Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Temmuz '19

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye'nin Gizli Tarihi (1)

Osmanlı İmparatorluğu, 1922/1924’de değil, fiilen 31 Mart 1909’da sonlandırılmıştır. Aşağıda konu ile ilgili: Sultan II.Abdülhamid, Binbaşı Mustafa Kemal, İngiliz Diplomat Wilfred S. Blunt  ve diğerlerinin açıklamalarına/iddialarına yer verilmektedir.

...

1)Yıl 1909 : Sultan 2. Abdülhamid,  zorla alınan ve “Seni millet azletti’ İfadelerini içeren bir fetva ile tahtan indirilmiştir. Olacakları önceden büyük bir isabetle tahmin eden Sultan (31 Mart 1909 tarihinin önemini) daha sonra Başkatip Ali Cevat Bey’e anlatmaktadır: “Bundan sonra ne padişahlığın ve ne de hilâfetin ehemmiyeti kalmayacaktır…  Ben, son padişah olacağım..” (1)

...

2) “...Bir gün Talat’a (İttihatçı liderlerden Talat Paşa) dedim ki, ‘Biz bu ihtilal için ecnebi büyükelçilerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. . Gidelim bu elçileri ziyaret edelim, teşekkür edelim.’ Evvela İngiliz Büyükelçiliği’ne gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binayı tam bir ölüm sessizliği içinde bulduk. Ben emin idim ki. Büyükelçi de dahil olmak üzere bütün Büyükelçilik erkânı içeride idi…Fakat bizi karşılayan Büyükelçilik kavası, kimi sordumsa ‘yok’ dedi. Çok kötü bir karşılama idi bu…Bir mana verememeden dönmüştük…”

Rıza Tevfik, Londra’da oturan oğlu Sait’i görmeye gittiğinde İskoç asilzadelerinden Lord Nikilson ile görüşme yaptığından bahisle şunları yazar:

“Sohbet sırasında İstanbul Büyükelçiliği’nin bize gösterdiği O soğuk davranışı hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum:

-‘Dostum Rıza Tevfik Bey…Biz Jön Türkler’i teşvik ettik. Çünkü onlardan büyük bir netice bekliyorduk İhtilal olacak, İstibdat ile beraber Sultan da ve özellikle Sultan’ın temsil ettiği Hilafet müessesesi de alaşağı edilecek… Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. İhtilali yaptınız. Kanuni Esasi geldi. Fakat Sultan da hele Hilafet müessesi de yerinde kaldı.’

Lord cenaplarına tekrar sordum:

-‘İngiltere devleti fahimesini Hilafet müessesi neden bu kadar alakadar ediyor?

-‘Ha…Dostum Rıza Tevfik Bey…Biz Mısır’da ve bilhassa Hindistan’da İslâm kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, fakat muvaffak olamadık. Bilhassa Sultan yalnız bir defa ‘selam-i şahane’ ve bir de ‘Hafız Osman hattı Kur’an-ı Kerim’ gönderiyor, bütün İslâm ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde buluyor…  İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türkler’den ihtilal sonunda, Sultan’ın da, Hilafet’in de, devrilmesini beklerdik ve aldandık…İşte siz bu sebepten soğuk karşılandınız.” (2)

...

(3) Yıl 1911: Olay, (Binbaşı) Mustafa Kemal’in, 1911-1912 Yıllarında İtalyanlarla yapılan (Libya) Trablusgarb Savaşı sırasında yaşanmıştır. Mustafa Kemal anlatmaktadır:

“…Bu kumsallarda savaşırken bir gün emrindeki kabile reislerinden biri kum üstünde fala bakmıştı. Bedevinin şu sözleri mühimdi:

-Ne görüyorum beyefendi ne görüyorum!

Parmağındaki sigarayı asabî bir hareketle içen ve dumanlarını burnundan soluyarak savuran Mustafa Kemal, yüzünü buruşturarak sormuştu:

– Ne görüyorsun, aynen söyle!

