört bir cepheden sarılmakta olduğunu gören Devlet Ricali bu süreçte, 1878 Berlin Konferansı’nın içerdiği yaklaşımlar çerçevesinde öngörülen ıslahatlar yanında kendisini korumak için gerekli tedbirleri almakta gecikmez. Osmanlı topraklarına tecavüzden kaçınmayan Rusyalar ile dayanışma içinde olduğuna inanılan Hınçak ve Taşnak Ermeni çeteleri bağımsız bir Ermenistan Devleti peşinde oldukları için Doğu Anadolu’daki tedhiş (terör) eylemlerine hız vermeye başlamış olduklarından ıslahat çalışmaları ilerlemez. Bu yüzden Doğu Anadolu’daki altı vilayetlerinde (Vilâyât-ı Sitte‘de) "<ı>asayişin temini, Ermeni şaki ve katillerin tedip edilmesi ve Rus işgaline karşı"(sanal ortamdan alıntıdır) 1890 sonunda Islahiye Alayları ile Aşiret Alayları’ndan esinlenilerek (mülhem) Doğu Anadolu’da da Hamidiye Alayları kurulur.

Osmanlı'da da görüldüğü gibi giderek kemikleşen toplumsal, hukuki, ekonomik ve kültürel içyapı bozukluklarından kaynaklanan bazı sorunlar, anlaşılan o ki politik, diplomatik ve maddi unsurlar olmadan ayakta tutulamaz. Bu tür sorunların şöyle ya da böyle gündemde tutulmasında silahlı ya da silahsız (!) ‘’dış etkiler’’ de vardır. Bunu Balkanlar'da Ortadoğu'da ve Kıbrıs'ta, kardeşin kardeşe silah çekmeye azmettirildiği öğrenci olaylarında ve çok acı da olsa yaşamakta olduğumuz sinsi terör olayları sürecinde hep gördük. İçinde bulunulan sorunlarımızın kökeni bazılarının sandığı ve dillendirdiği gibi yalnızca siyasi ve ekonomik değil aynı zamanda inanç, hukuk, tarih, kültür, dil bilim, toplumsal psikoloji, eğitim ve mülkiyet ağırlıklıdır. Bu yüzden çözümlenebilmeleri hiçbir biçimde güvenlik güçlerinin tekeline verilemeyecek kadar önemlidir. Toplumların değişik nedenler ile çalkalanması, bazı çatışmaların ortaya çıkması, bazı yönleri ile önlenemez bir ‘’kader’’ ise de sorunların sürüncemede kalması ve günümüz şartlarına göre ‘’demokratik çözümler’’ uygulanamaz ise işin içinde bazı basiretsizlikler vardır, demektir.

Bu çözümsüzlük sürecinde, değişik içerikli dış dayatmalar yanında içeriden gelen değişik baskılar ile gelişen ve kişilik bozuklukları ile daha da yaygınlaşan siyasi ve kültürel içerikli bir etkileşim doğar. Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin içine sürüklendiği bu hata yıllardan beri Cumhuriyet Hükümetleri tarafından da, eski deyişle ‘’elan’’ uygulanmaktadır. Bu çerçevede var olan hukuk ile eğer adalet sağlanamaz, zengin içerikli yeni bir eğitim yaygınlaştırılamaz ve kanun karşısında eşitlik ilkeleri gerektiği gibi uygulanamaz ise toplum huzurunu ayakta tutan yurttaşlık bilinci günden güne bozulur.

Bu konularda yazılmış pek çok eser bulunsa bile kamuoyu kitap okumaktan çok, bu gibi konuların televizyonlarda çok iyi bir biçimde sunulmasını istiyor. Kendisine yeterli olduğunu düşünen ve önceden tepkili olan nice kişilerin katıldıkları birkaç konferans, seminer ya da panelden sonra ne kadar değiştiğini çoğumuz biliriz. Bu tür konulardaki yayınların azlığını burada tartışmak, şu an için yersiz olsa da özellikle tarih bilgisinin önemine değiniliyor olması bakımından, bu alan günümüzde ne yazık ki özel bir yayın kanalında yalnızca Tarihçi Gazeteci Murat BARDAKÇI, Doç. Dr. Erhan AFYONCU ile Pelin BATU'ya kalmıştır.

