Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)
 

Ho Chi Minh City'de (Saigon) Tet kutlamaları...


Onbirinci Bölüm / HO CHI MINH CITY (SAIGON) – CHU CHI

Havaalanı kelimenin tam anlamıyla ana baba günüydü, Tet dolayısıyla insanlar ya kendileri seyahat ediyor, ya da gelenleri karşılıyorlardı. Bağırışan kalabalığı güçlükle yararak, dışarı çıktık ve bir taksiye atladık. Caddeler, sokaklar motosikletlerle doluydu, bu kadar çok motosikleti hiç bir arada görmemiştim. Her kırmızı ışıkta yüzlerce motosiklet bekliyor, büyük kavşaklarda, dört ayrı yönden gelen motosiklet nehirleri birbirlerine karışıyordu.

Neyse, Phu Quoc’ta tanıştığımız Avusturyalı çiftin tavsiye ettiği küçük oteli zorlanmadan bulduk ve resepsiyondaki güzel gülüşlü genç kadının gösterdiği ilk odayı tuttuk. Ardından birşeyler yemek ve ortalığı kolaçan etmek üzere dışarı çıktık. Dükkânların çoğu kapalı olmasına rağmen, sokaklar çok kalabalıktı. Sıkı bir kahvaltı edip, ertesi gün için meşhur Chu Chi tünellerini görmek üzere bir tur rezervasyonu yaptıktan sonra, tekrar otelimize dönüp, sıcaktan ve yorgunluktan bayıldık.

Uyandığımızda güneş batmak üzereydi. Birer duş yapıp kendimizi sokağa attık. Saigon nehri kıyılarında, lüks lokantalar ve otellerden başka kayda değer birşey yoktu. Ana caddelerden birine saptık ve akabinde bir pastanenin önünde çakılıp kaldık.

“Mmmm, şu pastalara bak.” dedi kocam, karnını ovuşturarak.
“Çok güzel görünüyorlar gerçekten.” dedim.
“Hade, hade, hade...” dedi, kolumdan çekiştirerek. Birşey istediği zaman benimle Türkçe konuşur gibi yapmasına alışkındım.
“Hade değil o, haydi.”
“Heidi... Heidi... deine Welt sind die Berge... (*)
“Tamam canım, şekerin düşmüş senin.”

Pastaları birer dakikada mideye indirip, kan şekerimize tavan yaptırdıktan sonra, tekrar dışarı çıktık ve yürümeye başladık. Üzerinde bulunduğumuz geniş caddenin renkli fenerlerle süslenmiş ve trafiğe kapatılmış olduğunu farkettik. Caddenin bir ucundaki sahnede, dev bir ekrandan deneme yayını yapılıyor ve ortam gittikçe kalabalıklaşıyordu. Boyunlarında fotoğraf makinalarıyla bizim gibi meraklı turistler gördük. Bir kutlama yapılacağı açıktı ve biz de böyle bir fırsatı hayatta kaçırmazdık. Gerçekten de kısa bir süre sonra havai fişekler atıldı ve festival yürüyüşü başladı. Domuz Yılını temsilen hazırlanan boy boy, pembe pembe, şirin domuzcuklar, süslü araçların üzerinden halka el sallayan genç kızlar, rengârenk kıyafetleri içinde davul ve zil çalan delikanlılar, başı-kuyruğu nerede belli olmayan devasa ejderhalar, hepsi çılgınca dansederek önümüzden geçtiler. Yol kenarına dizilmiş insanlar da gülerek, el çırparak, omuzlarında çocuklarıyla dansederek bu cümbüşe katıldılar. Hiç beklemediğimiz bir anda, böyle bir kutlamanın ortasına düştüğümüz için çok şanslıydık ve gerçekten çok eğlendik.

Festival geçidi bittikten sonra gittiğimiz lokantada, pek iştahım olmadığını farkettim. Pastaları çok biçimsiz bir saatte yemiştik ve hiç acıkmamıştım. Kocam, her zamanki gibi masaya gelen herşeyi silip süpürürken, ben birşeyler içip, etrafı seyrettim. Kocaman, bakımlı bir bahçenin ortasındaki lokantada, birbirinden şık hanımlar ve beyler ile, kalabalık aileler yemek yiyorlardı. Neredeyse bütün masalar doluydu ve garsonlar bir aşağı, bir yukarı koşturuyorlardı. Deltada geçirdiğimiz günlerden sonra, açıkçası ortamı biraz yadırgamıştım ama üzerinde fazla durmadım. Büyük şehrin havası her zaman farklıydı.

