Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '14

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye bölgesel güç olma iddiasından vaz mı geçti?

Türkiye bölgesel güç olma iddiasından vaz mı geçti?
 

Geçen ayki makalemin başlığı “Bölgesel Güç Olmak İstiyoruz Ama… “idi. Bu konuyla ilgili olarak bazı yorum ve analizlerde bulunmuş, bölgesel güç olmanın bilgiye dayalı asgari şartlarını ortaya koymaya çalışmıştık. Konuya hassasiyeti olan birçok dost ve tanıdıktan ilk günden itibaren verilen bilgilerin fevkalade önemli olduğunu, sayın Başbakanın ve hükümetinde bu yolda çaba sarf ettiğini belirten telefonlar aldım. Makale yayınlandıktan sanıyorum yaklaşık üç veya dört güngün sonra Sayın Başbakan Japonya gezisinde seçkin bir topluluğun huzurunda “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir niyeti yok” diyerek Türkiye cumhuriyeti devletinin gelecek hedefini tüm dünyaya ilan etti. Bu ilandan sonra hükümete yakın gazeteci ve entelektüel geçinen zevat konunun ciddiyetiyle hiçte uygun olmayan, ”Başbakan hedef küçülttü”, ”Türkiye vites küçülttü” gibi toplumsal hafızayı alaya alan ama bu konuda son derece ciddi olduklarını da açıklamayı ihmal etmeden yazılar kaleme aldılar. Kimileri ise bu ilanı duymazdan gelerek havadan sudan bahsettiler…

Uzun süredir bölgesel bir güç olma hedefi peşinde koşan Türkiye neden şimdi bu hedefinden vazgeçiyordu? Bu açıklamayı bir hedef küçültme olarak mı yoksa bir geri çekilme olarak mı okumalıydık. Gerçekten etrafımızda ve Türkiye’de neler olup bitiyordu? Öncelikle belirtmeliyim ki, Türkiye de bir takım şeyler iyi gitmiyor. Bunu başbakanın son derece sinirli, hatta bazen bir lider ve politikacınınasla yapmaması gereken davranışları yapmasından ve aşırı derecede kendinden geçerek dost ve düşman hedefler ortaya koymasından anlıyoruz. Sıfır sorun politikasından ve içerde Kürtlerle barıştan bahseden politikalar yerini dışarda ve içerde düşman tanımına bırakıverdi. Bu görüntüler alıştığımız başbakan görüntülerine hiç benzemiyor. Evet, gerek Türkiye için gerekse İktidar için bir şeylerin kötü gittiği belli. Kötü giden şeylerin neler olduğunu her halde zamanı geldikçe öğrenmiş olacağız. Ama biz olup bitenleri yeri geldikçe anlatmaya çalışarak Türkiye’nin bölgesel güç olmaktan vaz geçip geçemeyeceğini dilimizin döndüğünce yeniden analiz etmeye çalışalım.

Bir toplumun bölgesel güç olabilmesi için gerekli olan maddi ve manevi şartları ünlü strateji ve jeopolitik ustaları şu dört maddede açıklamaya  özen göstermişlerdir:

Bölgesel bir güç olabilmek için Çevreye açılmayı tembihleyen ne çok zor, nede çok kolay bir coğrafya.

Çevremizle bizim lehimize eklemlenebilme görevini üstlenebilecek otantik/ tarihi/ ideolojik medeni bir kültür.

Bu iddiayı taşıyabilecek zamanın dini, siyasi, ekonomik, teknolojik vb. imkânlarıyla hukuki olarakta donanımlı hale gelmiş bağımsız bir toplum.

Bu toplumu yönetecek entelektüel ve ahlaki liderliği üstlenmiş yöneticiler takımı.

Şimdi Türkiye açısından bu dört ana maddi unsuru değerlendirmeye çalışalım. Bunu değerlendirmede herhalde en kolayı üzerinde mukim bulunduğumuz toprak parçasının jeopolitik ve jeostratejik bakımdan tarihi imparatorluk sistemleriyle ilişkisini ortaya koymak olacaktır. İsterseniz tarihi bilinen batı yönünden yapılmış ilk küresel kalkışma diyebileceğimiz Makedonya kralı II. Philippos’un oğlu Büyük İskenderken başlayalım.(M.Ö.356-323). Bilindiği gibi Büyük İskender Dünyayı fethe çıktığında Yunan polis devletlerini ortadan kaldırarak bölgeyi kendisine bağlamış, sonra ise Zamanının en büyük rakibi ve Anadolu üzerinde hâkimiyeti devam eden Perslerle bu topraklar üzerinde var veya yok olmak savaşına karar vermiştir. Çünkü imparatorluğunu kurmak için Anadoludaki pers hâkimiyetine son vermek, pers imparatorluğunu Anadolu üzerinden yapılacak bir savaşla ortadan kaldırmak istiyordu. Neticede pers imparatoru III. Darius’la yaptığı Issos meydan muharebesinde (M.Ö.333) rakibini büyük bir hezimetle yenerek ortadan kaldırdı ve Persianın başkenti Persapolis’e girdi. Sonrası malum Büyük İskender’in karşısında hiçbir rakip dayanamadı Hindistan’a kadar olan coğrafyayı, Orta Asya dâhil her tarafı fethetti.

