Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Kasım '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)

Uzakdoğu uzak mı? (Tayland-Kamboçya-Vietnam)
 

Ölüm Tarlaları...


Yedinci Bölüm / BATTAM BANG – PHNOM PENH - ÖLÜM TARLALARI - TUOL SLENG

Birer toz topağı halinde otele vardığımızda, resepsiyondakiler dışarı koşup, ellerindeki bezlerle patır kütür çantalarımıza giriştiler. Bizi de bezle dövecek ya da şöyle bacaklarımızdan tutup silkeleyecek halleri olmadığından, mecburen içeri buyur edip, en kısa yoldan odamıza çıkardılar. Hemen soyunup duşa koştuk. Çıktığımızda, banyonun zemininde kalınca bir kum tabakası kalmıştı. Kıyafetlerimizi olduğu gibi bir torbaya doldurup, yıkanmaları için görevlilere teslim ederek, son bir gayretle birşeyler yemek için dışarı çıktık. Ardından tekrar otele dönüp, yorgunluktan bayıldık.

Ertesi sabah, sanki sopayla dövülmüşçesine her yanım ayrı ağrıyordu. Yataktan doğrulana kadar akla karayı seçtim. Kocam da mızıldana mızıldana kalktı. Otelin çatısındaki lokantada, sağlam bir kahvaltı ettik. Bulunduğumuz yerden, Battam Bang’ın bütün binalarını görebiliyorduk. İkinci kahvelerimizi içerken;

“Gidiyor muyuz Vietnam’a?” diye sordu kocam.
“Bilmem.” dedim.
“Sen dememiş miydin Vietnam’ı görmek istiyorum diye?”
“İstiyorum tabii. Ama daha şimdiden dünyanın parasını harcadık.”
“Dünyaya bir kez gelmedik mi canım?”
“Orası öyle.”
“Burada Vietnam Konsolosluğu var. Gider sorarız, eğer uzun sürmüyorsa ve çok pahalı değilse vizelerimizi alır, ondan sonra da durumumuza bakarız.”

Güneş altında bir süre adres aradıktan sonra, öğle tatiline tam 4 dakika kala, konsolosluğun zilini çaldık. Kapıyı açan görevliye “Viz..” dememize bile fırsat kalmadan, kendimizi içeride, vize formlarını doldururken bulduk. Verdiğimiz bilgilere istinaden vize etiketlerini eliyle yazıp, şipşak pasaportlarımıza yapıştıran görevli, ikimiz için 70 dolar tutan ücreti de tahsil ettikten sonra, “İyi tatiller” diyerek bizi tekrar kapının önüne koydu. Bir an kocamla birbirimize bakıp, ardından makaraları koyuverdik.

“Adamın karnı çok açtı herhalde, öğlen yemeğini geciktirmek istemedi.” dedim, gülmemi kontrol etmeye çalışarak. “11’e 4 kala zili çaldık, şu anda saat 11’i 2 geçiyor. Tam 6 dakika. Bu bir dünya rekoru!”
“Hayatımda böyle vize almamıştım, senin dişlerini fırçalaman bile daha uzun sürüyor.” diye bir kahkaha daha attı kocam.

Günün geri kalanında aylak aylak dolaştıktan sonra, hava kararınca akşam yemeği için bir yer aramaya başladık. Sokaklarda aydınlatma bulunmadığından, nehir kıyısındaki seyyar satıcıların ışıkları da olmasa takılıp düşmek işten bile değildi. Karşıdan karşıya geçerken bayağı gerildim, zira zifiri karanlıkta bile bazı motosikletler ve otomobiller farlarını yakmıyorlardı. Bu şekilde daha fazla dolaşmak istemediğimizden, önümüze ilk gelen lokantaya daldık.

Bir açıkhava çay bahçesini andıran mekânda, köşedeki küçücük sahne üzerinde birisi şarkı söylüyor, morlu yeşilli neon ışıklar, ortama bir pavyon havası veriyordu. İşin komik tarafı, bütün masalar kadın, erkek, çoluk, çocuk yemek yiyen yerli halkla doluydu. İçeri girer girmez üzerimize kilitlenen onlarca çift göz, bir masa bulup oturduktan sonra da bizi takip etmeyi sürdürdü. Eğlenceli bir akşam olacağa benziyordu.