– Aman beyim, bu olamaz, sizin bir gün bir taht yıkacağınızı görüyorum. Osmanlı hanedanı yıkılıyor, bu nasıl olur?

Mustafa Kemal o zaman bir kahkaha atmış:

Biz o tahtı 1909’da devirdik, buraya geldik…Sen maziden mi, yoksa istikbalden mi bahsediyorsun?

Bedevi, başını sallayarak ve Arapça fikirlerini ifade ederek itiraz etmişti:

– Hayır beyim, hayır, bundan sonra, bundan sonra, hem de Osmanlı hanedanının sonuncusunu demişti.

O günden sonra Mustafa Kemal bu vakayı dostlarına, arkadaşlarına sık sık tekrar etmiş, falcının bu hikâyesini de bana Beşiktaş’ta, Akaretlerde kaldığı annesi merhum Zübeyde Hanım’ın evinde bir gece anlatmıştı.

– Ne dersin Hüsamettin, demişti, bu fala inanalım mı?...

– Kim bilir. Paşam, dedim, gün doğmadan neler doğar!

– İşte Hüsamettin, dedi, bir gün senin Teşkilât-ı Mahsusa mensuplarından, (Şimdiki ismiyle MİT) vaktiyle Trablusgarp’ta, çölde kumların üstünde elindeki hançerle kumları karıştırıp, bana bu sözleri söyleyen falcının rüyasını hakikat yapmak hususunda yardım bekleyeceğim!

– Hele o günler gelsin de Paşam, herhalde hizmetinizde bulunmaktan zevk duyacağız! (3)

...

4) İngiliz Diplomat/Ajan, Wilfred S. Blunt : 15 Ocak 1882 yılında Kahire/Mısır’da bir kitap yayınlar. Eserin adı: ‘İslam’ın Geleceği’dir. Kitap aslında İngilizlerin (bizim)  geleceğimizle ilgili planlarının yol haritasıdır. Meraklıları lütfen aşağıdaki yazıyı dikkatlice okusunlar. Yazının satır araları: Son yüz kırk yılda yaşadığımız siyasal olayları ve arka planını; planın kurgulayıcıları ile birlikte çok açık olarak anlatmaktadır.  

Bahsekonu kitaptan birkaç alıntı:

“...Ne yazık ki, bizim takvim ile on birinci asırda, yeni ve zavallı bir etki, Arap ulema çevrelerinde kendini hissettirmeye başlamış, yavaş yavaş zemin kazanıp sonunda entelektüel ilerleme sürecini kaynağında durdurmayı başarmıştı. Muhammedi siyasette o zamanlar ilk defa ortaya çıkan Tatarlar (Türkler, ç.n.) güçlü ordulara sahip olsalar da, yavaş anlıyorlardı. Düşünme alışkanlıkları yoktu ve İslam’la kucaklaşınca da ona dair ileri bir görüş ortaya atma gereksinimi hissetmediler. Kur’an’ın dili ve hadisler kapalı birer bilimdi, ülkelerini istila ettikleri Arapların akıl yürütmeleri de daima ona yönelik bir eleştiriydi. Barbar asaletini okulları işgal eden münazaralarda riske atmak cesaretini göstermediler. Ve kafasızlıklarını dogmatik inancın surları ardına gizlediler. Kendileri kanun geliştirmede aciz kalınca da ellerine yazılı ne tutuşturulmuşsa kör gibi ona sarıldılar. Ebu Hanife’nin fıkhı onlara mükemmel bir şey gibi göründü ve onu tüm hukuki muhakemelerinin destek yeri yaptılar.