Anadolunun jeopolitik ve jeostratejik önemi için ikinci olarak Roma imparatorluğundan kısaca bahsedebiliriz. Gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklardan birisi olan Roma imparatorluğu ancak Anadoluyu egemenliği altına aldıktan sonra meşhur Roma barışını (Pax Romana) inşa edebilmiştir. Roma imparatorluk mimarisine bakanlar Romanın büyük siyasi yapısının ancak Anadoluyu hâkimiyeti altına aldıktan sonra bir imparatorluk olarak hayat alanı bulabildiğini göreceklerdir. Bilindiği gibi Romanın devamı olan Bizans imparatorluğu bu topraklara yaklaşık bin yıl hâkim olmuş ve Romanın doğu kanadını temsil etmiştir.

Doğuya hâkim olan pers imparatorluğu ise Yine Anadolu topraklarını kendi yaşam alanı için vazgeçilmez olarak görmüş ve batıdan gelecek saldırılara karşı Anadoluya özel bir önem vermiştir. Persler bilindiği gibi önemli varlık savaşlarını hep bu topraklar üzerinde gerçekleştirmişler, bu topraklar üzerinden gelen bir yenilgiyle de zamanının en büyük imparatorluklarından birini kaybetmişlerdir

Arap-İslam imparatorluğu ise İran’ı fethettikten sonra yine anadolu üzerinden hâkimiyet alanını genişletmek istemiş, sürekli hâkimiyetin yolunu ise Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Alpaslan açmıştır. Büyük Selçuklu devleti ve onun Anadoluya hâkim organizasyonu diyebileceğimiz Anadolu Selçuklu devleti ise Tüm Anadoluyu Bizans ve Haçlı Saldırılarına karşı korumaya çalışmıştır. Rusya’nın modern zamanlarda bile hayat alanının anadoluda olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Türk tarihinin olduğu kadar Dünya tarihinin de en büyük siyasi ve medeni yapılarından birisi olan Osmanlı Devletinin bu topraklarda inşa edilmesinin konumuz bakımından ayrı bir önemi vardır. Bu önem kabaca ortaya koyduğumuz diğer imparatorluklardan ayrı olarak, Bu toprakları merkez edinen modern dönemlerin en büyük hegemonik gücü ya da devleti olmasından ileri gelmektedir.  Osmanlılar bu coğrafya üzerinden yirmiiki milyon kilometreye ulaşan hâkimiyet alanlarıyla bugün batılı tarihçilerinde teslim ettikleri gibi Osmanlı barışını (Pax Ottomana) hayata geçirmişlerdir. Kısaca söyleyecek olursak Anadolu merkezli kurulan imparatorlukların her zaman ana karanın orta ve batı yakasında, diger tarafta ise Ortadoğu ve kuzeyde dünyayı etkileyen imparatorluklar olduğu görülmüştür  diyebiliriz.  Kaba hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu tarihi bilgiler bu coğrafyanın düşmanlarımızın ele geçirmek/kontrol altında tutmak için her türlü yola başvuracaklarını, bizim de korumak için güçlü olmak zorunda kalmamız gereken iç kalemiz  olduğunu ortaya koymaktadır.

Bütün bu anlattıklarımızdan ne anlamalıyız? Birinci olarak Bu coğrafya Hegemonik bir güç olmak için gerek tarihi /kültürel, gerekse jeopolitik ve jeostratejik tembihleri içeren bir tarihi geçmişe sahiptir. İbn Haldun’un dediği gibi bizim elimizde olmadığı kadar coğrafya bizim kaderimiz olmuştur. Hem tarihi hem de günümüz hegemonyaları için Anadolu hala vazgeçilmez bir öneme sahiptir. İkinci olarak, Osmanlı devletinin üzerine oturduğu otantik / tarihi kültüründe ortaya koyduğu gibi bu coğrafyada yaşayan ana inanç biçiminin üzerine oturduğu kültürel kod ve değerler ve onlardan türemiş alışkanlıklar çevremizi bizim lehimize eklemleyebilecek bir esnekliğe ve hoş görüye sahip medeni ölçüler ve alışkanlıklar meydana getirmiştir. Tarihi kültür birikimi ve alışkanlıklar bu coğrafyada her zaman nomokrasi yönünde bir gelişim göstermiştir. Anadolu’da gerek Sümer ve Asur gibi kadim medeniyetler gerek Roma gibi Yunan felsefesi ve doğu irfanıyla buluşan büyük imparatorluklar, gerekse Türk egemenliği her zaman güçlü merkezi devletlerin ve hukuksal örgütlenmelerin oluşumuna yol açmıştır. Bu örgütlenme yapıları aynı zamanda Anadolu’da zenginliğin oluşumuna ve güçlü ekonomik birliklerin kurulmasına da imkân sağlamıştır. Ayrıca Anadolu’da kurulan güçlü merkezi devletler çoğu kez farklılıkları kuşatan ve onları bir arada tutan bir kültürün de daima koruyucusu olmuşlardır.

