Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '07

 
Kategori
Anılar
 

Yaşam beklemez

Yaşam beklemez
 

İçinde bir sızı ile uyandı.

Perdenin aralığından sızan cılız ışıkta saati görmeye çalıştı. Yediye geliyordu. Yatağından kalkmayı denedi. Vücudu kalkma emrine uymaya pek istekli görünmüyordu.

“Onbeş dakika daha yatabilirim!” diye düşündü, “bugün cumartesi…”

Peki bu sızının nedeni neydi? Rüyadan mıydı? Ne gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Bir uçurumdan aşağı düşerken soluk soluğa uyanmıştı. Yatağın başucundaki “Büyük Rüya Tabirleri”ne gitti eli. Neye bakmalıydı.

“Düşmek” dedi, “bakmam gereken sözcük bu”.

Hızla çevirdi sayfaları ve “düşmek” sözcüğünün karşısında yazanları hızla okumaya başladı:

“Rüyada düşmek pek de iyi sayılmaz. Bu ani yenilgi, başarısızlık olarak yorumlanır… Düşme rüyalarının bazılarının nedeninin psikolojik olduğu da söylenmektedir. Stres, bunalım vb. bu tür rüyaların görülmesine neden olabilmektedir. Rüyasında çok yüksek bir yerden düştüğünü gören insan, uğraşıp elde etmiş olduğu şeyleri kaybedebilir…”

“İnşallah böyle bir şey olmaz” dedi kendi kendine. Yaşamının tam bu noktasında yeni bir yenilgiye hazır değildi.

“Nedeni başka bir şey de olabilir bu sızının” diye teselli etmeye çalıştı kendisini. Dün akşam olanlarla ilgisi olup olmadığını düşündü. Asker arkadaşıyla buluşmuştu dün akşam. Beş yıllık bir aradan sonra askerlik anılarını yeniden yaşamışlardı birlikte. Aslında hatırladıklarında yürek sızlatacak çok şey vardı. Zira terörün dağları kapladığı bir dönemde Bitlis’in dağlarında paylaştıkları on iki ay bugün bile hatırladıkça yüreğini burkan çatışmalara sahne olmuştu. Ne yazık ki askerlik sonrası yaşam onları iki uzak şehre atmış, sivil hayata yeniden adapte olma, iş bulma, yaşamlarını güvenceye alma mücadeleleri içinde hızla geçen günler onları birbirinden koparıp atmıştı. Nihayet geçen hafta telefon etmişti Hasan Ahmet’e. Hafta sonu bir iş toplantısı için İstanbul’a geliyordu. Sözleşmişler ve Cuma akşamını boğazın sakin bir balık lokantasında birlikte geçirmişlerdi.

“Ama bu sızı sanki geçmişten çok geleceğe ait gibi” dedi içinden bir ses. Sanki gelecek bir haberin, olacak bir kötü olayın habercisi gibi.

“İnşallah öyle değildir” dedi yüksek sesle. Son zamanlarda sık sık yaşıyordu bu deneyimi. Hiç aklında olmayan bir şeyi düşünüyor, sonra o düşüncesiyle bağlantılı bir olay oluyor, yada birisiyle karşılaşıyordu beklenmedik bir şekilde.

Hızla olabilecek ihtimalleri gözden geçirdi. Annesi rahatsızdı. Artık onu taşımaya isyan eden bacaklarından şikayet edip duruyordu; ancak öyle ciddî bir durum yoktu. Babası iyiydi. Kardeşleriyle yeni haberleşmişti.

Birden saate takıldı gözü. Yarım saat geçmişti bile. Hemen fırladı yerinden. Görüşmeye geç kalmak istemiyordu. Duşunu aldı, tıraşını oldu. Yumak’ın yemeğini verdi. Bu sabah çok sessizdi kedicik. Oysa her sabah miyavlarıyla uyandırırdı Ali’yi. Yemeğini koymasını bekleyemezdi her sabah. Halbuki bu sabah yerinden bile isteksizce kalkmış, iyice gerindikten sonra gelmişti mutfağa.

“Umarım Ayşe teyze unutmamıştır gömleğimi ütülemeyi” dedi, “bir de ütüyle uğraşmak istemem”.

Kahvaltısını ederken, kanalları gezip haberleri dolaştı hızlıca. Ankara’da değişen bir şey yoktu. “Ciddî bir muhalefet olmayınca siyasetin bile tadı yok” diye geçirdi zihninden. Yine trafik kazaları, Balkanlardan gelecek yeni soğuk hava dalgası, Irak’ta Iraklı direnişçilerin kendi insanlarının arasına intihar bombacılarıyla dalarak gerçekleştirdiği iddia edilen katliamlar, Avrupa Birliğiyle bir türlü hız kazanmayan tarama süreci, Şemdinli ve Yüksekova ile başlayan ve şimdi de Van’da süren tuhaf ve “yine birileri bir şeyler mi tezgahlıyor?” sorusunu akla getiren olaylar, bankaların hızlı rekabet içinde faizini yüzde birin altına düşürdüğü konut kredileri… ve son günlerde medyayı işgal eden kocası tarafından dövülüp çocuğu elinden alınan mankenin gözyaşları içindeki görüntüleri… Kısacası haber gündeminde değişen bir şey yoktu.

