Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ağustos '18

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ukrayna (Odessa) Gezi Notları

Ukrayna (Odessa) Gezi Notları
 

Odessa Potemkim Merdivenlerinin yanından Karadeniz'i seyrediyorum


22  MAYIS  2018  (ODESA)

Tren Garından çıkıp, nerede olduğumuzu anlayıp yön tayin etmeye çalışıyoruz. Offline harita eşliğinde Puşkin Caddesi boyunca kent merkezine yürümeye başlıyoruz, asırlık çınarların gölgesinde. Kent henüz uykuda, saat 06.30, yalnız belediye görevlileri çalışıyor bu anlarda. Cadde boyunca, kendilerine ayrılan alanı, süpürüyor, cadde kenarındaki musluklardan aldıkları suyla kaldırımları, caddeyi, hatta binaların kapılarını bile yıkayıp temizliyorlar.

Farklı bir kent sokaklarında yürüdüğümü hissediyorum, geçirilen pek çok badireye rağmen, özenle korunmuş binalar, naif bir mimari, dev ağaçlar yerleşmiş bir kent kültürünün şifreleri.

Muhteşem bir fasada sahip binanın önünden geçiyoruz, dayanamayıp yolun karşısına geçip Bristol Otelinin fotoğrafını çekiyorum. 1889 yılında Rus hanedanı için yapılmış bina, yeni imal edilmiş bir pastayı andırıyor.

Tüm kibarlığı ile Puşkin çıkıyor karşıma Bristol Otelin hemen yanında, hayatına mal olan zerafet ve gururu ile hafifçe selam veriyorum. Bugün, adını taşıyan caddede 13 numaradaki yaşamını geçirdiği evde tekrar karşılaşacağımızı söylüyor, hafifçe selam verip, parke taşlarında yankılanan valizimin tekerleğinin seslerinin melodisinde keyfine doyulmayacağına inandığım kentin kalbine yol almaya devam ediyoruz.

Puşkinskaya caddesi ile Deribasovskaya caddelerinin kesiştiği kavşaktan içeri girerken saat henüz 07.00. Odesa’nın İstiklal caddesi denebilir buraya. Trafiğe kapalı, cafe, restoran ve büyük mağazalar ile turistler için cazibe merkezi. Kalacağımız ( daha doğrusu gecelemeyip, çantalarımızı bırakıp, ertesi sabahın köründe İstanbul’a uçmayı beklerken uzanıp dinleneceğimiz yer burası ) otel de burada 27 numarada. Otelimizi bulup resepsiyona çıkıyoruz. Check in saat 14.00’ de yani tam yedi saat var. Kız, saat 13.00’den önce oda veremeyeceğini söylüyor, çantamızı bırakma isteğimizi de emanet odası olmadığı gerekçesiyle kibarca geri çeviriyor. Gerçekten de otelin merdiven sahanlıkları dahil, her şey minimal oranlarda yapılmış. Böyle bir zihniyetin, emanet odasını feda edemeyeceği belli. Anlaşılan dün olduğu gibi bugün de valizimiz de bizimle gezecek bu kenti.

Çaresiz, otelin karşısındaki Şehir Parkında banklara oturup, dükkanların açılmasını, hayatın başlamasını ve kahvaltı etmeyi bekliyoruz.

Pırıl pırıl bir kent, her geçen an içinde daha çok seviyorum Odesa’yı. Parkın girişindeki aslan heykellerinin yüzlerindeki vahşi ifade bile yapay kalıyor kentin görebildiğimiz güzellikleri içerisinde.

Yarım saat oturduktan sonra hareketlenmeye başlayan parkın dışına çıkıyoruz. Harika hamur kokuları gelen bir dükkana bordalıyoruz. Temiz, farklı içeriği olan mekan çekiyor bizi. Mantarlı börek, kocaman kupalarda çay içiyor, hayli yoğun geçecek bir güne hazırlıyoruz kendimizi.