Yemekten sonra, uzunca bir süre yürüyerek otelimize vardığımızda, her ikimiz de yorulmuştuk. Hemen yattık...

...ve sabahı sabah ettik.

Vietnam’a geldiğimizden beri gürültüden şikayet ediyorduk, ama bu kadarı hakikaten fazlaydı. Odamız bir ara sokağa baktığı ve camlarımız sıkı sıkıya kapalı olduğu halde, sabahın 4’üne kadar kapının önünde oturup, kahkaha kıyamet kağıt oynayan neşesi batasıca aile yüzünden, gece boyunca gözümüzü kırpmadık. Vietnam dilinin iniş, çıkış, uzatma, kısaltma, kesme, yuvarlama gibi tüm ses özelliklerine vâkıf olduğumu düşündüğüm ve karşılığında Türk dilinin en yakası açılmadık küfürlerini ardı ardına sıraladığım bir anda, artık onlar da yorulmuş olacaklardı ki, kalkıp evlerine girdiler. Bir çeşit koma uykusuna geçtim. Tanla beraber ayaklanan şehrin gürültüsü dalgalar halinde odamıza ulaştığında, sadece bir saat uyumuş olduğumu farkedip, dehşete kapıldım. Tırilyorlarca motosikletin uğultusu yetmezmiş gibi, bütün araçların sinyal lambası müziği, geri vites kornası gibi şeytan icatlarıyla donatıldığı, radyo ve televizyonların hoparlörlerinin çatlatıldığı, çekiç ve matkap seslerinin, ağlayan bebelerin seslerine karıştığı ve herkesin gürültüden yarı sağır olduğu bu şehirde, bağırarak konuşmaktan daha normal ne olabilirdi ki? Uykuyla uyanıklık arasındaki o tekinsiz bölgede, gürültücü aileyi affettiğimi düşünürken, kendi horultuma sıçradım. Kocam da uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerini tavana dikmiş, sanki bu dünyada değilmiş gibi yanımda yatıyor ve hafifçe inliyordu. Kalkma vakti gelmişti.

Ağır ağır hazırlanıp, dışarı çıktıktan sonra, kahvaltı etmek üzere bir kafeye oturup, siparişlerimizi verdik. Bekledik... Bekledik... Bekledik... Daha henüz kahvelerimiz bile gelmemişken, gözüm kafenin duvarındaki saate takıldı.

“Kahretsin!” dedim, “Geç kaldık.”
“Ne? Hmm. Kahretsin. Hmm.” diye saçmaladı kocam.
“Haydi fırla, belki yetişiriz.”
“Kahretsin. Kahretsin. Kahretsin.”

Tam o sırada masamıza gelen garsona, siparişlerimizin geciktiğini ve artık zamanımız kalmadığını söyledikten sonra, onu söylediklerimizden hiçbirşey anlamadığını belli eden yüz ifadesiyle başbaşa bırakarak sokağa fırladık ve tur otobüsünü yakalamak için koşmaya başladık. Acentaya vardığımızda nefes nefeseydik.

“Hı-hı hı-hı hı-hı, günaydın, hı-hı, Chu Chi, hı-hı, otobüs...”
“Çok erken geldiniz.”
“Hı-hı hı-hı, ne?”
“Daha bir saat var.”
“Hı-hı hı-hı... Nasıl yani?

Tekrar nefes alabilir hale geldiğimizde, beyinlerimize de bir miktar kan gitti ve kafenin saatinin yanlış olduğunu anladık. Bu korkunç gecenin üstüne, bunca stresi boşuna yaşamıştık. Kendimizi salak gibi hissettiğimizden, bu durumda yapılacak en güzel şeyi yapıp, makaraları koyuverdik. Acentadaki kadının şüpheci bakışları altında, morarana kadar güldük.

