Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yaş yirmi

Yaş yirmi
 

Yaş yirmi… Eder mi yolun yarısı -her ne kadar ölüm yaşının uzadığını iddia etse de bazıları- (eder mi) bilinmez ama yirmi yılda da insan çok şey öğrenebiliyor, geri kalan en az yirmi yılı etkileyebilecek birçok şey… Yıllar değiştirmiyor insanı, ne de hayat… Sen değiştiriyorsun hayatı, bazen kendinden bir şeyler katarak, bazen başkalarından çalarak… Bazen tutunamayanların arasında tutunmaya çalışırken buluyorsun kendini, bazen tutunan ellere karşı koyarken… Hep bir yerlere tutunmaya zorluyorlar seni; sen de belki bozmuyorsun bu halkayı, tutunuveriyorsun sana uzanan ilk ellere ve tutunmalarına izin veriyorsun sana. Bir süre sonra kaşınıyor avuç içlerin, aynı yerde hep aynı insanlarla, hep aynı şekilde aynı sistemde dönmek başını döndürüyor ama ellerinde zincirler pas tutmuş artık kıramıyorsun. Kim bilir belki de dönse de başın uğraşmıyorsun kırmaya zincirleri.

Kelebeğin özgürlüğü bile kıskandırmıyor seni bir yerden sonra. Oysa hani o birkaç gün için ne kadar da uzun bir savaş vermişti? Ama o bir gün bir ömürdü kelebek için… Gezdiği, gördüğü, tattığı kadar bir ömürdü, özgürdü…

Yaş yirmi… Özgürlüğü seçmekle seçmemek arasında… Sorumluluk, taşımak omuzlarında sonsuza dek kendi hayatını kendi sözlerinle yaşamak pahasına, ya da sana verilenle yetinmek, sana verilenler için dilediklerini yerine getirmek… Hangisi kolay acaba? Bir limana sığınmak mı yoksa kendi limanını yapmak mı? Ne kadar zaman alır kendi limanını kurmak, ne kadar emek, ne kadar yürek? Ne kadardır limanına hiçbir geminin yanaşmama riski? İnsanlar göze alır mı riski? Risk nedir ki? Kaybetmek korkusu mu, kaybetmek umudu mu? İnsan neyi kaybeder, bir savaşı mı bir hayatı mı, kendini mi, değerlerini mi? Bir şey nasıl kaybedilir, bir şey kaybedilir mi?

Yaş yirmi… Kaybetmekle kaybetmemek, tanımakla tanımamak arasında… Bir kimlik çabası… “Ben kimim?” Kimsin sen, kimsin ki? Sana doğduğunda verilmiyor mu kimlik; adın, soyadın, ırkın… Ya taşıyacaksın bu kimliği hiç itirazsız ve göstereceksin her isteyene çıkarıp kim olduğunu, ekstra bilgiye ne hacet? Ya da kendin kazıyacaksın adını künyene dilediğince, gerektiğinde tanınmamayı göze alarak… “Sen kimsin” sorularına uzun cevaplar vermek zorunda kalsan da, buna rağmen anlaşılmasan da, hatta dinlenmesen de inatla bağıracaksın adını… Adını sen koyacaksın, birey olmanın…

Yaş yirmi… Birey olmak ya da olmamak… İşte bütün soru bu… Cevapsız kalsa da sorular, sorulmalı mutlaka. Bazen sormak, cevabı bulmaktan çok daha önemlidir. Soru bazen cevaptan daha açıklayıcıdır, cevaplar bazen yetmez anlatmaya niyetleri… Ya da anlamsızlaştırırlar soruları, hiç gereksiz…

Yaş yirmi… Sormakla sormamak, soramamak arasında bir yerde… Önemli olmasa da cevaplar, hatta cevap istenilen, aranılan en son şey de olsa sorma cesaretimi, o aklı bulabilmek marifet. Sormakla kazanılabilir mi çok şey cevap gelmese de, ya da ne kaybedilir sorulması gereken soru sorulmadığında? Ne kadar gereklidir soru sormak ve alınan cevap ne kadar tatmin edicidir? Neden hep beklenen bir cevap vardır ve neden beklenen gelmediğinde hayal kırıklığına uğranılır? Gelen boş da olsa, hoş karşılanmalı değil mi? Değil mi ki cevaplar daima sorulardan sonra gelir?

Yaş yirmi… Bilmem kaç yanlışın bilmem kaç doğru götürmediğini öğrendiğin ama yine de sonuçları hesaplarken doğrularını yanlışlarınla eksilttiğin… Alışkanlık olsa gerek… Şıklar olmadığında önünde ya da senin cevabın olmadığında şıklar arasında ne yapman gerektiğine karar vermeye başladığın… Ya kendi şıklarını ekleyeceksin, ya diğer şıklardan birini tekerlemeyle ya da ona bile uğraşmadan nedensizce seçeceksin ya da geçeceksin diğer soruya. Ya kendi doğrularınla (doğru ya da) yanlış yaşamayı gözüne kestireceksin ya başkalarının yanlışlarıyla doğru yaşamayı seçeceksin ya da yaşamakla ölmek arasında belli olmayan bir yerde ne sana ne de başkalarına ait sözlerin olduğu bir yerde yorumsuz, umutsuz devam edeceksin gittiği yere kadar bittiğince…

Yaş yirmi… Bilinmez yolun yarısı eder mi ama ya çok şey öğrenirsin ya da hiç… Ya sana verilen sandalyeye usulca oturur, masada sana sıra geldiğinde, gelirse, söz alır ve önündeki hazır sözlerle onaylarsın senden öncekileri ya da önce masanı ve sandalyelerini kendin yapıp, her ne kadar uzun sürse de sen davet edersin diğerlerini, onlara öteki gözüyle bakmadan… Yirmi yaş buna kadar vermek için dönüm noktasıdır: Ya geriye dönersin herkesle ya da yüzünü Güneş’e çevirirsin: Gözlerin açık inatla Güneş’e göz kırparak kör olacağını belki de bile bile.

Yirmi yaş… İnanmayı göze almaktır!

 
Toplam blog
: 5
: 533
Kayıt tarihi
: 16.09.06
 
 

Kitap okumak, araştırma yapmak ve resim yapmak başlıca hobilerimdir. Tarih, edebiyat, psikoloji, sos..