Lokantadaki bütün garsonlar masamızın kenarına dizildiklerinde, turist ağırlamaya pek alışkın olmadıklarını anladık. İçlerinden birinin koşarak getirdiği İngilizce-Kmer menüden de, mekânın kaplumbağa yemeklerinde uzman olduğunu keşfettik. Durum gitgide ilginçleşiyordu. Listenin sonlarına doğru bir yerde, dana ızgara benzeri birşeyler görünce sevinip, el kol işaretleri ve gülüşmelerle siparişimizi verdik. Biz daha biralarımızdan birkaç yudum almıştık ki, garsonlar ellerinde tabaklarla masamızın yanında bitiverdiler.

“Etler çiğ.” dedim kocama.
“Benimkiler de.” dedi, çatalıyla tabağını tarayarak. “Pişmişleri de var birkaç parça. Al, bak.”
“Eminim garsonlar aşçıya, dışarıda turistler var, aman bekletmeyelim demiştir. Hahahaha... Öte yandan ben bunu böyle yiyemem.”
“Ne yapalım? Geri gönderelim mi?”
“Bilmem, istersen hiç bozmayalım, biraları bitirip kalkalım. Karnım da zil çalıyor aslında.”
“Benim de.”

Bu komik tecrübeden sonra, açlığa daha fazla tahammülümüz kalmadığından kendimizi daha önce de gittiğimiz bir kafeye attık. Karnımızı doyurduktan sonra, hemen yan masamızda oturan Belçikalı yaşlı bir adamla konuşmaya başladık. Bir gün önce teknede beraber seyahat ettiğimizden, birbirimize yabancı sayılmazdık. Muhabbet koyulaştıkça koyulaştı, etrafımızda bizden başka kimseciklerin kalmadığını ve kafeyi kapatmak için bizi beklediklerini farkettiğimizde saat 10 civarındaydı. Savaş yıllarından, elektriğin olmadığı zamanlardan kalma bir alışkanlıkla olsa gerek, Kamboçyalılar gün ağarırken kalkıp, akşamları da erkenden yatıyorlardı. Biz de yaşlı dostumuzla vedalaşıp, otelimize geri döndük.

Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra, bir gün önceden ayırttığımız otobüs biletlerimizi resepsiyondan teslim alıp, otelden ayrıldık. Otogarda bir süre bekledikten sonra, klimalı ve konforlu otobüsümüze binerek, Phnom Penh’e doğru yola çıktık. Yolun ilk yarısı oldukça düzgün olmasına rağmen, bir süre sonra asfalt yerini toprak yola bıraktı. İki kısa mola da dahil olmak üzere yolculuğumuz yaklaşık 5 saat sürdü. Phnom Penh’e girdikten sonra, otobüsün bizi bıraktığı yerden bir tuktuğa atlayarak, nehir kıyısında sıralanmış otellerden birine gittik.

Otele yerleştikten sonra, birer duş yapıp, hem birşeyler içmek, hem de etrafı keşfetmek için yürüyüşe çıktık. Kıyı boyunca sıralanan oteller, kafeler, lokantalar, barlar, tamamen turistik ama çok hoş bir görüntü çiziyorlardı. Akşam yemeği için, alt katı pastane, üst katı da lokanta olan bir mekânda karar kıldık. Hem servisten hem de yemeklerden çok memnun kaldık. Yemeğin üzerine yediğimiz tatlılar da nefisti.

Sabah, resepsiyondaki aşırı dost canlısı kızcağızın ayarladığı bir tuktukla önce meşhur Ölüm Tarlalarına, daha sonra da Kızıl Kmerler’in bir lise binasından, bir işkence evine çevirdikleri S-21 Hapishanesine gittik. Ölüm Tarlaları’na girişte, tam parkın ortasında bulunan bir kule içerisinde, tarlalardaki toplu mezarlardan çıkarılan yaklaşık 9.000 iskeletten parçalar ve ölülerin kıyafetleri sergileniyordu. Camekânın ardında üstüste yığılmış kurukafalara bakarken, ne düşüneceğimi şaşırdım. Bir süre oracıkta öylece dikildikten sonra, içimdeki turist, vicdanıma baskın geldi ve fotoğraf makinamı çıkartıp, görüntüyü ölümsüzleştirdim. Park çok düzenli, temiz ve sakindi. Sağda solda gördüğümüz panolar üzerindeki “Kamyonlar burada durdu”, “İnsanları buraya boşalttılar”, “Burada öldürüldüler” yazıları da olmasa, nerede olduğumuzu ve yakın sayılabilecek bir geçmişte burada neler yaşandığını hatırlatacak hiçbirşey yoktu. Bir çardak altına yerleştirilmiş büyükçe panolar üzerinde de Kızıl Kmerler’in ve Kamboçya halkına ettiklerinin kısa bir özeti, birkaç fotoğraf ve kampın planları vardı. Planlarda gördüğümüz hiçbir bina yerinde olmadığından, kamp ilk keşfedildiğinde, o acıyla herşeyi söküp, yok ettiklerini tahmin ettim.

