Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Haziran '20

 
Kategori
Yetenekler
 

Var mıydı, Böyle Öğretmeniniz?

 

              “Bana onu bunu değil,

düşünmeyi öğret öğretmenim!”

                                              

                Yıllar yıllar geçse de değişmez bir kuraldır şu:

                İyiler, iyilikleriyle anımsanır; kötüler, kötülükleriyle…

                “Anne, baba ve yakın aile bireylerimiz dışında bizi en çok etkileyen insanlar öğretmenlerdir.” desem, yanlış olmaz sanırım.

                Yuvarlak sözler etmeyecek, ezberlenmiş özdeyişleri yinelemeyeceğim.

                Ya ne yapacağım?

                Yaşanmış örnekler vereceğim.

                Bunlardan biri, Aksekili yazar Cavit Ünal’ın 1994’te yayımlanmış “Cennet Çok Kalabalıktı” adlı anı-romanından…

                Cavit Ünal, 1930’lu yılların ikinci yarısında Ankara – Gazi Lisesi’nde öğrencidir.

                Okulu şöyle anlatmış eserinde:

                “Gazi Lisesi’nin geniş bahçesi, sağlam granit duvarlarla çevrilmiş ve bu duvarların üzerine de çıkılıp aşılması imkânsız yüksek demir parmaklıklar oturtulmuştu. Kapısı ise daima kilitli durur, anahtarı da hademenin cebinde bulunurdu. Sabah, öğrenci girince kapı kapanır, öğle ve ikindi paydoslarında açılır ve öğrenci kapıda duran hademenin kontrolü altında girer çıkardı. Ancak Atatürk’ün ölümünde, sınıfça aldığımız bir karar üzerine, yine sınıfça bu parmaklıkları aşarak dışarı çıkmayı başarmıştık.”

                Başarısız öğretmenler, kendilerinde bir eksiklik olduğunu düşünmek yerine, başarısızlığın tüm suçunu öğrenciye yükleyiverirler hep.

                1930’lu yıllarda Gazi Lisesi’ndeki öğretmenler nasılmış; bakalım:

                “Lise yıllarında da yaramazlıklar, verimsizlikler sürüp gidiyordu. Kimya hocamız: “Mermer olsa anlardı efendiler.” diye sitem ederdi bize. Matematik hocamız, yılın başında, daha sınıfa ilk girişinde, “Benim ne boktan adam olduğumu geçen seneki arkadaşlarınız bilirler.”diye söze başlamıştı. Daha kendisini ilk görüyorduk. Sonra o kadar haşin çıkmadı.

                Bir problem çözümündeki yanlışlığını, bir arkadaşımız fark edip söylediği zaman, eleştiriyi yumuşaklıkla kabul edip, “Evdeki kitaba bir bakayım; kitap öyle yazıyordu.”diyebilmişti.”

                Keşke, “Evdeki kitaba bir bakayım; kitap öyle yazıyordu.” diyeceğine, öğrencisini bu cesareti ve bilgisinden dolayı takdir etse, dikkati için teşekkür etseydi. Dahası:

                “Buyur, gel; birlikte çözelim problemi” deyip tebeşiri ona verse, kendisi arka sıralara geçebilseydi.

                Sözü yazara verelim; biz yine:

                “Bir başka matematik hocamız, ‘Bombacı’ lakabıyla anılıyordu. Vaktiyle Samsun’da evinin önüne bomba konmuş. Şimdi bize çok anlayışlı davranıyordu. ‘Hepiniz mühendis olacak değilsiniz. Hepiniz aynı derecede matematik bilmeniz gerekmez.’ diyordu.”

                Evet, bence de doğru bir anlayış bu. Herkes fizikçi, kimyacı, matematikçi olmayacak. Her öğrenci edebiyatçı, müzisyen, ressam, sporcu ya da tarihçi de olmayacak.

                Bu gerçeği her öğretmenin iyi bilmesi ve hiç unutmaması gerek.

                1961 – 1964 yılları arasında 3 yıl görev yaptığı Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınındaki Dicle Öğretmen Okulu’nun 5/C sınıfında, Nalân Uluğ adlı gündüzlü okuyan bir kız öğrencim vardı. Edebiyat ve kompozisyon derslerine giriyordum; bu sınıfın.

                Her iki derste de çok başarılıydı Nalân. Ayrıca, tüm sınıfların katıldığı şiir okuma ve öykü yazma yarışmalarında da en önlerde yer alıyordu.

                Ancak, bu yetenekli kızımız cebir, geometri gibi fen derslerini sevmiyordu hiç. Ali Şahin arkadaşımız giriyordu o derslere. Ve o derslerden önce bütünlemeye, sonra da sınıfta kaldı.