Bence içine sürüklenmekte olduğumuz huzursuzluk ortamında dolaşmakta olan kara bulutları bertaraf etmek için tek başına bu yayınlar yeterli değil. Bu yüzden diğer kitle iletişim araçları ve kuruluşları yanında özellikle TRT, TTK, TDK ile Kültür ve Turizm Bakanlığı bu alandaki boşlukları doldurmak zorundadır. Halkın bilgilendirilmesi ve eski deyişle ''suhulete kavuşturulması için'' bugünlerde, gündemde olduğu için böyle bir tespit yapmak durumu doğdu. Özünde sağlam yaklaşımlar olduğunu sandığım ''Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi'' (Ocak 2010) eğer yöre halkının; toprak sahipliği dahil, diğer mülkiyet sorunları ile işsizlik ve barınma sorunlarını çözemez ise beklenilen hedeflerine ulaşması çok zordur.

İşte bu süreçte değerlendirilmesi gereken gelenek görenek, dil, lehçe, kültür, katılımcı demokrasi, hukuk, adalet, toplumsal ve kültürel değişim konuları da kamuoyu nezdinde gerektiği gibi işlenmez ise kamuoyundaki çalkantının durmasını beklemek mümkün değil. Bu kapsamda çok etkili bir yayın kuruluşu olması bakımından TRT Kurumu'nun Arap ve Türk dünyalarına yönelik yayınları yanında yöreye dönük çok daha etkili yayınlar yapması imkânları var iken, bunun da yapılamadığını görüyorum, bir yayıncı olarak. Geçtiğimiz günlerde TRT ile T.C. Ziraat Bankası'nın işbirliği ile Bulgaristan üzerinden Macaristan'a doğru yola çıkan; TRT’nin 1990’lardaki Cumhuriyet Treni'nden mülhem Balkan Ekspresi bence, keşke ''Kardeşlik ve Barış Treni'' adı ile İslâhiye'den Diyarbakır'a; Şanlıurfa'dan Nusaybin'e doğru yola çıksa idi, daha anlamlı olmaz mıydı?

Öte yandan radyo ve televizyonların yayınlarından ve denetimlerinden sorumlu olan RTÜK görev alanına girdiği halde yayın planlama, seyredilebilir yayın aralığı, yayınların içeriklerini denetleme, kamuoyu izleme anketleri yaptırma ve yayın kuruluşlarına öneriler getirmek konularında yayıncıları kendi başına bıraktığı da bir gerçek. Bu konuda, benim görebildiğim kadarı ile işler ehil kişilere değil ''kendinden menkul'' kimi kişilere havale edilmiş durumdadır. Kaldı ki ülkemizde henüz ''demokrasi ve kardeşlik'' içerikli yaklaşımlar yanında ''meslek etiği'' oluşturmak bakımından bütün kitle iletişim alanlarını kapsayacak türden bir oluşum da kurulabilmiş değildir.

''Statükoyu korumak'' adına bu gibi resmi görevleri üstlenen kişilerin ''işin içinden gelmiş'' olmaktan öte, ehil olup olmadıklarının da ''meşkuk'' oluşu yaşanan yayıncılık sorunlarımızın bir başka yönü olsa gerek. Bence sık sık ''uluslararası'' boyutunun da var olduğu söylenen ''ayrılıkçı ve silahlı'' terörü durdurabilmek için; milletimizin topyekûn harekete geçmesi gerekmektedir. Özellikle kitle iletişim alanındaki çalışmaların başı bozukluğu ve telif haklarının; muhasebe işlemler düzeyinde ''KDV ödenmiştir'' biçiminde kabarık faturalar ile çözülmekte olduğu hangi vicdanları mesrur ve bahtiyar etmektedir. Bu gibi konularda olması gereken ''iş sözleşmeleri'' yapılmamakta, ücretler ''elden'' ödenmekte olduğundan korkunç bir ''emek sömürüsünün varlığı'' da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