Pencereden yarı karanlık bir kış günü görünüyordu. Sararmış yaprakların işgal ettiği kaldırımları süpürüyordu bir çöpçü. Alt komşu Şenay hanım köpeğini gezdiriyordu. Bakkalın çırağı siparişleri vermiş boş sepetle geri dönüyordu. Dersanelere gitmek için otobüs bekleyen öğrencilere, işine gitmek için bekleşen işçiler katılıyordu. Kentin olağan kargaşası ve gürültüsü yavaş yavaş cumartesi mesaisine başlıyordu.

Hızla giyindi. Giyeceklerini iki akşam önceden kararlaştırmıştı. Gideceği görüşmeyi önemsiyordu. Önce spor mu yoksa resmî mi giyinmesi gerektiğinde tereddüt etmiş, sonra resmî giyinmeye karar vermişti.

Askerlik dönüşü avukatlıkla gazetecilik arasında bir tercih yapamamış, bir ara yanında stajını tamamladığı avukatın bürosunda avukatlığı sürdürürken, gazetelere makaleler yazmayı denemişti. Sonunda mahkemeden mahkemeye koşturmalar, hacizler, müşteriler onu sıkmış ve gazetecilikte karar kılmıştı.

İngilizce’sini de kullanarak dış politika yazarlığına yoğunlaştı. Medya dünyasındaki el değiştirmeler onu beş yılda üçüncü kez gazete değiştirmeye zorladı. Aslında yeni yerinden memnundu; artık günlük bir köşesi vardı. Ama bugünki görüşme ona televizyon dünyasının kapısını açabilirdi. Avrupa Birliği’ne ilişkin yazıları dikkat çekmiş ve bazı TV programlarına uzman olarak çağrılmaya başlanmıştı. İşte geçen hafta katıldığı program sonrasında kendisine bu iş teklifi gelmişti. “Türk Asıllı Avrupalılar” adlı bir program planlanıyordu. İkinci ve üçüncü kuşak Türklerin artık bulundukları ülkede kalma kararı vermiş olmaları ve bu sürecin onların yaşamı üzerindeki etkisi ele alınacaktı.

“İnşallah bu içimdeki sızı görüşmenin kötü geçeceğine işaret değildir” diye mırıldandı.

Giyindi. Kedisini öptü. Duasını yaptı ve evden çıktı.

Karşılaştığı iki komşusuyla selamlaştı. Füsun teyzenin romatizma şikayetlerini dinledi ayak üstü. Bir de üst komşunun çocuklarının ne çok gürültü ettiğini. Ayrılırken:

“Dua et bana teyzeciğim, iş görüşmesine gidiyorum” dedi ona.

“Allah hakkında hayırlısını versin evladım” dedi Füsun teyze, “hem sana hem de herkese”.

Dış kapıdan çıktığında havanın sandığı kadar serin olmadığını, ılık bir lodos havasının sokakları dolaştığını gördü. Sevindi. Hiç sevmezdi soğuk havayı.

Aslında görüşme öğleden sonraydı. Ama onun niyeti İstiklal Caddesine uzanıp, kitapçıları dolaşmak, sipariş ettiği birkaç kitabı almaktı.

Arabasıyla yola çıktığında aklında düşünceler cirit atıyordu. İşle ilgili bir çok yeni fikir vardı zihninde. Görüşme sonrasında olumlu bir sonuç çıkarsa yapacaklarını sıraya koydu. Akşama arkadaşlarıyla buluşacaktı. Üniversite döneminden arkadaşlardı hepsi de. Ahmet’in onu bir an önce başgöz etme telaşı da olmasa çok güzel bir akşam olabilirdi. Ona bir türlü anlatamıyordu henüz hazır olmadığını.

“Geç bile kaldın oğlum” diyordu Ahmet, “evde kaldın bu inadın yüzünden. Bak bizim hepimizin en az ikişer çocuğu var. Neyi bekliyorsun bilmiyorum. Julia Roberts’ın seni keşfetmesini mi?”

Gülümsedi kendi kendine.

Taksim’e varıp arabasını otoparka bıraktı ve İstiklal Caddesine giren kalabalığa karıştı. Oldum olası severdi bu caddeyi. Gerçi eskisine göre çok kalabalıklaşmıştı ama yine de çok güzeldi. Kışa pek uymayan bu ılık günde ara sokaklardaki taburelerde buharı tüten çayları canı çekti birden.

