Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '07

 
Kategori
Felsefe
 

Yaşam biçimlerini büyük şehre taşıyanlar ve kültürel yozlaşma

Yaşam biçimlerini büyük şehre taşıyanlar ve kültürel yozlaşma
 

Çetin Altan şöyle diyor:

“Bizde daha az itibarlıdan, daha çok itibarlıya doğru bir "kulluk" tavrının görüntüsü olan "saygı"; karşılıklı eşit bir saygı gösterisi olan "kibarlığa" dönüşemiyor; bir el pantolonun cebinde, bir kaş kalkık, pahalı araba enstantaneleri; kentlileşmenin ortak bir özelliği olan "teşekkür etme" ile "özür dileme"’nin çok dışında, küçük birer derebeyi kimliği çizer.”

Ve şöyle devam eder:

“"Yer" küresindeki kara parçalarının 200 devlete bölünmüşlüğü, tepeden bakıldığında sadece ikiye ayrılmakta:
1- Köylülüğü aşıp kentlileşmiş olanlar...
2- Köylülüğü aşıp yeterince kentlileşmiş olamayanlar...”

“Ülkelerin içinde ve dışında, köylü göçlerini durdurmak için; insanları yaşadıkları yerlerde, göçe muhtaç olmayacak bir yaşam düzeyine kavuşturmak gerekiyor.”

Ülkelerin içinden geçtiği tarihi sürece bakıldığında, feodalizmden burjuvaziye ve onun etkileri ile merkezi krallık ve ulus devlete doğru evrim söz konusudur. Son aşama ise bilgi toplumu ile birlikte uluslar üstü birlikteliklerdir. Türkiye’de bu evrimin yaşanmamıştır. Feodal üretim ilişkilerine sahip bir imparatorluktan ulus devlete direk geçiş olmuştur. Günümüzde ise hiçbir aşamayı yaşayıp, sağlamlaştırmadan son bölüme atlanmak istenmektedir. Kısa yoldan köşe dönme edebiyatını bırakmak gerekli iken; maalesef büyük çoğunluk bu kolay yolu seçmiştir.

İnsanlık bu aşamaları çetin deneyimler ve yüzyıllar süren bir evrim süreci ile geçmiştir. Osmanlı 16. y.y.’dan itibaren dünya ile korelasyonunu koparmış ve kendi içine dönmüştür. Batı çağdaşlaşmada “birey” odaklı yolu izleyip aydınlanırken; coğrafyamızın insanları özelikle kırsal kesimde kültürel erozyona uğramışlardır.

Eskiden güzel ahlak eğitimi ve Anadolu hoşgörüsü ile kendini bilip, kendini eğiten, eksiklerini öğrenerek kapatan, yaşarken öğrenen ve zamanla bir kentli kadar kentli olabilen insanımız; 1950’ler sonrası kademeli olarak emeksiz, çabasız sadece maddi kazanç odaklı çalışma ile büyük şehirlerde eriyip gitmiştir.

Bir eğitimde konuşmacı Profesör şöyle demişti: ““Şarj’a “şarz” diyen, isimlerin sonuna “gil” koyan, “restoran” kelimesini okurken sonuna “t” koyana kız vermeyeceksin.”

Zamanla çoğunluğa dönüşen bu kitleler için en genel kalıp: “Beni kimse yolumdan döndüremez.”olmuştur. Büyük şehrin cazibesine kapılıp daha iyi eğitim, daha iyi sosyal şartlar, daha iyi bir kazanç odaklı bu göç ve kökten yaşam değişimi çok doğaldır. Ancak idrak edilmek istenmeyen, geldikleri yeri bıraktıkları yer yapmaya çalışmalarıdır.

“Para” ve onun maddi getirileri, tek yaşam amaçları olmuştur. Başarılı olup kazanç düzeyi artanlar, kendilerini davullu zurnalı, görgüsüz düğünlerle tanıtacaklardır. Şekil önemlidir, öz değil. Amaçları çevreye gösteriş yapmaktır. Bu durumda da şöyle derler: “Kaç kere evlenilir”. Ayrıca son zamanlarda büyük şehirlerde hızla artan alkolsüz lokantalar ve sokak başına düşen onlarca kebapçı; giderek artan bu ara kültürün şehre hızla sirayetinin birer sembolleridir.

