Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '08

 
Kategori
Psikoloji
 

Unutmayı hatırlamak

Unutmayı hatırlamak
 

Uykum demini almamıştı henüz.

Nerden anladım? Beynim demini almamış bir çayın bardaktaki bulanıklığını gözlerime akıtıverdi de ordan.

Bilincim öylesine berraktı ki hafıza kartı bomboş bir fotoğraf makinesinin açlığıyla gece boyunca yanan lambanın bütün ışıklarını emdi bitirdi.

O anda bundan bilmem kaç yıl öncesinin bir gününün bir saatinin bir saniyesindeki kokular, renkler, kaygılar, sevinçler; bütün somut ve soyut alem yüksek çözünürlüklü bir fotoğraf karesi gibi demlenmemmiş uykumun aktığı gözlerimde beliriverdi ve hızla bu fotoğraf karesi bir film rulosuna dönüşüp o anları yaşatmaya başladı sevgili koltuğunda yalnız oturan padişaha. O günkü bütün olayları saniye saniye hatırlamak telaşına kapıldım. Çoğunu hatırladım...

Telaş, telaş...

Panik atak krizi...

Bir sonraki günü hatırlamaya çalıştım olmadı, sonraki hafta, sonraki ay, sonraki yıl... Olmadı olmadı. O anın hangi yıl olduğunu da hatırlayamadım. Beynim zonklamaya, kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.

Anları, olayları hatırlamaktan vazgeçtim. İnsanların isimleriyle görüntülerini, görüntüleriyle isimlerini eşleştiremedim. Panik arttı. Bilincimin kaybolmaya başladığını, içimdeki pilin bitmeye yüz tuttuğunu hissettim. Böyle durumlarda hemen mekan değiştiririm. Odadan salona geçtim. Televizyonu açtım. Bilinçaltımın refleksleri çalıştı, bana bağırdı: "Nereye kaçıyorsun. Hatırla."

Gökhan Dabak'ın Deli Cevat'ını hatırladım. Kendi kendine konuşan adamı.

İlk darbeyi atlatamadan ikinci bir darbe aldım, yere düştüm hakem saymaya başladı. Yerimden kalkamadım. Yüksek sesle marş söylemeye başladım. Kendimi kendi sesimle boğmaya çalıştım. Başardım. Günlük yaşamda bunu pek beceremeyiz, ama beyin sıkıştığında öyle yaratıcı oluyor ki bütün gizli silahlarını ortaya çıkarıveriyor.

Zaferim kısa sürdü.

Hiç ummadığım bir soru bütün benliğimi sardı: " Şu ana kadar hayatına giren insanlar şu anda nerde? "
"Eski sevgililerin nerede, kiminle yaşıyor, şu anda onlara ulaşabilir misin?"

"Ya öğrencilerin, hangi işte çalışıyorlar?"

"Öğretmenlerin, komutanların, patronların şu anda ne yapıyorlar? Yarın istesen onların hepsine ulaşabilir misin?"
Beynimdeki büyük patronun kırmızı alarmla verdiği bu içtima emrine hazırlıksız yakalanan nöbetçi çavuşlar merhamet dileyen gözlerle benden bana bakıyorlardı.

Bir yandan isimlerle görüntüleri eşleştirmye çalışırken bir yandan bu soruyla nakavt oldum.

O sırada açık olan televizyonda birkaç önemli profesör ve gazeteci "türban"ı tartışıyorlardı. Gözüm onlara takıldı. Panik atak nanik atak kalmadı. Öyle ya laiklik elden gidiyordu, türban serbest bırakılmazsa demokrat olamayacaktık. Birden silkindim ve kendime geldim. Sorumluluklarının farkında, okumuş aydın bir insan olarak bu toplumsal probleme duyarsız kalamazdım. Saatlerce hiçbir şey düşünmeden ekrandaki düelloyu izledim. Beynim ipek gibi olmuştu.

Sakinleşince düşündüm: Unutmak ölümden daha beter bir şeydi. Aslında her an ölüm korkusu içinde yaşarız. Sadece bu korkuyu unuturuz. Değilse her an ölme ihtimalimiz ortadan kalkmamıştır. Unuttuklarımızın farkına varmadığımız için problem yoktur. Unuttuklarımızın farkına varmak aslında unuttuğumuzu hatırlamak değil, o ölümü yeniden yaşamaktır. Beynimizdeki patronların kendi aralarında vardığı gizli bir anlaşmadır aslında unutmak.

Hatırlamak kaybolmuş bir filmi yeniden seyretmek midir, az önce anlattıklarımda sözünü ettiğim panik atak krizini bununla açıklayabilir miyiz? Beynimiz neden her şeye hakim olmak ister, bunu özgüven bunalımyla mı açıklayabiliriz sadece? Bu soruların cevaplarını bulmaca çözer gibi verdim, ama bazı sözcüklerin birkaç harfi eksik kaldı. Onları da kafadan attım. Nasıl olsa bu bulmaca ödüllü değildi. Sonra aynı bulmacayı bir daha çözdüm. Bu sefer başka sözcükler eksik kaldı." Aman canım dedim, türban sorununu bile çözemiyorlar. Bu sözlerle avuttum kendimi, fakat kendimi garantiye almak için uykuya yatmadım. Neme lazım, kaldıramam bir atak daha dedim. Bir film bulup televizyonda sabahladım.

Sabahleyin derste çocuklar: "Hocam yine mi blog yazdınız, boş verin bu işleri." dediler.

Zor bir soru sorup intikamımı aldım: "Aristoteles, bir tragedya yazarının abartı konusundaki tavrını açıklarken şu önermede bulunur:'OLANAKSIZ OLASI, OLASI OLMAYAN OLANAKSIZA YEĞLENMELİDİR.'Sizce Aristoteles ne demek istemiştir?"

Çocuklar birbirine girdi, ben de güldüm....

 
Toplam blog
: 114
: 1620
Kayıt tarihi
: 01.08.07
 
 

1964'te Ankara'da doğdum. Meslek lisesinin elektrik bölümünü bitirip fabrikada ve şantiyede çalıştım..