Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland - Kamboçya - Vietnam)
 

Mekong kıyıları...


Sekizinci Bölüm / MEKONG NEHRİ – CHAU DOK – CAN THO

Kahvaltıdan sonra, bir tuktuğa atladık ve otelden çok da uzak olmayan iskeleye yollandık. Biletlerimizi önceden almış olduğumuzdan, hemen pasaport kontrolünün yapıldığı masaya geçtik. İşlemler çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra teknede yerlerimizi almıştık.

Tonle Sap ile Mekong nehirlerinin birleştiği noktayı geçip, kurak mevsimde bile genişliği İstanbul Boğazından büyük olan Mekong’a saptık. Bir süre sağı solu seyrederek ilerledikten sonra, püfür püfür nehir rüzgârının da etkisiyle, bağdaş kurduğum koltukta uyuyakaldım. Arkamda oturan ve uyuduğumu farketmeyen kocam, birşey söylemek için omuzuma dokunmasaydı, iyice daldıracaktım. Gözümü açtığımda hava bulutlanmış ve biz de Kamboçya sınırına yaklaşmıştık. Tekne kıyıya yanaştı, hepimiz pasaport kontrolü için karaya çıktık. İşimiz çabucak bitti, diğerlerini beklerken kocam fırsattan istifade bir sigara yaktı.

“Vietnam’da sigaranın ne kadar ucuz olduğunu görünce şaşıracaksınız.” dedi, yanımızda duran yaşlı bir adam.
“Aslında bırakmaya çalışıyorum ama olmuyor.” dedi kocam.
“Ben 71 yaşındayım, boşverin.” dedi yaşlı adam, gülerek.
“Haklı olabilirsiniz” diye güldü kocam da. “Nereye gidiyorsunuz?”
“Sevgilimi görmeye.”

Amerikalı olduğunu ve uzun yıllardır Vietnam’da yaşadığını öğrendiğimiz adam, genç sevgilisinin bir Avustralyalıyla evli olduğunu, adamın Avustralya’da yaşadığını ve arada karısını ziyarete geldiğini söyledi. Bir anlık duraklamadan sonra, ilgiyle dinlediğimizi görünce, gülümseyerek devam etti:

“Benim ne zaman düşüp öleceğim belli olmaz, Avustralyalı genç, 48 yaşında, sevgilime hak veriyorum, kendini garantiye almak istedi.” dedi.

Amerikalı amcanın olanca açıklığıyla anlattığı özel hikâyesini dinlerken, diğer yolcuların pasaport işlemleri tamamlanmış, tekneye geri dönme vakti gelmişti. Kısa bir yolculuktan sonra, bu sefer Vietnam tarafındaki kontrol noktasında kıyıya yanaştık. Karaya çıkmak için ne bir merdiven, ne de doğru dürüst bir platform vardı. Bizi karşılayan üniformalı görevliler, hemen oracıkta ayaküstü pasaportlarımıza bakıp, bekleme odasına doğru ilerlememizi işaret ettiler. Odada, bir camekânın arkasındaki görevliye pasaportlarımızı teslim edip, dışarı çıktık. Bir çardak altında 10-15 dakika kadar bekledikten sonra, tekneye buyur edildik ve içeride pasaportlarımızı geri aldık. Artık Vietnam’daydık.

Tekrar yola çıktık ve Chau Dok’a doğru ilerlemeye başladık. Nehrin iki yakasındaki manzara değişmişti. Sık tropik ağaçlar arasında bakımlı tarlalar ve sağda solda tahtadan balıkçı tekneleri vardı. Nehrin sayısız kollarından birine sapınca, Kamboçya’da olduğu gibi burada da yüzen köylerle karşılaştık. Balık çiftlikleri ve balık fabrikaları arasında, kıyıda çocuklar yüzüp oynuyor, yarı bellerine kadar suyun içinde duran adamlar, köpük köpük sabunlanarak nehirde yıkanıyorlardı. Akşam güneşinin sıcak renkleri altında herşey başka bir dünyaya aitmiş gibi duruyor, tekne ilerledikçe değişen manzara bir filmden kareler gibi gözümüzün önünden akıp gidiyordu.

Kısa bir süre sonra Chau Dok’a vardık. Biz kendi halinde küçük bir kasaba beklerken, karşılaştığımız inanılmaz kalabalık ve hareketliliğe şaşırdık. Nerede kalacağımızı rehberden seçmiştim, otele doğru yürüdük. Bize gösterdikleri oda tam bir rezaletti. Yine de başka seçeneğimiz olmadığını düşünerek, “Olur” dedik.

Bu odaya pis demek, dünya üzerindeki diğer pis odalara haksızlık olacaktı.

Acil durumlar için hazırladığımız B planını devreye sokmaya karar verdik. Yanımızda taşıdığımız eski nevresimlerimizin içinde uyuyacak ve kendi havlularımızı kullanacaktık. Banyonun zeminine zaten hiç yalınayak basmıyorduk. Eh, bir gece için herhalde idare edebilirdik.

“Yallah” dedim kocama.
“Yallah” dedi o da.

Kendimizi dışarı attık. Bulunduğumuz sokağın ucunda bir pazaryeri vardı, ortalık ana baba günü gibiydi. İnsan selinin arasından sıyrılıp, nehir kıyısına ulaştık. Açıkhavada bir lokantaya oturup, işaretlerle birşeyler ısmarladık. Hemen ortadaki mutfakta kadınlar yemeğimizi hazırlarken, bizler ilk biralarımızı çoktan bitirmiştik.

