Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '09

 
Kategori
Yılbaşı
 

Taze başlangıca bir “ben” hediyesi -I

Taze başlangıca bir “ben” hediyesi -I
 

TAZELENEN BENLİK...


Yeni yıla adım adım....

“Yazayım mı, yazmayayım mı” diye, en azından on on beş gündür, düşünüyorum. Bu yazıyı yazma fikri, ilk defa yüreğime damladığı andan itibaren; yazımın sayesinde, nehre atılan bir taşın nehirde oluşturduğu giderek büyüyen ve genişleyen çemberler gibi, yüreğimde de aydınlığın, sıcaklığın ve isteğin halkaları günden güne hızla büyüdü ama… Ama şu akıl, şu akıl yok mu? O büyümek istemeyen ya da büyümek istese de büyüyemeyen yüreği, hep zincirler, hep azarlar ya… Çocuksu yüreğin aklına gelmeyen, bin bir türlü –hayalî olması kuvvetle muhtemel- dikenleri, dikenli tellerle örülü çitleri, yüreği ve insanı kanatan sınırları yüreğe ve bene insafsızca, en olmayacak yerde hatırlatır ya… Ah işte, o akıl yok mu? “Her yüreğe gelen; istenmese de akla haberi gelen her şey yazılmaz” diye, beni korkutan tınısı yok mu? Yazma dedi bana, yazma…

Belki de, haklıydı akıl… Belki de, zalimlikle suçlanan akıl; yüreğin kırılmasına gönlü razı olmadığı için; tüm anlayışsızlık ve acımasızlık ithamlarını üstüne toplamak, yüreği bir kez ama hafiften kırmayı göze alarak; saflıkla paylaşmak istediklerinin sonucunda, yüreğin daha onulmaz yaralarla, kırılmalarla karşılaşmasını önlemeye çalışıyordur… Neyse, şu anda bile akıl, akılcılığının örneğini sergilemenin telaşında olabilir…

Ama, yılın sonuna geldiğimiz ve yıl başını, yeni bir yılı karşılamanın buruk, bir o kadar da lezzetli tadını yaşadığımız şu günlerde, şu dakikalarda aklımı bir kenara özenle oturtup yüreğimin sesine kulak vereceğim… Böyle yapmamın daha “bence” olduğuna kanaat getirdim… Gerisi, beni okumayı yeğleyen benlerin, o büyük yüreklerine kalmış… Eminim, onların aklı da yüreklerini usulca oturdukları yerden takip ediyordur. Fakat, yeni yılın sıcak umutlarının gül yüzlerinin, yüzleri suyu hürmetine, akıllar susmayı tercih edeceklerdir. Gülümseseler bana yetecek…

Haydi yüreğim…

Bu yıl, iç ve dış dünyamda oldukça hareketli, dolu dolu, bazı yönleri ile çığır açan; anlar, günler, olaylar, değişim rüzgarları, sil baştanlar, ağır imtihanlar, testler, iletişim seferleri, finaller, göçüşler ve tatlı ilkler yaşadım.

Geçtiğimiz Aralık ayı ile Şubat ayı sonuna kadar iç dünya yolculuğum oldukça hızlı idi. Bu yolculuğun diğer sıfatlarını ve tanımlarını kendime saklayayım, isterseniz…

Mart ayı dert ayı derler… İç yolculuğun kazanç ve kayıp haneleri üzerine bolca kafa yordum bu ay, açıkçası…

Nisan’da beklenmedik bir şey oldu. Düzeltiyorum: Tam olarak şu oldu… Yıllardır beklediğim; bir iki tane benim yolum için çok mühim hayat tabelalarım vardı: Bu tabelaları “içimdeki beklenemez beklentiler” listesine atalı çooook zaman geçmişti ama, ansızın bir gün, beklemeyi unuttuğum beklentilerimden birine kavuşabileceğim müjdesini aldım… 90’lı yıllarda, hiç ayrılmayı istemediğim, Ankara’dan ayrılmıştım. 2009 Nisan’ında, hiç ummadığım bir anda ve hiç ummadığım bir sebeple, Ankara’ya taşınabileceğimi ve hatta hayatımın geri kalanını orada yaşayabileceğimi öğrendim… Bu haber, bana ilaç gibi geldi. Çünkü, en az iki yıldır; beklenemez beklentilerimin birinin kabuk bağlayan yarasını kanatmıştım… Üstelik bu kanatış sadece benle de sınırlı kalmamıştı. Kanamakla da kalınmadı; akan kanın yanında; yorulmayacağını ispata çalışanın -benim- yüzünden yorulanlar da oldu… Yorulan yüreklerin büyüklüğüne sığınıyorum.”Benleri” beyhude yorduktan sonra, sonunda, yaraların kapanamayacağını anlamıştı bir yürek ama… Girdiği yolda finali nasıl gerçekleştireceğini bilemiyordu. Onun için, Ankara’ya göçüş; 2009 patentli bir merhem oldu yaraya…

