Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '15

 
Kategori
Futbol
 

Türk Futbolu Nasıl Kurtulur?

Türk Futbolu Nasıl Kurtulur?
 

               “Angus Futbolcular Dönemi” yazım çok ilgi gördü. Halen de görmeye devam ediyor. Yazıya yorum yazanlar yazının altına yazsalardı bu görülecekti. Ama ne yapıp edip kişisel e-posta adresime ulaşanlar özel takdir veya karşı görüş belirttiler. Hakaret içermeyenlerin hepsine de yanıt yazdım. Kimileri ikna oldu, kimileri olmadı. Farklı düşünceler zaten insanlığın doğasında vardır. Hele naçizane bir akademik geçmiş olunca, insan daha da çok memnun oluyor. Çünkü bilim, farklı deneylerin ve alternatiflerin tekrar tekrar sınanmasıyla gerçekleşir. Hipotezler, farklı düşüncelerle test edilince bilim olur. Bilimsel kurgu da o zaman yerli yerine oturur. Bu, bir bilim adamını mutlu eder. Sosyal bilimler ise, pozitif bilimlerden tamamen ayrıdır. Ancak bu durum, sosyal bilimlerin pozitif bilimlere göre “bilim olmadığını” da kanıtlamaz. İki hidrojen bir oksijen (H2O) su, pozitif bilimlerde her yerde “değişmez” olduğu halde, sosyal bilimler zamana, zemine, ülke özelliklerine ve kültürüne göre değişkenlik gösterir. Bazı sosyal bilim araştırmalarında pozitif bilim “söz hakkını” belli bir yere kadar kendisi götürür, daha sonra yerini araştırmanın ana içeriği olan sosyal bilimlere devreder.

                 Her ülkenin “insan yetiştirme” politikası farklıdır. Hedef “en verimli insan yetiştirme” ise bu amaç, değişmezdir. Tıpkı “pozitif bilimler” gibi. Ancak insan “fabrika üretimi” değildir. Yeryüzündeki bütün insanlar “robot makinalarla” tek tip tornadan çıkmaz. İşte işin içine de o zaman ülke kültürü, gelenekler ve potansiyel varlıklar girer. Bu da sosyal bilimlerin konusudur. Yöntem “sosyal bilimler” olmasına rağmen, sosyal bilimlerden kopmadan “pozitif bilim” sonuçlarından yararlanılır. Örneğin, bilimsel olarak bir bireyin formal eğitime hangi yaşta başlayıp, hangi programlarla kaç yılda bir meslek sahibi yapılması bellidir. Bir programın yanlış veya doğru olarak “geri dönütü” yaklaşık otuz yılda alınıyormuş (bizdeki gibi her sene zırt pırt, olmadı değiştir değil). Yani kısaca her alanda bilimden yararlanmıyorsanız, tahtanız “yap boz”u da geçer. O zaman ne “çağdaş devlet”, ne “sosyal devlet”, ne de “bilim devleti” olursunuz? Başkalarının “kucağında oturan”, ve onlara sürekli bağımlı olan “göbekten bağlı” yaşantınız devam eder gider. Bilimi; siyasete, din’e ve menfaatlere alet ettiğiniz anda, geri kalmaya mahkûmsunuzdur (ancak bu da farkındalık gerektirir, tercih sebebiniz bu ise, “biz dünya lideriyiz” bile diyebilirsiniz). Bu ortamda aradan sıyrılan “beyinler” de olabilir. Kimileri “göç” eder, kimileri de o ülkede ısrarla kalmaya devam eder. “Israrla kalmaya devam edenler” de ikiye ayrılır. Bir kısmı vatan aşkıyla ülkesine hizmet etmek ister, ailesiyle ve çevresiyle hepten göç etmek istemez. Diğer kısmı ise bilimini siyasetin hizmetine sokmak ister. Aslında bu kesime “koltuk ve makam aşkıyla yanıp tutuşan” da denilir (hoş, bu kesimin içinden önce koltuk verilip daha sonra bilimde “uçanlar” da vardır ya neyse….).

                “Uçanlar, kaçanlar” derken ben de mi uçuyorum ne?

                Konuyu “uçurmayalım”, yazık olacak yazıma. “Bu memleketin hali ne olacak?”tan, “Türk Futbolu Nasıl Kurtulur?”a gelemedik daha.  Ama sonunda geldim galiba?