Sonra, yavaş yavaş tüm otoriteyi ele geçirince de daha fazla bilimin zındıklık olduğunu ilan ettiler ve aslında böylece tüm öğretileri kapattılar. On altıncı yüzyıldaki askerî zaferleri İslam’ın düşünsel akıbetini gizledi aydınlatmadı. İlk devirlerdeki inanç gözü olan akıl, sımsıkı kapanmış veya birçoğunun iddia ettiği gibi kör olmuştu. (Sahife:85)

İslam’ın maruz kaldığı bütün o tehlikeler ve talihsizliklerle yüzleşen bugünkü nesil, bir kez daha o eski düşünsel yöntemlere başvuruyor ve Arap düşüncesinin hâlâ güçlü olduğu yerlerdeki İslam’da bizler bugün aklî yaşama dönüşün kesin belirtilerini buluyoruz. Modern Arabistan, her nerede o bizim uygar dünya dediğimiz şeyle temasa geçtiyse, tam da yüzüne bakmaya hazır ve yetkin olduğunu göstermiştir. Şu an da kendi konumuyla ilgili ve bu yolla da inancına dair sorunların çözümüne hazırlanmaktadır.

Aslında, Kuzey Afrika’da uygarlık bugün kendisini sadece bir düşman olarak sunuyor. Ancak aklının siyasal yanlışlarla bulutlanmadığı yerlerde hemen yetkin olduğunu, üstelik sadece Avrupa düşüncesini iyi anlayarak değil kendisininkilerle benzerlik kurmak yoluyla ispatlıyor.

Bu yüzden Kahire’de İstanbul’un etkisinin kısmen kaldırılmakta olduğunu, Arap ulemanın bizim o yüce Avrupa düşüncesini kendince özümsediğini ve bizim ahlâkımızın daha iyi niteliklerini kaygısızca kendilerininkinin içine yerleştirdiğini görüyoruz. Mısır’ın evrensel dini hoşgörü için meşru bir araç arayışı veya öncü insanların aile yaşamlarını bir baskıyla değil sadece kendi düşünceleriyle yeniden düzenlemeleri ve hatta bazı durumlarda tek eşliliği benimsemeleri Türklerin hayal edebileceği bir şeref değil.

Gerçek şu ki, bir zamanlar atalarının zihnini etkileyen süreç bugün onlar için işliyor gibi görünüyor. Sekizinci yüzyılda Araplar, Yunan felsefesiyle karşılaşmış ve onu kendi inanç yapılarına uygun bir şekilde benimsemişlerdi; işte şimdi on dokuzuncu yüzyılda da başka bir ahlâk sistemini kendilerininkine uyduruyorlar. (Sahife:.86/1)

Sadece Mısır’da değil, Umman’da ve Arap yarımadasında, genelde Muhammedîlik ve onun Hıristiyan “misafiri” arasında gerçek bir samimiyet duygusu var. Zanzibar’da köleliğin kaldırılması, Avrupalı güçlere olduğu kadar Avrupa düşüncesine de verilmiş bir ödündü. Bir Müslüman ve bir Hıristiyan devlet arasında neyin doğru ve neyin adil olduğu temelinde bir karşılıklı ahlaki yakınlık kabul gördü, şuna inanmak için yeterli sebebim var ki eğer Yemen halkı da İstanbul’dan kurtulmayı başarırsa, benzer insancıl hisler onlar arasında da var olmaya başlayacaktır; hatta dini hoşgörüsüzlüğün merkezi diye bilinen Necipte ve Hicazda da var olacaktır. Çünkü biliyorum ki Arap olan nüfus gerçekten Özgürlükçüdür. Abdülhamid’in tanınmış kurbanı son Büyük Şerif döneminde, bu düşünceler hızla zemin kazanmaktaydı ve eğer onun zamansız sonu gelmeseydi şunu kesinlikle söyleyebilirim ki Muhammedi Kutsal Topraklar bugün Avrupa münasebetlerine açık olacak ve kölelik, en azından köle ticareti de son bulacaktı.

Dolayısıyla bugün şunu umut etmek için sebepler var: Arap düşüncesi bir kez daha İslam üzerinde egemen olursa, onun yönü kanunun özgür okunması yolunda olacak, o zaman da Hristiyan âlemi ile hatta belki Hıristiyanlıkla gerçek bir uzlaşının yolu açılmış olacaktır.