Nisan-Mayıs-Haziran… Bir toparlanmaya ya da toplanmaya; pılıyı pırtıyı hurçlara doldurmaya; kutulara, konularına göre yaşama gerekli malzemeleri koymaya uğraşma ayları oldu. Fakat, iyi ki de, bahar aylarıydı; dar mekanlar beni sıktığında; yeşil ovalara, dağların zirvesine, denize, özgürlük parkına ya da oyuncakçı dükkanlarına kaçabildim…

Bu arada; bunca iç ve dış seferler yanında, uzunca yıllar ayda bir iki deneme yazan ben… Haftada üç dört deneme yazmaya başladım… Uzun uzun yazılar yazmayı öğrendi elim… Bazen, bu uzun yazılarımdan dolayı sesli sessiz serzenişler de aldım…

3 Ekim 2007’de, ilk defa, bir yerel gazetede bir köşem - köşeden bir parça fazla, bir yarım sayfam- olmuştu. Oralarda altı-yedi ay haftada bir denemeler yazdım. Gazetenin bana verdiği mail adresine güzel tepkiler aldım. Tepkiler fazla güzelleşince, benim şımardı galiba; yerel gazetenin amatör ruhunu unutup - ki aslında ben, o ruhu sevmişti- gazetenin yayın prensipleri yok, diye yazmaktan vazgeçtim… Ama asıl sebep o değildi: ”Ben” elden gidiyordu… O yazı yazma serüvenim bana çok şey öğretti… Yazarken kendimi, oldukça “ben” kalarak paylaşıyordum… Ama ötekiler ve dünya öyle miydi? Kendi benini saklayan birçok kişi; beni samimi bulmadı… Ya da samimi anlatımlarımı çalıp da “beninde” kullanırken; beni, saflıkla veya tam tersine kurnazlıkla itham etti. Onun için, gazete serüvenimi bitirdim… Bu bitirişten de oldukça huzur buldum… Keşke, daha birçok bitirişten, bitişten de aynı huzuru duysam… Neden anlattım ki, bu yazarlık serüvenimi? Bakalım; belki bir yerde işe yarar, bu anlatış…

Temmuz ayı… Gazete serüvenimden, olumlu tepkiler aldığımı bilen ya da olumlu yaklaşımlarını, yazılarıma dair iltifatlarını, önerilerini ve acımasız eleştirilerini açık yüreklilikle hiç çekinmeden sergileyen dostlarım, bana; edebiyat dergilerinde yazmamı ya da yazarların, şairlerin bir arada olduğu internet sayfalarına yazılarımı yazmamı/göndermemi sıklıkla önerir oldular, artık… Uzunca bir süre söylenenlere kulak tıkadım. Çünkü ben, bana aittim. Çünkü ben, kendi bildiğim anlatımla beni anlattığımda, bazı benler beni anlamamanın rahatsızlığını yaşıyordu… O anlaşılmayışın; aslında tam da böyle demek isterken tamamen aksi damgalanmanın deniz vurgunu, beni, felçli hale getiriyordu, her seferinde yeniden… Bir de bilgisayar ya da net… Çok iyi ve net tanıdığım dünya değildi…-Zaten, aslında teknolojiyi öyle uzun boylu pek de tanıma meraklısı değilim.- Onun için netlerden, bloglardan uzak durdum… Ya da, her yaklaşmak / anlamak istediğimde yüzüme gözüme bulaştırdım, nedense…

Bir gün… Ancak çok yakınlarımın bildiği bir davranışla -yazılarımdan asla bu yönüm çıkarılamıyor!- radikal kararlarımdan bir yenisiyle, yaş günümde, BLOG ailesine katılmaya karar verdim. Ya benimin yırtıldığı yerden kopmasını istemekti bu… Ya benimi daha da iyi tanımak… Ya benimi daha geniş kitleler görürse -ortalamanın yorumları- beni bana anlatır mı feryadı…Ya da ya da…Ya da işte…

Bir süre, daha önce yazdığım ve zamanında oldukça kafa patlattığım yazıları, belli aralıklarla, blog yazarları, yorumcuları ve okuyucularıyla paylaştım. Bir müddet sonra, sadece blog için, “o güne ve o ana” has beni -keşfettiğim beni- anlatan yazılar dökülmeye başladı benden…

Bir başka gün: O da çok önemli bir gündü… İlkokuldan beri -hatta dört yaş deneyimim de vardı- hep şiir okumuş ve ezberlemiştim ama yalnızca lisenin bir döneminde şiir yazmıştım… Sonra yazmadım, çünkü ben, tam manasıyla bir “denemeci” idim… Bloğumda ilk kez şiir yazdığımı görünce küçük dilimi yuttum. -İşte, o günden beri sessizim…- Bir kaç şiir uyarlamam oldu geçen zaman içinde, bilenler bilir… Fakat, her şeyiyle ben olan şiirlerimi bu blogda paylaştım. Güzel ve olumlu yorumlar da aldım. Hazır, yeri gelmişken; bu yorumların sahiplerine yeniden teşekkür ederim. Böylelikle, şiir serüvenim başladı işte… Şair miyim? Sanmam… Şu bir türlü aradan çekilemeyen aklım diyor ki; şairlik o kadar kolay değil… Ama şiir yazmayı sevdim mi? Evet! Her yüreğime düştüğünde şiir yazmaya devam edeceğim…

(.........devam edecek) Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..