                “Ben Can, Orhan Can” diyen Sevgili Cumhuriyet yazarımızı severim. Sonradan katıldı Cumhuriyet Gazetesi’ne. Kıvrak bir kalemi var. Dili, üslûbu çok güzel, seviyorum. 11 Ocak 2015’te “Türk Futbolu Nasıl Kurtulur?” başlıklı bir yazısı yayınlandı gazetede. Biraz yoğun tempo, biraz da mevsimsel bir rahatsızlık nedeniyle bu yazıyı işleyen bir yazıyı ancak bugün yazabiliyorum (mecbur değildim tabi ama yazısı işlenmeye değerdi). Sevgili Can, Orhan Can, “herkes kulağını ve beynini açsın, yabancı sayısının kısıtlanması ile dünya futbolu, hele hele Avrupa futbolu ile DÖVÜŞEMEZSİNİZ” diyor. Futbolda yabancı sınırlamasının 14’e kadar yükseltilmesini savunan yazısındaki gerekçeyi de kendi geçmişinden örneklerle anlatıyor. Sevgili Can, Orhan Can’ın, henüz 28 yaşındayken aldığı 1973 model ilk arabası o zamana göre “dökülen” bir arabaymış. Çevre yolunda “gıcır gıcır” arabalar O’nu sollarken, imrenirmiş o arabalara. Daha sonra ormancılardan çıkma bir cip almış, onunla da çevre yolunda “solladığı” tek araçlar “kamyon ve tır”lar olmuş. Yanından “vınnnnn” diye geçen arabalara da içi yine gidermiş (şimdiki arabasından bahsetmiyor, ama belli ki “sol” şerit artık tamamen O’na ait, vınnnnn, vınnnnn).

                Otobanların “vınnnnn”lama yeri mi yoksa “rahat” gitme yeri mi olduğunu kavrayabildiğimiz anda, sorun da çözülmüş demektir. Bence (otobanların yapılma gerekçesi de) hız limitlerini aşarak “vınnnnn”lama yeri değildir. Dünyanın hiçbir yerinde de böyle değildir. Otobanlarda bile hız sınırları vardır. Ülkemizde 120 km/h, Almanya’da bazı yerlerde 140, bazı yerlerde 160 km/h’tir (bizzat Avrupa’da çok araba kullandım). Gözden kaçarsanız (tavsiye etmem ama) “vınnnnn”layın ama hız limitine yakalanırsınız. Tepe lambaları açık polisler “sen vınnnnn’ladın, ben de sana vınnnnn’layacağım şimdi” dediklerinde, ceza pusulasını elinize tutuşturuverirler.

                Dünyada büyük araba üreticileri 700 beygirlik 5000 motorluk araba ürettiklerinde, saatte ortama hızları 300-400 km/h olabilmektedir. Bu hızları yapabilecek hangi yol, hangi ülkede serbesttir?

                El cevap:

                Hiçbir ülkede.

                Peki, o zaman niye böyle güçlü arabalar yapılmaktadır?

                Yine el cevap:

                Güç ve teknoloji statüsü için. Tıpkı demokrasi gibi. Sen, sana lâzım olanı sen kendin alacaksın. Arabanın gücü var diye sınırları zorlayamazsın. Zaten böyle güçlü arabaların hız şovu ve test sürüşleri ve tanıtımları, trafiğe kapalı alanlarda yapılmaktadır. İki ayrı fakat yan yana pistlerde uçaklarla yarıştırılmaktadır. Böyle arabalara sahip olanlar, “yahu bir deneyeyim bakayım doğru mu, gerçekten 400 km/h yapıyor mu” diye otobana çıkmazlar, çıkamazlar. Hem başkalarını hem de kendi yaşamlarını riske atarlar.

               Şimdi Avrupa Birliği (AB) olan zamanın Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulmasına ilk dayanak noktası Roma Anlaşması’dır. Roma Anlaşması’nın ilgili 7. 48. ve 59. maddelerine göre, ekonomik bütünleşme, ancak “emeğin özgürce dolaşımı” ve “çalıştırmada uyruk ayrımı yapmama”yla sağlanabilir. 

               Roma anlaşmasına dayanak oluşturan maddelere göre, “genelde spor özelde ise futbol’da AET üyesi ülkelerin yine AET üyesi ülkelerde serbestçe dolaşım ve çalışma hakkı vardır ve olmalıdır” tezi Avrupa Adalet Divanı’nın (AAD) önüne 1976’da gelmiştir. AAD, 14 Temmuz 1976’da bir karar vermiştir: “İşçiler Roma Anlaşması’na göre serbest dolaşım ve çalışma hakkına sahiptirler, sporcu da bir işçidir, sporcuların da serbest dolaşım ve çalışma hakkı vardır”.

               Fakat ulusal ve uluslararası spor federasyonları; bir uluslararası hukuk kurumu olan AAD’nın masasına yumruğunu vurur:

               “Hop arkadaş, sen hukuk kurumusun, ama ben de spor kurumuyum. Spor henüz, her ülkede serbest dolaşım yapacak kadar gelişmemiştir. Bunu uygularsak, ülkelerin sporları gelişmez”.