Bugünkü haliyle reformun karşısına dikilen büyük zorluk şu: Şeriat yahut kanunun yazılı şekli, Ortodoks İslam içinde halen şüphe edilemez olarak görülüyor. Kanun kendi içinde enfes bir kanundur ve Allah korkusu olan dürüst kişilere itaat etmeyi tavsiye ediyor, ancak bazı noktalarda İslam’ın gereksinimleriyle bağdaşmıyor, fakat yasal bir şekil de değiştirilemiyor. Düşünüldüğünde Muhammedîlerin gün gelip de Hıristiyan bir gücün tebaası olabileceği veya Muhammedi devletin kendi iç politikasını Hıristiyan taleplere göre ayarlaması çok şüpheli görünürdü.

Bu, tamamıyla bir savaş hali olarak düşünülürdü, zira kölelik ve cariyelik savaşın doğal sonuçları gibi algılanırdı. Gün gelip de İslam’ın komşularıyla barış içinde yaşayacağı veya dünyanın genel ahlâki duygularının Müslümanların içgüdüleri üzerinde zorlayıcı olup onların evlilik ve boşanma ile ilgili o eski barbarca adetlerini kısıtlamalarına yol açacağı hiç anlaşılmadı. Yine de bunlardan bir kısmı şu an meydana gelmekte veya gelmek üzeredir; ayrıca İslam’ın en iyi düşünürleri bugün bu yöndeki değişikliklerin er ya da geç gerçekleşeceğini kabul etmekteler. Sadece ısrarla bunun meşru bir şekilde olmasını, kanunları çiğneyecek yaptırımlarla olmamasını istiyorlar. (Sahife:87)

-“...Yalnızca bir zaman meselesi olacaktır. Bu yüzden inanıyorum ki İslam, sadece Avrupa ve Batı Asya’daki bir siyasal kayba değil, ayrıca Rusya’nın yutacağı Müslüman nüfusunun bulunduğu Osmanlı topraklarının kaybına hazırlıklı olmalıdır. Tabii Avrupa’nın bunca asırdır Müslümanlığın simgesi olarak gördüğü Osmanlı Türklerinin bir gün Müslümanlıktan çıkmaları tarihin ilginç bir intikamı olacaktır. Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır. (Sahife;96)

...Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde, bu çöküş ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, İngiltere’nin İslam’la ilgili rolü açıkça belirlenmiş bulunuyor. Hilafet –artık bir imparatorluk değil ama hâlâ bağımsız bir hakimiyet olarak- Britanya koruması altına alınmalı ve siyasal varlığı, Avrupa’nın başka saldırılarıyla rahatsız edilmeyecek şekilde resmen garanti edilmelidir. (Sahife:105/2)

-Ancak bu kadar akıl yormak yeter, çünkü bundan sonrası benciliktir ve değersizdir. Esas nokta şu ki, İngiltere, Asya’daki iyi şeyleri yok etmeyi değil geliştirmeyi benimsediğine dair güveni telkin etmelidir. Ne İslam’ı yok edebilir ne de onunla olan bağını koparabilir. Bu yüzden, Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet yolunda iyice yüreklendirsin. Çünkü tek değerli ve tek akıllı yol bu, hatta diyebilirim ki tüm haçlı seferleri çağından daha değerli ve daha akıllı bir yoldur. (Sahife:109) (4)

Evet...

Bu ifadelerin lütfen, 1882 yılında (II.Abdülhamid döneminde) özellikle de Mısır'da seslendirildiğini düşününüz.

İngilizlerin uzun süreden beri tek derdi: Türklerin, (Diğer) Müslüman topluluklarla bağını koparmak ve İslamdan uzaklaştırmak. Peki neden?

...