“Ama önce kitapçılardaki işimi bitirmeliyim” dedi.

Kitapların üçü de gelmişti. Bir türlü alışamamıştı internetten kart numarasını vererek kitap sipariş etmeye. Böylesi daha güvenli geliyordu ona. Kitapları alıp, Tünele yakın eğimli sokaklardan birisinde Türk dehasıyla eğimi yok edecek şekilde oluşturulan platforma konulmuş taburelere oturup demli çayını söylediğinde keyfi yerine geldi.

Kitaplara hızla göz gezdirdi. Küreselleşme gerçekten de dünyayı küçültmüş gibiydi. İki hafta önce Amerika’da raflara çıkan kitap bugün onun elindeydi.

Çayını yudumlarken caddeden gelip geçenleri izlemeye başladı. Sanki hızlandırılmış bir film şeridi gibiydi gördükleri. “Küresel İnsan Portreleri” idi filmin adı. Anlık öyküler geçiyordu gözlerinin önünden. Elinde valizi sırtında çocuğuyla geçen genç annede, örüp uzattığı saçları ve elinde gitarıyla dalgın dalgın yürüyen genç adam, yolun kenarına çekilmiş tartışan genç sevgililer, durup Ali’nin tuhaf platformdaki tabureye oturmuş çay içen halinin resmini çeken turist kadın, üzerinden asalet akan zarif yaşlı hanımefendi, tip tip giyinen, ama çoğunlukla göbeklerini açık bırakan liseli kızlar, caddenin değişen kaldırımlarını döşerken, bu tuhaf kalabalığı yan gözle süzen işçiler, lavanta satan ve “ben çoook günler gördüm, bakmayın bu halime” mesajıyla bakan beyaz saçlı nine, dersaneyi kırdığı elindeki kitaplardan belli kızlarla oğlanlar, sıkılmış bir ifadeyle bir kenara çökmüş elinde poşetlerle eşini bekleyen orta yaşlı adam, ellerini beline koymuş iş makinelerini bıkkınlık içinde seyreden tuhafiyeci, hepsinde ayrı birer öykü gizli.

Birden bir çığlık koptu yan sokakta. İnsanlar oraya koşturdular. Ali de merak etmişti olup biteni. Halka oluşturan kalabalığın üzerinden baktığında pejmurde giyimli genç bir kadının yerde kıvrandığını gördü. Her kafadan bir ses çıkıyordu:

“Ambulans çağırın”, “doktor yok mu buralarda?” “ bir taksi çağıralım” “Taksi gelemez ki buraya!” “sıcak bir yere taşıyalım”.

Sadece konuşuyordu herkes. Kadınsa çığlık çığlığaydı:

“Suyum geldi, doğuruyorum, yardım edin bana”…

Kalabalık telaşla dalgalandı; sesler daha da arttı. Ali’nin aklına cep telefonu geldi. Hemen Hızır Acil’i aradı. Yeri tarif etmekte zorlandı. Operatör yeri haritada bulmak için epey zorlandı Ali’yi telefonda tutarken.

On dakikadır sancı çekiyordu genç kadın. Yaşlı bir kadın yaklaştı kalabalığa:

“Ben emekli ebeyim, müsaade edin ne olur birisi battaniye ve sıcak su bulsun”

Sokağın etrafındaki dükkanlardan koşmuş esnaftan bazıları koşturdular malzeme getirmeye. Ambulanstan hâlâ ses yoktu.

Ebe herkesi uzaklaştırırken, esnafın getirdiği battaniyeler çekildi genç kadının etrafına.

“Bu kadar geç kalınır mı be kızım!” diye söylendi ebe, “doğum çoktan başlamış”.

Herkes uzaklaştığı yerden gelen seslerden olup biteni anlamaya çalışıyordu.

Uzaklardan ambulansın sireni duyulmaya başladığında, bir bebek çığlığı yükseldi battaniyelerin arasından. Kadının sesi kesilmişti.

Ambulans sokağın başına geldiğinde görevliler sedyeyi yetiştirirken, telefonu çaldı Ali’nin.

“Alo! Ali, ben Ayten!” dedi titrek bir ses. Bir an algılayamadı Ali. Hangi Ayten’di arayan? Onu tanıyor olmalıydı “Ali” dediğine göre. Gazeteden olamazdı, arkadaş çevresinde de yoktu bu isimde biri. Saniyenin onda birinden az bir süre içinde geçen bu düşüncelerin doldurduğu duraklamayı karşı tarafın sesi kesti yine:

“Yılmaz’ın eşi Ayten!”

Bir anda şimşekler çaktı kafasında.