Deribasovskaya boyunca ilerlerken bir alt caddede muhteşem bir bina görüp, yolumuzu değiştiriyoruz. Odesa Opera Binası burası, kentin en eski yapılarından biri. İlk olarak 1810’da inşa edilen, 1873’te çıkan yangında zarar görmesiyle 1887’de yeniden yapılan bina, at nalı şeklindeki tasarımıyla Neo-Barok akımının en ihtişamlı örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Çaykovski, Rahmaninof, Isadora Duncan gibi dünyaca ünlü isimlerin yeteneklerini sergiledikleri eşsiz bir mekân olan Odessa Opera Binası, iki bine yakın izleyici kapasitesiyle Ukrayna’nın da en büyük opera binası.

Sakin bir kentin keyfini sürerek yürüyoruz yollarda, Puşkin büstünün, kestane ağaçlarının gölgesinde gizlendiği Primorskiy Bulvarına geliyoruz. Bakmayın bulvar dendiğine, trafiğe kapalı bir huzur beldesi burası.

Oturduğumuz köşeden kalmak istemiyoruz, öylesi huzurlu bir kent. Doğusunda kıyasıya savaşın devam ettiği bir ülkede böylesine huzur veren bir vahanın varlığını kabul etmek istemiyor hafızamız.

Primorskiy Bulvarı başka bir parkta sona eriyor. Odesa ve İstanbul’un kardeş şehirler olmalarının anısına hazırlanmış İstanbul Parkı burası. Çöp kutularının üzerinde bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi yazıyor.

Sonunda Odesa’nın sembollerinden Potemkin Merdivenlerinin sona erdiği meydana geliyoruz. Tam ortada fotoğraflarına teşne olduğumuz Dük Richelieu’nun heykeli yükseliyor. Karadeniz’in kokusu geliyor, deniz kokusu, özlemişiz bu kısa süre içerisinde. Odesa’nın meşhur limanı yukardan görüldüğü kadarı ile hiç de kaotik değil.

Deniz kokusunu ciğerlerime çekerken Nâzım Hikmet geliyor aklıma. Usta, sevgilisi ile Odessa’da buluşmak üzere sözleşir, ancak kadın hastalanarak ölür. Bunun üzerine aşağıdaki mısraları yazar;

Ölülerimi serpmişim yeryüzüne / Kimi Odessa’da yatar / Kimi İstanbul’da / Prag’da kimi…

Haa, bir de Nâzım’ın Vera’ya yazdığı mektubu hatırlıyorum hayâl meyâl; "Odessa'da Potemkin Zırhlısı'nın çevrildiği merdivenlerden denize bakıyorum. Denizde yakamozlar... Sevgili Vera bilir misin, İstanbul'un denizi de böyle ışıltılıdır. Sevgilim, senin gözlerin de benim hayatımı işte böyle aydınlatmakta..."

Potemkin Merdivenlerine gelmeden önce, bu meydanda bir Fransız Dükü’nün ne işi var denebilir? Paris’te asilzade bir hayat yaşarken, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra yurt dışına kaçarak Rus Çarlık Ordusu’na katılmış, Osmanlı ordularına, komutan olarak büyük hezimetler yaşatmış, 1803 yılında Çar tarafından Odessa Valiliğine atanmış. Döneminde Odessa’yı küçük bir köy iken liman tesisleri ile ticaret ve tarımın başat olduğu modern bir kente dönüştürmüş. Dolayısı ile bu meydanda heykelinin dikilmesini hak etmiş bir zat.

Anlaşılan yaşamında oldukça bonkör biri olmalı, zira, heykelin altında bulunan para keselerine dokunulduğunda insanların zengin olacağına inanılıyor, kese bu nedenle dokunulmaktan pırıl pırıl parlıyor.

Potemkin Zırhlısı filmi, Bolşevik İhtilali’nin ilk kıvılcımlarının atıldığı 1905 yılında Odessa’da demirli Potemkin isimli bir zırhlı gemide çıkan isyanı anlatır. Ne var ki, yıllar sonra Sovyet yöneticileri 1905 isyanının yirminci yıl dönümü anısına, o zamanlar 27 yaşında olan Eisenstein’a sipariş ettikleri film üç ay gibi kısa bir zamanda hazırlanır.