                İkinci yıl, “Bak Nalân, dedim; sen benim derslerimden geçtin. Bu yıl, edebiyat ve kompozisyon çalışma hiç. Bütün enerjini fen derslerine harca.”

                “Sevmiyorum hocam, sevmiyorum o dersleri hiç.” demişti.

                İkinci ders yılının sonunda, Ali Şahin arkadaşıma, “Ali Bey, biliyorum; Nalân senin derslerde yine başarısız. Ama biliyorsun; iyi bir öğretmen olur O. Ne gerekiyorsa yap lütfen!” deyince:

                “Haklısın, gerçekten de çok iyi bir öğretmen olacağına ben de inanıyorum. Ancak, o kadar başarısız ki, O’nu bütünlemeye bırakmazsam, tüm öğrencileri geçirmem gerekir. Fakat sana söz, eylülde boş kâğıt verse de başarılı sayacağım.” dedi ve dediğini de yaptı; değerli arkadaşım.

                Nalân’ın gerçekten de çok başarılı bir öğretmen olduğunu duydum hep.

                Birkaç yıl önce, aynı okulda öğrencim olmuş bir öğretmen arkadaşım geldi ziyaretime. Birçok öğretmeninden övgüyle söz ederken, bir öğretmeninin adı geçince, yüz ifadesi değişiverdi birden:

                “Lütfen, o kişiden söz etmeyin; sevgili öğretmenim. 50 yıldır, adını hiç anmadım çünkü O’nun.” deyince şaşırdım.

                “Neden?” diye sordum; merakla.

                “1964 – 1965 ders yılı başladıktan bir ay kadar sonra, siz Ankara – Hasanoğlan’a atanmıştınız. Ve biz, 5. sınıfa başlamıştık. Bildiğiniz gibi, 5. sınıf sonunda ders notu ortalaması en yüksek olan üç öğrenci, öğretmenler kurulunca Yüksek Öğretmen Okulu’na seçiliyordu.”

                “Evet, öyleydi. Ve sen de sınıfın en başarılı birkaç öğrencisinden biriydin.”

                “O yıl, bu seçimi kazanabilmek için daha çok çalıştım. Karnemdeki bütün notlarım 9 ve 10’du ama ders yılı sonunda ben beden eğitimi dersinden ikmale kaldım. Ve böylece Yüksek Öğretmen Okulu’na gitme hayalimi yıkıp yaktı; kendini öğretmen sana o adam!..”

                “Peki ama neden?” diye sordum.

                Burada söyleyemeyeceğim, hiçbir mantığı olmayan bir nedendi anlatılan.

                Türkiye gazetesi yazarı Rahim Er dostum ne anlatmış; bir de O’nu dinleyelim:

                “Adana Erkek Lisesi’nde talebeyiz. Mevsim kış, fakat fukaralık da yanıbaşımızda… Abdülhamid Han zamanından kalma bir sınıf olmalı. Soba yok. Derslerimize hocalar gelip gitmekte. Bazıları da meslekten değil. Bir resim hocamız var. Talebe bu hocadan gıyabında “Etem Aga”diye bahsetmekte.

                Adı Etemolan hocamız, fazla konuşan biri değildi. Kendisine bundan dolayı o günlerin radyo markalarından biri olan ‘Aga’lakabı verilmiş olamazdı.

                Belki Erzurumlu’ydu; bu kelime ile memleketine atıf yapılmaktaydı. Etem Agabize resim ödevleri verirdi. Onları pastel boyalarla kartonlara yapar getirirdik. Ama resim kabiliyeti olmayan birinin yaptığı resim ne olacak? Alakasız şeyler çıkardıortaya.

                Etem Aga, her birimizin çalışmasını tek tek eline alır, değerli bir tabloya bakar gibi inceler, evirir, çevirir, sonra da resim yapan arkadaşa şöyle derdi:

                ‘Dostum, biraz daha etüt edelim.’

                Etem Aga, bize ‘oğlum’vs demezdi. Koskoca adam, 16 – 18 yaşındaki çocukları dostluğuna layık görürdü.

                Hoca, zarif bir insandı. ‘Olmamış, yapamamışsın’kelimelerini hiç kullanmaz; kırmaz, üzmez, ‘Bir daha etüt edelim’derdi.”

                Ne mutlu o tatlı öğretmene, ne mutlu O’nun şanslı öğrencilerine!

                Var mıydı; sizin de böyle değerli bir öğretmeniniz?

 

                                                                                                                  Hüseyin Erkan

                                                                                              huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..