“Yılmaz” dedi kendi kendine. Çocukluk arkadaşı Yılmaz. Birlikte “hüdü” oynadıkları, “kaçak-polis” oynadıkları –nedense hep Yılmaz polis olurdu-, gazoz kapağı kavgası yaptıkları, ilk okulda aynı sırayı paylaştıkları, aynı kızı sevdikleri Yılmaz. Liseden sonra kopmuşlardı her nedense. Ali üniversite için İstanbul’a gelirken, Yılmaz babasının işini sürdürmek üzere memlekette kalmıştı. Artık görüşmeleri birkaç günlük sıla ziyaretlerindeki çay sohbetleriyle sınırlıydı. Ama yine de aklından hiç çıkmazdı Ali’nin Yılmaz. Liseyi bitirdikten iki yıl sonra ortaokul arkadaşları Ayten ile evlenmişti Yılmaz; iki çocukları olmuştu. Her görüştüklerinde zorla yemeğe götürürdü eve Yılmaz. Ayten de Ali’yi bir ağabey gibi görürdü.

Geçenlerde bir arkadaşlarından Yılmaz’ın hasta olduğunu duymuştu. Aramış ama Yılmaz’la görüşememişti. Ayten gözyaşları içinde “hiç iyi değil” demişti yalnızca. Soramamıştı Ali hastalığının ne olduğunu. Sanki hazır değildi alacağı cevaba.

Birden düşüncelerinden sıyrıldı ve korku içinde cevap verdi:

“Ayten bu ne sürpriz! Nasılsın? Yılmaz nasıl?”

Bir ağlama sesi oldu Ayten’in cevabı. Anlamıştı Yılmaz sızının nedenini. Ama yine de umudunu yitirmedi:

“Ne oldu Ayten? Yılmaz iyi değil mi?”

“Önceki gün kaybettik Yılmaz’ı!” dedi bir solukta Ayten.

Kalakaldı olduğu yerde Ali. Duyduklarına inanmak istemiyordu. Film şeridi hızla geri sarıyor, yıllar önce paylaştıkları günler dün gibi canlanıyordu hayalinde. Bu kadar çabuk olamazdı. Evet kadere inancı tamdı, “her nefis ölümü tadacaktır” biliyordu. Ama yine de çok erken gibi geliyordu ona. Kendisini zorla tuttu ve teselli etmeye çalıştı Ayten’i:

“Ayten, başımız sağolsun. Ömrü bu kadarmış demek ki. Hep acele ederdi yaşamında. Biliyorsun seninle evlenmekte de çok acele etmişti. Şimdi de cennete bir an önce gitmek istedi demek ki! Siz iyi misiniz?”

“İyiyiz” dedi Ayten, “ölümünden az önce, bana ‘Ali’ye selamımı mutlaka ilet’ dedi Yılmaz. Seni çok severdi. Onun için haber vermek istedim”.

Fazla uzatamadı Ali konuşmayı. Birkaç teselli cümlesinden sonra kapattı telefonu.

Yaradan yine bütün san’atını gösteriyordu yaşam eserinde. Bir yandan sokak ortasında yeni bir hayatı başlatırken, öbür taraftan bir başka emaneti teslim alıyordu. Başlangıçlarla bitişler, acılarla mutluluklar, kahkahalarla gözyaşları hep iç içeydi.

Düşüncelerin girdabına kapılmış gidiyordu Ali. Yeni doğan bebekle annesine ilk müdahaleyi yapan sağlık ekibinin ambulansa koydukları hastalarını aldıktan sonra çalan siren sesiyle uyandı düşüncelerinden. Ambulansın ardından bakarken içinde karmaşık duygular vardı.

“Yazmalıyım bütün bunları” dedi, “yaşamın ihtişamına tanıklığımı mutlaka belgelemeliyim”.

Saatine baktı. Görüşme saati yaklaşmıştı. Çantasını aldı, yavaş yavaş otoparka yürümeye başladı. Etrafında bütün hızıyla akmaya devam eden kalabalık, geleceğini değiştirebilecek görüşmenin heyecanı, içindeki kaygılar hepsi önemsizleşmişti birden. “Dünya bir oyun, bir eğlencedir” tespitini hatırladı birden; bu kariyer, para, zevk arzusunu yok edecek bir tespitti; ama öbür yandan da biliyordu ki bu dünya ahiretin tarlasıydı. Önemli olan neden burada olduğunu unutmamak, ‘nereden’, ‘niçin’, ‘nereye’ sorularına verilecek cevaba göre yaşamaktı. Asıl sır ise yaşamın kendisinde gizliydi.

Televizyon binasının kapısından girerken birden bir şeyin farkına vardı:

İçindeki sızı kaybolup gitmişti…

 
Toplam blog
: 51
: 2739
Kayıt tarihi
: 15.07.06
 
 

1961 yılında Çorum’un Osmancık ilçesinde dünyaya geldim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde li..