Kısa bir süre sonra, kadınlardan biri masamıza küçük bir gaz ocağının üzerinde sarmısaklı yağ getirdi. Etleri ve diğer malzemeyi de ocağın yanına bırakıp, işaretlerle ne yapmamız gerektiğini anlatmaya çalıştı. Etlerimizi yağda kızarttıktan sonra, soya filizi, taze nane ve tanımadığım birtakım başka otlarla birlikte, adına pirinç kâğıdı denilen incecik katmanlara saracak ve çeşitli soslara batırarak yiyecektik. Karınlarımız çok aç olduğundan, hemen işe koyulduk.

“Bu pirinç kâğıdı çok sert, sararken parçalanıyor.” dedim kocama.
“Çubukları bırak, elinle ye.” dedi. “Battık nasıl olsa.”
“İki lokma yemek için amma da eziyet yahu. Ben beklerken doydum resmen.”
“Ben hâlâ açım.”
“Başka birşey yemek ister misin?”
“Yok uğraşamam. Şu halime baksana, bütün gözeneklerimden ter fışkırıyor.”

Hava o kadar sıcak ve nemliydi ki, kocamın tişörtünde bir santimetrekare kuru yer kalmamıştı. Ter damlaları burnunun ucundan yere damlıyor, kaşlarını aşıp gözlerine giriyordu. Normalde öyle fazla terleyen bir insan olmamama rağmen, ben de yapış yapış olmuştum. Acilen birer duş yapmazsak, önce kocam fenalık geçirecek, ardından da ben kurdeşen dökecektim. Hesabı ödeyip kalktık, otele dönüp birer duş yaptıktan sonra, karnımızı doyurmak için tekrar dışarı çıktık. İyice yorgun düşene kadar sokaklarda oyalanıp, en sonunda istemeye istemeye otele geri döndük.

Berbat bir geceydi. Kâbus gibiydi. Hava çok sıcaktı, ancak sivrisineklerden korunmak için nevresimimin içinde kalmam gerekiyordu. Kan ter içindeydim. Yatağı hiç açmamış olmamıza rağmen, kıpırdadıkça iğrenç bir rutubet kokusu geliyordu. Kocam da yanımda dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu. Kısa aralıklarla yorgunluktan bayılıp, ardından tekrar uyanıyorduk. Böylece sabahı sabah ettik.

Saat 5 civarında, lobiden gelen canhıraş bir sesle zıpladım. “N’oluyoruz yahu?” dememe fırsat kalmadan, saat ayarının ardından, avaz avaz Vietnam milli marşını dinledik. Daha gün bile ağarmamıştı, yatakta doğrulup “Manyak mı bunlar?” diye söylendim. Kocam yattığı yerde huzursuzca kıpırdandı. Marş bitmiş, spiker bağıra çağıra konuşmaya başlamıştı. Zaten erken kalkacaktık, ancak sabahın köründe böylesine pervasızca gürültü yapılabiliyor olmasını aklım almamıştı. Okkalı bir küfür sallayarak yataktan kalktım. Hesabımızı kapatıp, bu korkunç otelden bir an önce ayrılma vakti gelmişti.

Kahvaltıdan sonra, daha önceden planladığımız gibi, bizi Can Tho şehrine götürecek olan midibüsü yakaladık. Yolculuğumuzun daha ilk dakikalarında, şoförümüz bir motosikletliye çarpmamak için direksiyonu öylesine ani çevirdi ki, az kalsın devriliyorduk. Motosiklet ve bisikletleri sollayacak fazla yer olmadığından, minibüs, kamyon, otobüs, otomobil, artık Allah ne verdiyse hepsi yolun ortasından, çoğu zaman da ters şeritten gidiyorlardı. Karşıdan gelenlerle kafa kafaya çarpışmak işten bile değildi. Bir seferinde, dev bir kamyonun dikiz aynamızı alıp götürmesine ramak kala, sert bir manevrayla hepimiz dört bir yana savrulduk.

“Türk olduğum nereden belli olacak?” dedim kocama.
“Anlamadım.” dedi.
“Dünyanın öbür ucunda bile yine bir trafik kazasında öleceğim.”
“İyi ki arkada oturuyoruz da yolu görmüyorum. Yoksa herhalde kalp krizi geçirirdim.”

Tam üç saat bu şekilde kelle koltukta gittikten sonra, nihayet sağ salim Can Tho’ya vardık. Bir benzin istasyonunda indikten sonra, rehber kitabımızdan seçtiğimiz oteli, hemen yanıbaşımızda bitiveren iki motosikletliye gösterdik. Adamlar başlarıyla onayladılar, fiyatta da anlaştık. Sırtımızda çantalarımızla, motosikletlere bindik. Dengemi kaybetmekten korktuğum için, sürücünün beline sıkıca sarıldım. Daha sonra kocam, adamın durumdan çok memnun göründüğünü söyledi.

Yoğun trafikle birlikte akarak, kazasız belâsız otelimize vardık. Resepsiyondaki adama “Merhaba” der demez, o da bize “Şehir turu var, tekne turu var, vıdıvıdıvıdı” diye sayıp dökmeye başladı. Hemen bir duş yapıp, biraz dinlenmek istediğim için, kısa kessin diye kocama kaş göz yaptım, bu gibi durumlarda adeti olduğu üzere beni anlamadı. Adam monoloğunu bitirdiğinde, sözleşmiş gibi ikisi birden benden yana döndüler, kocam “Ne dersin?” diye sordu.

“Hayatım, yarın buradan ayrılmayacak mıyız? Biraz sıkışık bir plan olmadı mı bu?”
“Aslında öyle.”
“Önce odaya çıkıp biraz dinlensek?”
“Tamam.”

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..