 Nihayetinde, propoganda filmi olduğundan, gerçek isyanla ilgisi olmayan bir çok sahne eklenir. Bunların en önemlileri, Potemkin isyanını kutlamak üzere Odessa rıhtımının hemen karşısında yer alan beyaz merdivenlerde toplanan halkın acımasızca, Çar’a bağlı Kazak askerler tarafından taranarak öldürülmeleridir. Sonrasında personel arasındaki hizipleşmeler neticesi isyanı sürdüremedikleri, Romanya’da teslim oldukları ve Çar tarafından hemen hepsinin idam edildiği gerçeği filmde tam yansıtılmamış ve kahramanlık menkıbesine evrilmiştir.

Yurttaş Kane ile birlikte modern sinema sanatının doruklarından sayılan Potemkin Zırhlısı filmi, beyaz merdivenleri meşhur etmiş ve giderek Potemkin Merdivenleri olarak anılmaya başlamışlardır.Merdivenlerden sonra devam ediyoruz, pek özelliği olmayan, ama turizm nemalarını güçlendirmek için icat edilmiş birkaç görülesi yer var önümüzde, açıkçası biraz isteksiz dolaşıyoruz. Vorontsov Sarayını, Eski Odessa’ya bağlayan sıradan bir köprüden geçiyoruz, Tioschin Köprüsü deniyor. Ama, yayılan efsanesi muhteşem; Yerel başkanın kayın validesinin krepleri  sevmesi nedeniyle bunu yapmasıydı. Ancak diğer tarafta yaşadığı için köprü inşaa ederek bu şekilde iki yakayı birleştirmişler.

Bakımsızlıktan dökülmeye yüz tutmuş olsa da, hâlâ eski görkemini yansıtan Voronsky Sarayı’nın önünden geçiyoruz. Saray ve yanıbaşındaki Kolonlar bakımda. Kolonlar görünmeyecek şekilde sarılıp sarmalanmış, saray ise saştan perdelerle görünmez kılınmış. Bir ara uzanıyor ve giriş kapısının önünde simetrik yazılmış iki Osmanlıca tuğra ve altında yine Osmanlıca kitabeler görüyorum. Eski derdim yine depreşiyor, bir nesil önceki atalarımın dilini bil(e)memenin hüznünü ve utancını yaşıyorum.

Daha sonra yaptığım araştırmalarda da, Türklerin burada kaldığına dair bir belge bulamıyorum. Kızıl Ordu’nun karargahı olarak kullanıldığı, pek çok el değiştirildiği, bombalandığı halde bu Osmanlı yazılarının hâlâ yerinde durmasına şaşırıp kalmak düşüyor bana.

Saat 12.00, hava sıcak, akşam trende silkelenip durmanın verdiği yorgunluk nedeniyle odamıza dönüyoruz, eşim güzel bir çay demliyor, uzanıp dinleneyim derken uykuya teslim oluyorum.

Kısmen hırpalanmışlığı attıktan sonra, saba erken saatlerde karşılaşıp söz verdiğim üzere Puşkin’in müzesine yollanıyoruz eşimle ( 40 UAH ). Puşkin, Gogol’un deyişiyle; “ Olağanüstü bir olaydır.”, Dostoyevski onun için; “ adeta ileriyi gören bir peygamber gibidir. “ der.

Rusya’nın en önemli edebiyatçısı ve şairi Aleksandr Puşkin, kendisinden hiç mi hiç beklenmeyen “ Gizli Günce “ isimli kitabında, eşi ve çevresi ile seks ilişkilerini, fantezilerini anlatıp, edebiyat hayranlarını düş kırıklığına uğratıp şaşırtsa da, şiirleri ölümünden sonra çok daha fazla görür. Kelimenin tam anlamıyla, bir düelloda pisi pisine ölür. Kitap öylesine ertik ve seks ögeleri ile doludur ki, Puşkin, adı geçenlerin müşkül durumda kalmaması için yüz yıldan önce yayınlanmamasını vasiyet etmiştir.

