Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ocak '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Yalnızlık paylaşılmaz

Sessiz şarkılarını dinlerken hayatın, ne kadar alıştırmışım kendimi yalnızlığa ve sessizliğe farketmeden. İçimdeki fırtınaları dindirmeye çalışırken, öyle bir kapılmışım ki içimdeki ‘ben’e, güneşin bile süzülmesine izin vermemişim penceremden içeriye.

Öyle korkmuşum ki hayattan ve hayatın içinde kıpırdanıp duran insan denen varlıktan, kabuğumu kırmaya ne benim gücüm yetmiş ne de hayatın gücü beni avucunun içine almaya yetmiş.

Günler gelip geçmiş. Zaman sürükleyip götürmüş akıntısına kapılan her ne varsa. Beni öyle bir durağa yolcu olarak bırakmış ki, benden başka yolcusu yok, ne de bu yolcuyu almak için duracak bir otobüsü.

Yaşadığım anın tadını çıkarmayı düşünmedim hiç. Belki vaktim olmadı düşünecek. Belki de o vakti bulmamak için ben doldurdum zamanı olur olmaz şeylerle.

Kendimi hedefime öyle bir ayarladım ki ondan başka şey düşünemedim, ondan başka şeyi önemseyemedim.

Yüreğimin bile kendini ifade etmesine asla izin vermedim. Haykırdığı zaman canı her yandığında ya da mutluluğunu önüne gelen herkese söylemek istediğinde, avuçlarımla ağzını kapadım ve onu mutluluğuyla, acısıyla başbaşa bıraktım.

Benim gibi içinde yaşamasını istedim her şeyi. Duygularıyla yaşamasını öğrenmeliydi. Yalnızlığına kendi içinde çözümlemeler getirmeliydi. Kimseyle paylaşmamalıydı onu. Çünkü yalnızlık, her ne kadar paylaşılmak istense de paylaşılamazdı.

Ben kalpsiz ya da duygusuz değilim.

Hayat ve bir parça da insanlar öğretti bana yalnızlığın paylaşılamayacağını.

Acı çekmedim mi sanıyorsunuz? İçimin hiç sızlamadığını, ellerimin hiç titremediğini ya da ne bileyim ben, ölüp ölüp dirilmediğimi mi sanıyorsunuz?

Daha beterini yaşadım ben, ama içimde.

Ölüm, benim için bir kurtuluş olurdu, kolay bir çözüm. Ama ben bu kadar basit olamazdım.

Uğruna savaştığım her şeyi, bir anda fırlatıp atamazdım. Bir ömrü böylesine yok sayamazdım.

Benim, kendime ve yüreğime karşı sorumluluklarım vardı. Ki zaten bu sorumluluk anlayışı değil miydi beni mahveden, yaşamın hep bir adım dışına çeken?

Öyle bir sorumluluktu ki bu, her şeyin üstündeydi.

Zaman bu sorumluluk duygusunu öyle bir işledi ki beynime, nereye gitsem ondan kurtulamaz oldum.

Ve bir gün, geçmişe dönüp şöyle bir baktım. Orada öyle bir "ben" gördüm ki yıkıntılar arasında yapayalnız, zavallı, duygularıyla boğuşan, içimin parçalandığını hissettim.

Ne kadar yanlış yaşamışım. Kendimi nasıl harcamışım. Kimseyi dinlememişim, kendimden başka.

Sevmeyi bile beceremedim hayatım boyunca.

Sevdiğimde ise söyleyemedim.

Avuçlarımın arasından kayıp giden her şeyi, seyrettim sadece. Kimsenin beni sevmesine izin vermedim asla. Yüreğimi yok saydım. Herkes bırakıp giderken beni, "dur" diyemedim.

Oysa yalnızlığım, yanıbaşımdaydı.

Beni göğsüne bastıracak, dertlerimi paylaşacak bir o vardı. O, hiç terketmedi beni. Sabırla dinledi. Kanayan yaralarımı elleriyle sardı. Hiç gocunmadı. Hiç bıkmadı benden.

Bir ananın yavrusunu sarışı gibi sarıp sarmaladı beni. Geceler boyu beraber ağladık, beraber söyledik şarkılarımızı.

Yüreğimizin kıpırdanışlarını beraber susturduk.

Şimdi bu pencerenin önüne oturmuş dışarıyı seyrederken, ağaçlardan düşen her sararmış yaprakla beraber, ömrümün sayfaları düşüyor sanıyorum.

Durdurmak istiyorum akan zamanı.

Düşen her yağrağı, ağaçlara tekrar geri vermek istiyorum. "Bırakma onları, onlar sendeyken güzel, seninleyken yaprak" diye haykırmak istiyorum.

Ben bunu çok geç anladım.

İnsan, içini yeşillendiren, coşkun ırmaklar çağlatan orada ve önünde bambaşka ufuklar açan hiçbir şeyin peşini bırakmamalıymış meğerse. Hayatını derin bir sessizliğe gömüp gitmesine müsaade etmemeliymiş.

İnsan, insan olduğu için bir şeylerin özlemini içinde taşırmış.

İnsan, insan olduğu için severmiş, yarınlara dair umutlar beslermiş, sevgilinin özlemiyle yanar, onun varlığıyla güller gibi açılır hayata gülümsermiş. Düşsüz , umutsuz, sevgisiz insan, bir hiçmiş.

Duygularımızdan kaçmak, sevgiyle dopdoluyken sevmediğimizi haykırmak, yaşamı olduğundan fazla ciddiye almak, meğer kendimize oynadığımız birer oyunmuş.

Diyorum ya, biraz değil epey geç anladım ben bunu. Şimdi böyle, bir ayak sesine hasret, sevgi yüklü bir yüreğe muhtaç, yaşamaksa, yaşıyoruz.

Susuz bir toprak, nasıl özlemle beklerse yağmurun yağacağı anı; ben de öyle bekliyorum sağanaklara, umutlara tutulacağım zamanı.

Öyle bekliyorum gökyüzünden yıldızlar tutacağım zamanı.

Öyle bekliyorum...

 
Toplam blog
: 77
: 939
Kayıt tarihi
: 13.01.07
 
 

1979 Giresun doğumluyum. Kendimi bildim bileli kalabalığı sevmem. İnsanlara karşı mesafeliyimdir. He..