1978'den beri içinde bulunduğum bu çalışma alanında ne yazık ki resmi kurumlardaki tarife düşüklüğü yanında özel sektördeki telif haklarının görmezlikten gelinmesi ve hiç bir sözleşme yapılmadan ''elden ödemeler yapılması'' orta yerde ''kayıt dışı ne kadar kara paranın dönmekte olduğunun'' da açık bir göstergesi olsa gerek. Kamuoyunun bilgilendirilmesi anlamında çalışılan bu alandaki teknik ve estetik kalite düşüklüğü de gözlerden kaçmamalı. Ayrıca mesleklerini uygulamak için çalışanların içine düştüğü sömürü ve haklarının yenilmişliğinin sorumlusu MALİYE BAKANLIĞI yanında aynı zamanda görevleri gereği KÜLTÜR ve TURİZM BAKANLIĞI, RTÜK ile TRT değil midir? İçinde yetişmiş olduğum TRT Kurumu'nun habercilik dışında; yayın planlama, yapım yönetim ve eserlerin denetimi konularında son yirmi yıldan bu yana etkin bir yayıncılık hizmeti yapmamış olduğunu da vurgulamak zorundayım.

Özellikle kitleleri ''tarih'' konusunda bilgilendirmek bakımından TRT yeterli ağırlıkta ve alışılmışın dışında yayınlar yapmakta çok isteksiz bir tavır sergiliyor. TRT ile TTK arasında kurulacak güzel bir işbirliği yayıncılık açısından çok etkili olacaktır. Açılım süreci için de bunun gerekli olduğunu düşünüyorum, bir toplum bilimci olarak. TRT'nin yayın planlamasındaki dağınıklık yanında sanal ortamdaki yayınlarının özensizliği ise ister istemez 'çok yazık', dedirtiyor insana. Bir de haber dilindeki yabancı kelimelerin günden güne çoğalmakta oluşu bende, eskiye özlem duygularını artırmaktadır.

Devlet Sinema İlişkileri bakımından az da olsa bir zamanlar çok önemli yapımlar gerçekleştirmiş olan TRT Kurumu, özellikle dizi filmler konusunda ya kendi yağı ile kavrulmak ya da Ayrılık dizisinin başına gelenlerden öğrendiğimize göre senaryo değerlendirme, drama içeriği, sinema dili ve dış ilişkiler konusunda pek de iyi bir sınav verememiştir. Ne kadar acıdır ki siyasi çekişmelerden insana yatırım yapmak demek olan bu gibi çalışmalardan, sanırım bilinçli olarak kaçınılmaktadır. İşler tek tek kişilerin üstüne yıkılmakta; ''ben yaptım oldu'' mantığı ya da ''ona sorun, hesabını o versin'' yaklaşımı ile hiç bir yere varamadığımız, sanatçı kesimleri de zor durumlarda bıraktığımız ortada. Bu da ister istemez kamuoyunun tarih, sanat, kültür, edebiyat, halk bilim ve dil konularında etkileşimini tıkamakta; kurum kimliklerini zedelemektedir.

Bu kapsamda T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı artık ilke olarak kitap basmıyor. Ancak 2007'de çok özel kitaplar basılarak dar bir alanda dağıtım yapılmakta olduğu da söylenmiyor değil. Bakanlık tarafından sinema ve tiyatro için ayrılan ödenekler hangi eserleri ortaya çıkartıyor belli değil. Bu alanda iş yapmak isteyen yapımcılar, yönetmenler, tiyatro sanatçıları kapı kapı dolaşarak mali destek aramaktadırlar. Bu konuda ''el kapılarında maddi destek (sponsor) bulmak için'' didinen yurttaşlarımızın çektiklerinin acısını kim duyacak? Bu konuda yaşananlar sanırım T.C. sanat tarihi çalışanları için dünyanın en nadide öyküleri olacaktır. Biliyorum ki yıllardan beri Devlet adına bu kesimlere verilen sözler uçup gitmiş, dişe dokunur hiç bir yapım da topluma sunulmamıştır.