1837 yılında vuku bulan düelloyu anlamlandırabilmek adına; tam dokuz yıl öncesine, 1828 yılına dönmek gerekiyor. Puşkin, 1828 yılında katıldığı bir baloda, sonradan eşi olacak Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve tabiri caizse ona vurulur. Vurulması da şaşırtıcı değildir; o dönem 16 yaşında olan Natalya, güzelliğiyle aristokrat çevrede tanınmaktadır. Öyle ki, Çar Nikola bile Natalya’nın güzelliğine hayrandır. İlk karşılaşmalarının üzerinden çok süre geçmeden, Puşkin, Natalya’ya evlilik teklifi eder. Bu ilk evlenme teklifi, Puşkin için hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Hem Natalya hem de ailesi bu evliliğe sıcak bakmamaktadır ki Puşkin’in ilerici ve özgürlük yanlısı fikirleri sebebiyle gönderildiği onca sürgün, uğradığı onca sansür ve etrafında dolanan onca polis düşünüldüğünde, evliliğe sıcak bakılmamasına şaşırmamak gerek. Ancak, Puşkin pes etmez. Çardan kendisine daha az baskı yapılacağına dair aldığı söz ve Natalya’nın ailesiyle buzları eritmek için verdiği emekler sayesinde, 1831 yılında evlenirler.

 Takvimler 1836 yılını gösterdiğinde, aristokrat çevrede, Natalya ile birçok dedikodu dolanmaya başlar. Bu dedikodular; çarın muhafız alayında görevli, Fransız İhtilali’nden kaçan bir ailenin çocuğu ve Hollanda büyükelçisi olan Baron van Heeckeren’in evlatlığı olan Baron d’Anthès ile Natalya’nın gönül ilişkisi olduğuna yöneliktir. Yoğun şekilde devam eden bu dedikoduların üzerine, Puşkin, isimsiz bir mektup alır. Puşkin’in ‘’boynuzlu bir koca’’ olduğunu ima eden bu mektup, Puşkin için son damladır. Zaman kaybetmeden d’Anthès’i düelloya davet eder.

Ancak, Baron van Heeckeren’in araya girmesiyle; düello, iki haftalık bir süre için ertelenir. Puşkin’in arkadaşlarının araya girmesi ve üzerine, d’Anthès’in evlenmek istediği kadının Natalya’nın kardeşi olan Ekaterina Gonçarova olduğunu açıklamasıyla, düello iptal edilir. Edilir edilmesine ancak, Puşkin’in öfkesi dinmez. Dinmemesi de normaldir; hem dedikodular devam etmektedir hem de, d’Anthès, hâlâ Natalya’nın etrafında dolaşmaktadır.

Bunun üzerine, Puşkin, hem d’Anthès’e hem de üvey babasına hayli aşağılayıcı ifadeler içeren bir mektup gönderir: Tek isteği tekrardan bir düello ayarlayabilmektir. İstediği de olur, van Heeckeren, düellonun hâlâ geçerli olduğunu bildirir. 27 Ocak 1837’de gerçekleşen düello, normal kurallarının aksine (yirmi beş-otuz santim), taraflarının on adımlık mesafede konumlanması ile başlar. İlk atış hakkına sahip olan d’Anthès, Puşkin’i karnından vurur. Aldığı darbe sebebiyle, Puşkin, rakibini ancak sol elinden yaralayabilir. Puşkin, o dönemler ölümcül sayılan mermi yarası sebebiyle, iki günlük ıstırap sonrasında, 29 0cak’ta vefat eder.