Oysa bu gün Türkiye’de iktidar tarafından geliştirilen iç düşman konsepti ve bu konsept üzerine inşa edilmeye çalışılan dil, anadoluya hakim, farklılıkları bir arada tutan onlara yaşama imkanı tanıyan otantik anlayış tarzımızdan oldukca uzak bir dildir. Bu dil üzerinden iktidar olma politikası yanlıştır. Ve maalesef geçmişte de iktidarlar tarafından sık sık başvurulan bu retorik yüzünden Türkiye bu gün kendi toplumunu bir arada tutacak ortak bir kimlik ve kültür oluşturmayı başaramamıştır. Bu ülkede Nomokrasi yani hukukun üstünlüğü fikri en çok erozyona uğrayan ideal olmuştur. Anadolu’da kurulan Türk devletlerinin güvenlik ve yasa merkezli toplum inşası dağılmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin içerde başaramadığını dışarıya bir yumuşak güç merkezi olarak dağıtmasını ve çekim merkezi oluşturmasını düşünmek oldukça zordur. En büyük eksikliğimiz ise bütün bunları yönetecek kurum ve Organizasyonları bu yüce amaç için kuracak, geliştirecek ve hayata geçirecek entelektüel bilgiye ve ahlaki önderliğe sahip bir epistemik monopolün/bilgi cemaatinin bu toplumda maalesef henüz varlık ve yaşama alanı bulamayışıdır.

Bunun sebepleri üzerinde bana göre eğri oturup doğru konuşmalıyız. Türkiye’de siyaset devleti ele geçirmek ve güç merkezi üzerinden rant dağılımını paylaşmak olarak anlaşıldığı sürece, Türkiye merkezli bölgesel yada küresel organizasyonları yönetecek, ahlaki ve entelektüel liderliğe sahip bir epistemik monopol inşa etmek kolay olmayacaktır. Çünkü Rant dağılımı bilgiyi değil itaati esas aldığından daha çok beceriksiz ama muti olanların yükselmesine imkân sağlar. Denetimsiz, paylaşılmayan, anti demokratik siyasal kurumlarla desteklenen Türk siyaseti mevcut haliyle hem kültürel mirası hem de toplumsal sermayeyi oldukça kötü biçimde yönetmekte ve harcamaktadır. İşte 11 yıllık iktidarı döneminde AK Partinin bir türlü başaramadığı konu, farklılıkları yönetecek, siyasal alanda güç temerküzünü önleyecek, demokratik kontrol mekanizmalarını işletecek siyasal kurumlar inşa etmeyi başaramayışıdır.

Bütün bunların sebebi AK Partide siyaset yapmanın, ülkeye hizmet etmenin liderin bağışladığı bir armağan haline gelmiş olmasıdır. Ve bu alışkanlığın bütün Muhafazakâr söylemlerine rağmen bu ülkede iktidar partisi içinde siyaset yapmak için ona gönül verenlerin, onu sevenlerin hukukla garanti altına alınmış bir çoğunluk sistemiyle değilde tek başına lider ve bir gurup genel merkeze hâkim yönetici tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. Onun içindir ki partilerin genel merkez ve genel başkanlık statüsünü düzenleyen kanun derhal değiştirilmeli bu mono oligarşik liderlik anlayışından Türk siyaseti bir an önce kurtulmalıdır. Bu liderlik tarzının bu ülkeye ve topluma verdiği en büyük zarar Entelektüel bilgiyi siyasileştirmesi olmuştur. Entelektüel bilginin siyasileşmesi demek, tuzun kokması gibi bir şeydir. Siyasileşen entelektüelin bilgisi bilgi olmaktan çıkar ve artık bir manipülasyon aracına dönüşür. Buna paralel olarak entelektüel de bir manipülatör olur. İşte Türkiye’nin ve iktidara hâkim olan partilerin başını derde sokanlar da bu manipülatörlük yapan kerametleri kendin menkul entelektüel tiplerdir. Bunların bilgisine kendisini emanet eden hiçbir siyasinin sonu iyi olmadı. Bu tipler ya tabi oldukları liderin başını derde soktular ya da yönettikleri ülkenin başını belaya. AK Parti iktidarı döneminde ise sanırım her ikisini de birden yapmayı başardılar. Şimdi en baştaki sorumuza geri dönelim Türkiye bölgesel bir güç olmaktan vaz mı geçti? Yoksa bu mimariyi mantık olarak hiç yakalayamadı mı? …

 
Toplam blog
: 30
: 3349
Kayıt tarihi
: 09.08.08
 
 

Çorum doğumluyum, üniversite mezunuyum... tarih, felsefe, sosyal psikoloji, soyoloji,  din. ve si..