Ayrıca şenlikler, panayırlar ve festivaller için verilen desteğin bir kaç bin lirayı geçmediğini de biliyoruz. Geçmişimizin hazineleri demek olan arkeolojik kazılar ile çok yönlü onarımlar (restorasyon) için ne gibi harcamalar yapıldığını ise kimse bilmiyor. Oysa 'kültür yatırımları' da tıpkı ordu, ulaşım ve eğitim harcamaları gibi 'geleceğe yatırım' demek değil midir? Bence olay ''DEVLET eli ile'' yalnızca DÖSİM'in yaygınlaştırılması tekelciliği ve bazı ihaleler ile sınırlı kalmamalıdır. Yaşanılan demokratikleşme süreci içinde bu durumun ne kadar ‘’aciliyet kesb'etmiş’’ bulunduğunu kamuoyunun bilgisine sunmak zorundayız.

Yıllardan beri Kayıt Dışı Ekonomi olarak yaşamakta oluşumuzun kim bilir kimleri ''gizli zengin'' ya da ''kaynağı belirsiz'' bir varlık delisi yapmaktadır. Bu gidişe dur diyemeyen siyasi iktidarların da bu gibi ''helal olmayan'', ''sömürüye dayanan'', ''hakkaniyetten uzak'', ''piyasadaki düşük ücret'', ''telif haklarının korunmaması'', ''sanal ortamda yaşanan muhasebe oyunları'' yanında ''şişirilmiş faturalara göz yummak'' ve ''sözleşmesiz yapılan işlerdeki emek sömürüsünden'' ne kadar sorumlu olduğunu hepimiz biliyoruz.

Oysa (AB) Kapılarında beklerken bu alanda dolaşmakta olan büyük miktarlardaki paranın da denetlenmesi gerekmez mi? Kişilerin HAK ARAMAK sürecinde peşine düştükleri ADALET ARAMAK arzusu bakalım hangi bahar kaldı. Çünkü ben beni bildim bileli söylenegelen; bazan da gülüp geçtiğim bir söz var: ADALET de yürek soğutmuyor ki! Ortaya çıkan gerçek şu: ADALETİN YERİNİ BULMASI konusunda, anketlere girmese de biliyoruz ki kamuoyu hiç bir makama güvenmiyor. Bu konuda söylenmiş olan: MAHKEMEDE DAYIN OLSUN, ADALET GÜÇLÜNÜN YANINDADIR, sözleri sanırım halkın bu konudaki değer yargılarını ortaya koyuyor.

OSMANLI DEVLETİ'nin belirli dönemlerindeki ADALET'in gayri müslimleri bile etkileyerek zaman zaman din değiştirmelerine bile yol açtığını da biliyoruz. Yaklaşık on beş yıldan bu yana ''adaletin vicdan ile cüzdan arasında'' sıkışıp kaldığı da artık dillere destan olmuştur. Tarihin içinden süzülüp gelen çok önemli bir kurum olması bakımından ‘’adaletin de’’ sorgulanması gerekiyor. Bu açıdan biliyoruz ki ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR. O mülk de öncelikle kişinin malı mülkü yanında bütün kurumları ile devletin kendisi demektir. Anlaşılan o ki bizde bir zamanlar söylenen ŞERİATIN KESTİĞİ PARMAK ACIMAZ sözü değişen çağlar boyunca artık anlamını yitirmiştir.