 Ölümü, Moskova’da infial derecesinde ses getirir. Çarlığın Puşkin’i sindirmek için planladığı bir komplo olarak nitelendirilen bu düello, yığınları sokağa döker. Tepkileri önleyebilmek adına, cenaze töreni lokasyonu Aziz Isaac Katedrali yerine küçük bir kilise olarak değiştirilir. Buna rağmen; aristokratlar, askerler, öğrenciler veya basit halk fark etmeksizin yoğun bir kalabalık cenaze törenine katılır. Törende, genç bir subay, çar yönetiminin despotluklarını lanetleyen bir şiir okur. Sonrasında tutuklanan ve Kafkasya’ya yollanan bu subay, Rus şairi Mikhail Lermantov’dan başkası değildir. Kaderin cilvesi midir bilinmez, iki yıl sonra, kendisi de düello sebebiyle hayatını kaybeder. Puşkin’in cenazesi ise, herhangi bir ayaklanmayı önlemek adına, bir gece yarısı polis tarafından kiliseden alınıp Mihaylovskoye Köyü’ne götürülerek toprağa verilir.

Geride kalanlara gelince; d’Anthès, bütün askeri rütbeleri sökülerek, Rusya’dan sürgün edilir. Eşi ve çocuklarıyla Fransa’ya yerleşen d’Anthès, sürgünde olup olmadığı tartışmalı olacak şekilde, politika ile iç içe ve rahat bir hayat sürdürür. Natalya ve dört çocuğu ise çarın bahsettiği bir eve yerleşirler. Düellodan yıllar sonra ise, Rus edebiyatçı Gorki, Fransa’da karşılaştığı d’Anthès’in elini en büyük Rus şairini öldürdüğü gerekçesiyle sıkmazken; Puşkin’in kızlarından biri Tolstoy’u o kadar etkileyecektir ki, sonucunda bu etkilenmeyle Anna Karenina karakteri hayat bulacaktır.

Sovyetlerin tüm eski ülkelerinde olduğu gibi burada da, ziyaretçilerin ensesinden ayrılmayan kadın görevlinin nezaretinde dolaşıyorum müzeyi. Puşkin, radikal çıkışları nedeniyle Rusya’dan sürüldükten sonra, o zamanlar otel olan bu binada yaşamış.

En sona, Odasa’nın meşhur Arcadia plajları kalıyor. Amacım, Karadeniz sahilleri boyunca hayli uzun bir yürüyüş yapmak. Şevçenko Parkının girişine gerçekten yakışmış bir heykeli var Ukrayna halkının ulusal liderlerinin.

Az ileride karşıma 2. Aleksandr Kolonu çıkıyor. 1891 yılında bu yana yerinde duruyor, çevre peysajı da onu daha görkemli yapmış.

Parkın tertemiz çevresinde güneye doğru Karadeniz sahillerine paralel yürüyorum. Artık, Odessa limanının kaotik görüntüsü de çarpmıyor gözüme. Akasya ve kestane ağaçlarının gölgesinde ülkelerin neden katliamlardan ve savaşlardan uzak kalamadığını düşünüyorum bir yandan.

Bu kez karşıma daha da görkemli  bir anıt çıkıyor, önüne 1941-1945 yıllarının anısına inşaa edilmiş Zafer Yolu, ateşi hiç sönmeyen Meçhul Denizciler Anıtı’na getiriyor.

İğde kokularının hakimiyetindeyim artık, sağımda Karadeniz, çok uslu bugün, uyuyan sularında yelkenli tekneler dolaşıyor. Sanki, bildiğimiz Karadeniz, Anadolu’nun bu yakasında huy değiştirmiş Akdeniz olmuş, deniz bereketini de bu kıyılarda arttırdığı gibi.

Orman içinde uzanıp giden patikayı, iğde kokularını bırakıp sahil boyunca uzanan plajlara iniyorum. Sırasıyla Vidrada, Otrada plajlarını geçiyorum, bir yandan da gözüm kumlara sere serpe yayılmış Ukraynalılarda.

Cüretkârane kumlara serilmiş gençleri görünce ayağımdaki ayakkabıları fırlatıp atmak, sandaletlere dönmek istiyorum. Gerçi, dönüşte Fethiye’me yaz tüm etkisiyle gelmiş olacak. Nudist Plajlara gitme isteğim, giderek tükenen enerjim ve geçen zaman nedeni ile hüsrana uğruyor, geri dönüyorum, bu kez bisiklet parkuru olan Zdoroyva Trasa boyunca yürüyerek.