Kendimizi toparlayınca, bir seyyar satıcıdan birer sandviçle içecek birşeyler aldık ve ayaküstü karnımızı doyurduk. Akabinde, hemen oracıktaki bir internet kafeye oturup, ertesi gün gideceğimiz Phnom Penh’deki, daha önce kaldığımız otele rezervasyon yaptık.

Tur rehberi, karşı kaldırımda park eden otobüsü işaret edip, vaktin geldiğini söylediğinde, koşarak karşıya geçtik. Otobüs, bizim gibi turistlerle doluydu, “Günaydın” diyerek, boş bulduğumuz yerlere oturduk. Kısa bir süre sonra yola çıkmıştık. Gittik, gittik. Nihayet ana yoldan ayrılıp, otobüs için hiç de uygun olmayan daracık yollarıyla bir köyün içinden geçerek, bir hediyelik eşya dükkanına vardığımızda, otobüsün içinde bir mırıltı dolaştı. Kocama dönüp:

“Hediyelik eşya alacak olsaydım bile, sırf bu iğrenç tuzağa tepki olarak buradan almazdım, yollarını değiştirmelerine gerek yoktu.” dedim.
“İnsanlar bakınıyor, belki birşey alan olur.” dedi kocam.

Daha turun başında herkes ekşimişti, belki de bu emrivakiye tepki olarak, kimsenin birşey satın alacağı yoktu. Tekrar otobüse doluşup, yola koyulduk. Normalde Ho Chi Minh City’ye yarım saat, en fazla 40 dakika mesafede olan Chu Chi’ye, 2 saati boşa harcamış olarak vardık. Ormanlık arazide dolaşmaya başladık. Tur rehberinin anlattıklarının yarısı, bozuk İngilizcesi yüzünden güme gidiyordu, sinirlenmeye başlamıştım. “Baltalar elimizde” ormanda dolaştıktan ve yerde bir tanecik delik gördükten sonra, turistlerin tanesi 1,30 Dolar’dan mermi yaktıkları poligona geldik. Tur resmen kötü bir şakaya dönüşmeye başlamıştı. İki dakika önce savaştan büyük acılar çektiklerini anlatan insanların, iki dakika sonra turistlerin ellerine M16’ları ve Kalaşnikof’ları tutuşturmalarına bir anlam verememiştim. Meraklılara fırsat vermek için, hediyelik eşya satışı yapılan bir çardakta pinekledik. Bankta yanımda oturan ve başka bir gruptan olduğunu tahmin ettiğim genç bir adam, yanındakine;

“Böyle birşeyi desteklemem, çok saçma.” dedi.
“Gelir yaratmaya çalışıyorlar.” dedi diğeri.

Ayağa kalkıp uzaklaştım, konuşmanın gerisini dinlemedim. İyice sıkılmıştım. Saatlerimiz boşa harcanmıştı ve içimde tünellerin de hayal kırıklığı yaratacağına dair bir his vardı.

Rehberimiz, dört bir yana dağılmış olan grubu toparlamak için epey uğraştıktan sonra, artık tünelleri görme vaktimizin geldiğini söylediğinde, ona şöyle okkalı bir kafa attığımı hayal ettim. Turun amacı bu değil miydi zaten? Ormanda yürümeye başladık. Tünellerden birinin girişine geldiğimizde, asıl sürprizle karşılaştık.

“Bu tüneller, turistler için özellikle genişletildi, ancak yine de oldukça dar ve sıkıntılılar. Kapalı yerde kalma korkusu olanlar lütfen dışarıda beklesin, çünkü istediğiniz anda dışarı çıkamayabilirsiniz.”

Tünelin girişine baktım ve o anda kararımı verdim, içeri giremeyecektim. Yıllar önce kapalı yerde kalma korkumu yenerek, Gize piramitlerinden birinin içine girmiş, ancak ardından ne yaptığımı düşünüp düşünüp fena olmuştum. Bu deliğe giremezdim. Kenara çekildim. Gruptakilerin bir kısmı da aynısını yaptı. Kalanlar, birer birer delikte gözden kayboldular. Kocamın da dahil olduğu birkaç kişi, 15. metrenin sonundaki acil çıkış deliğini kullanarak yeryüzüne çıktıklarında, kan ter içinde ve nefes nefeseydiler. 40 metrelik ilk etabı başarıyla tamamlayanlar, yeryüzüne çıkıp, ikinci etap için tekrar gözden kayboldular. Kocam;

“Bu bir de genişletilmiş haliymiş, iki büklüm sürünüyorsun, kafanı bile kaldıramıyorsun. Devam edemedim.” diye söylendi.