Parkın girişine yakın bir yerde, gölgelik bir köşede duran genç bir kadının tezgâhından hindistan cevizi suyu aldık. Kadının, düz duvara tırmanan küçük kızıyla boğuşmasını seyrederken, hem susuzluğumuzu giderdik, hem de karşılıklı gülüşerek biraz kafamızı dağıttık.

Müzeye dönüştürülmüş olan S-21 Hapishanesi’nin girişinde, görevliler saat 3’te bir film gösterimi olduğunu söylediler. Biletlerimizi alıp, sol tarafta gördüğümüz, yan yana sınıflara doğru yürümeye başladık. Her odanın içinde çıplak bir somya ve duvarlarda da en son kurbanların bulundukları zamanki hallerini gösteren korkunç fotoğraflar vardı. Bir-iki odaya girip çıktıktan ve o manzaraları gördükten sonra, fotoğrafların siyah beyaz olduğuna şükredip, diğer odalara girmemeye karar verdik. Gördüklerimiz bir korku filminden sahneler gibiydi.

Daha fazla oyalanmadan, filmin gösterileceği odaya gittik. Genç bir kadın ve aslen kuzeni olan kocasının hikâyesinin, o dönemde yaşananlarla beraber anlatıldığı film, yaklaşık bir saat sürdü. Dışarı çıktıktan sonra, kaldığımız yerden müzeyi gezmeye devam ettik. Büyük panolar üzerinde, mahkumların muhtemelen hapishaneye ilk geldiklerinde çekilen fotoğrafları sergileniyordu. İçlerinden bazılarının resimleri çekilirken gülümsemiş olması, başlarına geleceklerden nasıl bihaber olduklarını gösteren acı bir detay olarak beynime kazındı.

Hapishaneden sağ çıkan toplam 7 kişiden birinin, gördükleri işkenceleri canlandırdığı tablolarının, muhtelif işkence aletleriyle birlikte sergilendiği bir salondan da geçtikten sonra, artık nefes alamadığımı hissettim. İnsanın insana neler yapabileceğini görmek gerçekten çok korkutucuydu. Dışarı çıkıp, tuktuğumuzu bulduk. Tam yerlerimize otururken, başımıza gün boyu yaşadığımız korku filmini tamamlayan başka birşey geldi. Daha önceleri de Kamboçya sokaklarında dilenen mayın kurbanlarına rastlamıştık, ancak aniden yanıbaşımda bitiveren iki adamdan birinin yüzü öylesine deforme olmuştu ki, boş bulunup yerimde zıpladım. Tuktuk şoförü de, muhtemelen adamlara para vereceğimizi düşündüğünden, beklemeye devam ediyordu. Ağzımı açtım, ama sesim çıkmadı. Kocam “Gidelim” diye bağırana kadar, bir ömür geçti. Uzaklaştıktan sonra, hem rahatladım, hem de tepkimden utandım. Dilencilerin zamanlamaları herhalde bundan daha kötü olamazdı.

Tekrar şehre, normal hayata döndüğümüzde, Wat Phnom’u ziyaret ettik, ancak tapınak çok güzel değildi. Yürüyerek otelimize dönüp, birer duş yaptıktan sonra, birşeyler içmek için otelin altındaki kafeye indik. Tekne yolculuğumuzdan tanıdığımız Fransız adam ve Vietnam-Fransız melezi kız arkadaşı ile karşılaştık. Muhabbet koyulaşınca, birşeyler yemek için hep beraber onların tavsiye ettiği bir lokantaya gittik. Geç vakitte otelimize dönüp yattık.

Ertesi sabah, önce Rus Çarşısı olarak da bilinen hediyelik eşya çarşısına gittik. Biraz dolaştıktan sonra ailenin kadın üyeleri için değişik renklerde ipek şallar aldım. Erkekler için istediğim gibi birşeyler bulamadığımdan, şansımı Vietnam ya da Bangkok’ta denemeye karar verdim. Ardından, Kralın Sarayı ile, zemini gümüş plakalarla kaplı olduğu için Gümüş Pagoda olarak adlandırılan tapınağı gezdik. Halkın sefaleti ne kadar büyükse, yönetenlerin gösteriş merakı da o kadar büyük oluyor diye düşündüm.

Ertesi gün saat 12’de tekne ile Mekong Nehri üzerinden Vietnam’a gidiyorduk. Hollywood filmlerinden tanıdığımızı sandığımız bu ülke, bakalım gerçekte nasıl bir yerdi?

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..