Limanın yanından Potemkin Merdivenlerine paralel çalışan finükülere binip, kısmen de olsa yolu azaltıyorum. Geri dönüp eşimin yanına geldiğimde hesabımca 13.3 km. yürümüş oluyorum.

Eşim, kaldığımız Deribas Otel’in karşısındaki, sabah kentin uyanmasını beklediğimiz City Garden parkında trompet çalan gençleri dinliyor. Yanına oturup bu sıcakta onca yol yürümenin bedeli olan yorgunluğumu atmaya çalışıyorum.

Deribaskaya caddesinde, yanyana dizilmiş, caddenin albenisine hiç mi hiç yakışmayan barakaların genişletilmiş halinde restoran ve kafeler var. Sabah ilk gördüğümde, Türk kurnazlığı gelmişti aklıma, doğruymuş, küçücük ahşap barakaları Anavatandaki gibi büyüte genişlete, kaldırımlar taşa taşa çirkinleştirmişler. Yine de şeytan dürtüyor, ne zamandır yemediğimiz kebap kokuları da burnumuza gelince, plastik sandalyelerine kurulup, memleket işi karnımızı doyuruyoruz.

Tahmin ettiğim gibi Türkler, ailece çalışıyorlar. Genç kızları garsonluk yapıyor, kimisi salata hazırlıyor, ocağın sıcağının verdiği kahrı nöbetleşe paylaşıyorlar. Gecekondu kültürünü, Odessa gibi geçmişin korunduğu bir ülkede  geliştirdikleri için kızıyorum, diğer yandan da Türk çalışkanlığını ve girişimciliğini yurtdışında sürekli gördüğüm Türk iş adamlarını takdir ediyorum.

Uçağımız yarın sabah itibarı ile 02.35’de kalkacak. Bugün yaptığım araştırmalarda, bu saatlerde toplu ulaşım araçlarının çalışmadığını öğrenmiştim. Ali Baba restoranın sahibine anlatıyorum; bizim bildiğimiz taksi şirketi var, eşimizi dostumuzu onlarla havaalanına gönderiyoruz, hem güvenli oluyor hem de normal taksimetre bedelini alıyorlar deyince rahatlıyorum.

İlerleyen saatlerde Deribasovskaya caddesinin trafiğe kapalı ortamında kalabalık artıyor, küçük poniler dolaşmaya başlıyor. Rengarenk ışıklar içinde vakit geçiriyoruz.

Sonra, Ali Baba’ya gidip taksi çağırmalarını rica ediyoruz. Çok geçmeden gelen taksi 10 kilometrelik mesafeyi, karanlık ve bozuk yollarla aşarak  Odessa’nın naifliğine, şirinliğine hiç yakışmayan havaalanına getiriyor ( 105 UAH ).

111 UAH kalmış cebimde, üç döviz bürosundan birisi açık, kız, camın ardında uyuklayıp duruyor. Cama vurup para bozduracağımı söylüyorum. Çekmecesini karıştırıyor, eline Grivnaları alıyor bırakıyor ve gülerek. Aslında kız haklı 111 UAH, 3.54 € veya 4.5 $ yapıyor. Belli ki, bu miktarda küçük parası yok.

Ben de son Grivnalarımla, küçük hediyelik eşya kioskundan üzerinde Odessa anıları olan bir cam kupa ve magnet alarak rahatlıyorum.

Check-in başlıyor, güvenlikte tüm çantalarımızı baş aşağı boşaltarak, ayakkabı ve çoraplarımızı çıkarttırarak, tahrik edercesine bir arama yapıyorlar.

Tekrar tekrar x- raydan geçirip, temiz olduğumuza ikna olunca bırakıyorlar.

02.35’i uçağın hareketini bekliyoruz artık.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..