Mevlâna'nın: Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, başka yere koymak, tarifinden bu güne gelişimizin içinde Fatih Sultan Mehmet'ten Zembilli Ali Efendi'ye onlardan da bugüne kadar sorgulamamız gerektiği açık. Bu yüzden kimse göğsünü gererek: Biz ne yaptık ki AB bizi almıyor, diye dertlenmesin. Bence AB müktesebatı hiç bir biçimde böyle bir Kayıt Dışı Ekonomik Yapı'yı ve bu yapının kaymağını yemekten semirmiş, kısmen de çeteleşmiş ikiyüzlü işletmecileri bağrına basmayacaktır. Kira ödemelerinde olduğu gibi, bu konudaki ödemelerin de sözleşmelere bağlı olarak bankalar aracılığı ile yaptırılması yoluna gidilmesi umarım Fincancı Katırları'nı ürkütmez!

Unutmayalım ki Batı kendi içindeki tutarlılığını maddi unsurlar yanında zaman, felsefe ve hukuk alanlarındaki sorgulamaları ile devam ettirmektedir. Toplum hayatının bütün yönlerini titizlikle ele alması ve yargıçların da vicdanına seslenmesi bakımından SUMERLER'den başlayarak çağlar boyunca ADALET'in bir kaç özelliğini vurgulamakta yarar vardır: Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir, diyen ARİSTO'dan sonra ''dünyanın yıkılmaması için bırak adalet yerini bulsun (Fiat justitia, ne pereat mundus)'' ve ''adalet erdemlerin kraliçesidir (Justitia Virtim regina)'' diyerek adalet yolculuğuna başlamış olan Batı, bana göre bu açıdan ADALET konusunda bizden çok daha ileri bir durumdadır.

Ayrıca KONFÜÇYUS'un: Örnek insanlar adaleti anlar. Adaleti anlamayan adaletsiz olur, sözü ile YUSUF HAS HÂCİB'in devletin ile adalet ilişkisi üzerinde ısrarla duruşu da umarım; tarihten gelen adalet duyarlılığımıza ışık tutacaktır. Ayrıca bilinmesi gereken bir başka gerçek de OSMANLI'yı OSMANLI yapan en önemli özelliklerinden birisi de O'nun ''edille-i şeriyye'', ''kanunname (Kanunname-i Hümayun)'', ''adaletnâme'', ''ferman'', ''fetva'', ''siyasetname'', ''yasakname'', ''beraat'', ''senet'', ''imtiyaz'' gibi konulardaki titiz çalışmalarıdır. Unutmayalım ki OSMANLI adaletsizlikten değil ''dahilî ve harici'' eşhaslar ile âmiller tarafından yıkılmıştır.

Günümüzün yükselen değerleri (!) arasında sayılan ve her nedense uygulama alanları bulmakta zorlanılan İnsan Hakları da adalet istemekten başka nedir ki? Bir yönü ile ''tarih'' geçmişte yaşanmış her ne var ise günümüzün yaklaşımlarına göre yeniden değerlendirilmesi, demek değil midir? İşte bütün bu açmazların; ülkemizdeki basın yayın ve diğer kitle iletişim alanında çalışanların özgün bir şeyler üretme isteklerini ve yaptıkları işlerdeki kaliteyi çok olumsuz bir biçimde etkilediğini bilmekte yarar vardır.

Bu çerçevede resmi kurumların ücret tarifeleri ile piyasanın telif hakları ve yayınların tekrarı durumunda ödenmesi gereken oranlar bakımından hiç de adil olmadığını kamuoyunun bilgisine sunmak isterim. Bu açıdan sorumlu kurumlar olmaları nedeni ile başta TBMM olmak üzere Maliye Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, YÖK, RTÜK, TRT, TTK ile TDK'u geçmiş en az beş yıllık bir mali denetimi de öngörecek bir biçimde, göreve çağırıyorum. Ülkemizdeki TARİH eğitim öğretim alanı (ki bu geniş alanda da sorunlar birikmektedir) dışındaki mevcut uygulama ile gidilecek olur ise bizim tarihle bilgi alışverişinde bulunmak isteğimiz bu çalışma alanı, korkarım giderek ''tarihin bizimle kapışması'' biçimine dönüşecektir.

Görelim Mevlâm neyler...

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..