               Sporun çok önemli bir toplumsal güç olduğu, AAD kararına baş kaldırmasıyla bir kez daha kanıtlanır. Şimdiye kadar hiçbir kurumun yapamadığını, spor kurumu yapmıştır. Bir uluslararası hukuk kurumuna kafa tutmuştur. Bu kafa tutma boş da değildir. Dediğini de yaptırmıştır. AAD kararını erteletmiştir (bir hukuk kurumunun kararı bir süreliğine ertelenmiştir).

               Ne için ertelenmiştir?

               Spor için.

               Sporun nesi için ertelenmiştir?

               Gelişmesi için.

               Ne zamana kadar?

               1990’daki Bosman olayına kadar.

               Jean Marc Bosman 1990 yılında AAD’na açtığı davayı 15 Aralık 1995 yılında kazanır. Zaten UEFA da bu davayı takip etmektedir. Spor kurumları, 1976’daki AAD kararını askıya aldırmış, aradan da 14 yıl geçmiştir. Bir hukuk kurumunun kararını askıya aldırmakla zaten görev de tamamlanmış, üstelik de Bosman, AAD’na dava açmıştır. UEFA 1992 yılında Bosman davası sonuçlanmadan önce yeni bir düzenlemeye gider.

               1976’dan 1995’e kadar tam 19 yıl, AET üyesi ülkelerdeki sporcular, AET üyesi ülkelerde serbestçe dolaşamazlar. Bu zaman aralığında, AAD kararının ve erteletilmesinin nedenini ve sürecini iyi bildiklerinden, gerekli alt yapı hazırlılarını tamamlamak için sıkı bir program izlerler. Çünkü nasıl olsa bir gün gelecek, erteletilen karar da yürürlüğe girecektir.

               15 Aralık 1995’de de Bosman davasının sonuçlanmasıyla sporcuların AET üyesi ülkelerde serbest dolaşımı artık kesin karara bağlanmıştır.

               Amaç gerçekleştirilmiştir. Tam 19 yıl her türlü ön hazırlık ve alt yapı takımlarına önem verilmiş, sporcuların günün birinde o ülkeden bu ülkeye ve hatta aynı ülke takımlarının takım içindeki oyuncularının hepsinin birden yabancı olması karşısında bile o ülke sporu için bir zararının olamayacağı ortam sağlanmıştır.

               Başa dönelim ve soralım:

               1976’daki AAD kararına sporun ulusal ve uluslararası kurumları ne için itiraz etmişlerdi?

               Ülke sporunun gelişmesi için.

               AAD bu itiraza ne demişti?

               Gerekçe doğru, bir süre askıya alalım, ülkelerin sporunu ve sporcularını baltalamayalım.

               Şimdi ülkemize dönelim ve tekrar soralım:

               Futbolda yabancı futbolcu sınırlandırılmasının kaldırılmasını kulüplerimiz neden istemişlerdir?

               Avrupa’da başarılı olamıyoruz.

               Senin takımında yabancı futbolcun yok mu?

               Var. Ama yetmiyor. Ben hepsini yabancı istiyorum. Hatta otobanda beni sollamamaları için, vınnnnn’lamamaları için, ringde sürekli dayak yememek ve iyi dövüşmek için sahadaki 11 oyuncumun da yabancı olmasını istiyorum.

               Zamanında AET üyesi ülkelerde yabancı oyuncu sınırlandırılmasının tam 19 yıl bekletilmesinin nedeni neydi? Onlar akılsız da biz mi akıllıyız?

               Bir şeyi isterken, bilgi sahibi olmak lâzımdır. Getirisi, götürüsü nedir, neden istenir? Geçmişte ne olmuş, neden olmuş, niye olmuş sorgulaması yapılmadan kuru gürültü çıkarmak, bilgisizlik ve plânsızlıktır.

               “Futbolda yabancı futbolcu sınırlandırmasının (14 yabancı futbolcu izni olsa bile) serbest kalması iyi oldu” diyenlere son bir çift sözüm var: Acıkalım, hazır yemek yiyelim, ama yemek yapmayalım. “Otobanda yanımızdan vınnnnn diye geçenlere biz de vınnnnn diye yanıt verelim, ama solladığımız araçların da artık dökülen araçlar olarak kalmaması için çalışmayalım, biz sollayalım yeter” mi diyelim?

               Fransız ünlü edebiyatçı ve yazar Onore de Balzac’ın bir sözü vardır: “Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak gerekir”.

               Bir “açma” hareketi de benden olsun. Herkes kulağını ve beynini iyi açsın. Düzenleyelim ve yeniden söyleyelim: “Başarılı olmak için çalışmanın uşağı olmak gerekir”.

               Ben Kılcıgil, Ertan Kılcıgil.

               Sevgi ve muhabbetlerimle.

 
Toplam blog
: 135
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Öğretim Üyesi. Spor Sosyolojisi, Popüler Kültü..