Bu tünellerde aylarca köstebekler gibi yaşayan Viet Kong askerlerini düşündüm, içime bir sıkıntı geldi. Gerçekten hayal etmesi bile çok zordu. Öte yandan, savaşı bu şekilde kazandıkları, Amerikalılar B52’leriyle tepelerine bomba yağdırıp, her türlü kimyasal silahla ormanı yakıp yıkarken, onların yerin altında saklanıp, sürpriz saldırılarla düşmanın canına okudukları söyleniyordu. Tünel macerası bittikten sonra, Amerikan filmlerinden tanıdığımız çeşit çeşit bubi tuzaklarının sergilendiği bir yere gittik. Korkunç görünüyorlardı. Rehberimiz bu tuzakların asıl amacının, içine düşen kişiyi öldürmek değil, çığlıklarını duyup yardıma gelecek arkadaşlarını da beraberinde götürmek olduğunu söyledi. B52’lerin bombaları bıraktıkları yerlerde açılan kraterler olduğu gibi duruyordu, yıkımın boyutlarını hayal ederken bile ürperdim.

Turun sonunda yaklaşık 15 dakika süren bir propaganda filmi izledik ve tekrar otobüse doluştuk. Rehberimiz önce bize bir şarkı söyledi, ardından tura katıldığımız için hepimize teşekkür etti.

“Chu Chi Tünelleri bir zamanlar bu milletin kurtuluşuna yardımcı oldu, şimdi de aynı milletin ayakta kalıp, ilerlemesine destek oluyor. Sizin sayenizde. Tekrar teşekkürler.”

Bu açıdan bakıldığında haklı olabilirdi belki, ancak organizasyon gerçekten kötüydü. Verdiğimiz paraya değil, harcadığımız zamana acıdım. Aynı turu kendi başımıza yapmış olsaydık, 20 defa şehre dönmüş olurduk. Neyse.

Ho Chi Minh City’ye yaklaşırken, rehberimiz Savaş’tan Geriye Kalanlar Müzesi’ne (War Remnants Museum) gitmek isteyenler için otobüsün müze yakınlarında durabileceğini söyledi. Biz inmek istedik. Müze gerçekten çok ilginçti. Amerikalılar’ın apar topar giderken arkalarında bıraktıkları askeri malzemeler, uçaklar, tanklar, toplar ve o zamanın tanığı binlerce fotoğraf... Acı, yıkım, ölüm ve nesiller sonrasına miras kalan genetik bozulma... Napalm ve Agent Orange kurbanlarının, ya da parça tesirli bombaların darmadağın ettiği vücutların resimlerini görüp de etkilenmemek gerçekten olanaksızdı. Büyükçe kavanozlarda Agent Orange sonrası genetik bozulmayı belgeleyen ceninler de sergileniyordu. Müzeyi gezerken, köy köy yapılan keyfi katliamların ve dünya basınında çıkan savaşa dair yazıların çok iyi arşivlendiğini farkettim. Yıllarca Hollywood tarafından, G.I. Joe’ların ağzından anlatılan hikayeyi, ilk kez diğer kahramanlarından dinler gibi olmuştum. Bahanesi ne olursa olsun savaş hakikaten manyakça birşeydi ve ne yazık ki geçmişten hiçbirşey öğrenmediğimiz için, tarih tekerrür edip duruyordu.

Karmakarışık duygularla müzeden ayrılıp, yürüyerek otelimize döndük. Ertesi gün otobüsle tekrar Phnom Penh’e gidecektik. Otobüs biletlerimizi aldığımız acentanın kafesinde birşeyler atıştırdıktan sonra, biraz daha dolaşıp, otelimize döndük ve bir önceki gecenin yorgunluğundan olsa gerek, aralıklarla da olsa daha iyi uyuduk.

(Devam edecek...)

(*) Çizgi film Heidi’nin şarkısı. Annem bayılır buna...

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..