"...Britanya Hükümeti, Çarlık Rusyası’nın başlatmış olduğu İslam dünyasını parçalayıp ezme işini üzerine alarak 1918 – 1920 İngiliz – Rus savaşında Sovyet Hükümeti’ni devirmek ve onun yerine, İngilizlerin şu an tek başına son İslam devletine zorla kabul ettirmeye çalıştıkları kader için kendileri ile işbirliği yapmaya razı olan bir Rus Hükümeti’ni yeniden işbaşına geçirmek için çaba harcadı.

İstanbul’un işgaliyle birlikte Osmanlı Sultanları, Bay Lloyd George’un istediği zaman seçip atayabileceği basit Anadolu emirleri haline getirilebilirdi. Bu arada Türkiye’de olup bitenlerin, pek önemi yoktu. Ama Rusya’da olup biten her şey, büyük önem taşıyordu. (Sahife:126)

 -“1907 İngiliz – Rus Antlaşması’ndaki İngiliz teslimiyetçiliğinin derinliklerinde yatan sırrı açığa çıkartan bir karardı.

-“Osmanlı Halifeliği, emperyalizmin önünde duran son büyük engeldi…”

1907 Antlaşması, bu engeli parçalayıp attı… İslam Halifeliği tahrip edilmişti ve şimdi Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalan Türklere zorla kabul ettirildiği gibi çok az ülke, böyle enkaza çevrilecek kadar dövülüp hırpalanmıştır..”(5)

...

Özetle: İngilizler son ikiyüzylda yaşadığımız tüm siyasal olaylarda başaktör olmalarına rağmen iyi bir siyasetçi olmaları nedeniyle asla ortada gözükmemişlerdir. Ülkemizi I.Dünya Savaşı'nda Fransızlar ile birlikte işgal etmişler, ancak emellerini Yunanlıları oyuna sürerek gerçekleştirmişlerdir. Tarih kitaplarımıza lütfen bakınız, düşmanımız: İngiliz-Fransızlar mıdır, yoksa, onların kuklaları; Ermeniler-Rumlar/Yunanlılar-Bulgarlar mıdır?

 

Devam edecek

www.canmehmet.com

 

  • Kaynaklar
  • (1) II. Abdülhamid yaşananlar üzerine Başkâtip (Ali Cevat) Bey‘e: “Bu gazetelerin makam-ı saltanat ve hilâfete bu kadar tecavüz etmelerine bakılır ise, bundan böyle ne padişahlığın ve ne de hilâfetin ehemmiyeti kalmayacaktır. Zan edersem ben hatem-ül mülûk  (son padişah ) olacağım”  Bakınız: a)Değişmeyen gündem 31 Mart  05 Nisan 2011 06:33 ramazanblc@gmail.com b) “İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi (2. Abdülhamid’in Son Mabeyn Başkatibi Ali Cevat Bey’in Fezleke’si), Faik Reşit Unat, Türk Tarih Kurumu Yayınları
  •  
  • (2) Mustafa Müftüoğlu, Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayetler, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1977, s. 95-96, Cevat Rifat Atilhan, Türk İşte Düşmanın, Aykurt Neşriyatı, İstanbul, 1959, s. 55 Bunların kısaltılmış bir benzeri. Rıza Tevfik’in hatıra kitabı Biraz da Ben Konuşayım, s. 190’ da yer almaktadır. (Aktaran; İngiliz Tuzağı, Süleyman Koçabaş dip notu)
  •  
  • (3) “İki devrin PERDE ARKASI”, HÜSAMETTİN ERTÜRK Teşkilât-ı Mahsusa Başkanı. SAMİH NAFİZ TANSU (Sahife.95-96
  •  
  • (4) “İslam’ın Geleceği” Wilfred S.Blunt. 1882, Kahire/Mısır
  •  
  • (5) “Türkiye’nin Yeniden doğuşu” Clair Price, sahife: (110-121-126)

 

 
Toplam blog
: 1117
: 1768
Kayıt tarihi
: 29.08.06
 
 

Ticari ilimler akademisindeki öğrenciliğim sırasında, bir kamu iktisâdi kuruluşunda başladığım ça..