İnsanoğlunun yüzyıllar içerisinde geçirdiği köylü, küçük şehirli ve büyük şehirli olma evrimini yaşamadığı ya da çok hızlı yaşadıkları için bu kişiler değişmemeye, gelişmemeye endekslidirler ve sunulan her yenilik kendilerince bir tehlike olarak algılanmaktadır.

Esas isteklerinin kendilerine saygı duyulması olduğunu belirtenler, çoğunlukla şehirde şehrin kurallarına saygı göstermemektedirler. Aradığını bulamayan bu kitleler zamanla hemşericiğin dayanılmaz etkisine kapılmaktadırlar.

Yardımlaşma olmadan yaşama, şehrin güçlüklerine kendi başına göğüs germe yetisine sahip olamayanlar birbirlerini hızla bulurlar. Bir nevi sosyal güvenlik sistemi gibi işleyen hemşeri dernekleri, vakıflar, lokaller kente tutunmakta güçlük çekenler için bir sığınma yeridir. Zamanla kendi içlerinde daha sıkı bir bağ oluşturarak şehre ve sunduğu kültüre adeta savaş açmaktadırlar. Geldikleri yerdeki yaşam koşullarını bulundukları yere getirmenin ideali ile mevcut sistemle çatışırlar. Şark zihniyetinde aşırı olarak var olan işbirliği, yardımlaşma, elbirliği ile bir şeyler başarma güdüsü onları kente kadar takip eder. Bireysel evrim sürecinden geçmedikleri için büyük şehirde bile bir komün olarak yaşarlar ve bunu bir erdem, hatta olması gerekli büyük bir insanlık değeriymiş gibi çevrelerine de ihraç etmeye kalkarlar.

Bu kitlelerin hareket tarzı, düşünürlerin dediği gibi “tavuk” gibidir; içlerinden bir öncü yola koyulur, şehre yerleşir. Hemen peşi sıra yakınları o koca şehirde başka yer yok gibi ona yakın bir konumda yer alır ve bunlar yayılan hücre misali o bölgeye sirayet ederler.

İçinde yaşadıkları şehirde, mahallelerden küçük kâğıttan kuleler yaratan bu insanların önce gerçeği görmeleri gerekmektedir. Onların sahip oldukları kültür, ne kadar kaskatı dursalar da en fazla birkaç kuşak daha yaşayacaktır. Bu noktada en acı veren ise yeni kuşakların bazen bir öncekinden daha inatla gelişime savaş açıp, karanlık yolu tercih etmeleridir. Oysa değişmeyen sadece ölüler ve delilerdir.

Bu insanların her konuda ezberleri mevcuttur. Örnek vermek gerekirse, konu kız-erkek ilişkisi ise her durum için ayrı bir dogmaya sahiptirler. Kendileri için değil çevrenin ne dediği için yaşamaktadırlar. Geldikleri yörede ya da yetiştikleri ailede koşullar ne ise bu birikimlerini çok az sulandırarak şehre de taşımaya kalkarlar.

Bu sistemi evrimin bir parçası olarak kabul etmeyenler, bunu idrak edememektedirler. Bir zamanlar daha hiç şehirleşme yokken herkes birer köylüdür. Zaman içerisinde gelişim sonucu şehirleşme doğmuştur. Hayatın en önemli kurallarından biri evrimdir ve buna karşı gelinememektedir; o dört yönden yağan bir yağmur gibidir denir; şemsiye sadece kısa bir zaman kişiyi koruyabilmektedir.

Dr. Murat Çağatay’ın belirttiği gibi: “Cumhuriyet’in sunduğu “cemiyet” tarzı yaşama entegre olamamış olan toplum kesimleri “hemşeri” odaklı, “cemaat” veya “aşiret” tarzı hayatları seçmişler ve birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmişlerdir.”

Arada kalanların kültürüne sahip olanlar mutluluğu yakalayamamaktadır. Bir yandan geldikleri yerden kopamamış, bir yandan da büyük şehrin olanaklarını bırakıp gidememişlerdir ve seçim yapamamışlardır. O seçimin kendilerine yükleyeceği yüke de zaten hazır değildirler. Bu alt yapıya sahip büyük kitleler, elini ovuşturarak bekleyen dernek, tarikat gibi oluşumlara potansiyel üye profilini oluştururlar.

“Hemşericilik” zihniyeti ile hareket eden bu komünler, bölgecilik de yapabilirler. Yolda kendi plakasından bir araç arıza yapınca durup, diğerine bakıp geçenin insanlık kriteri doğduğu toprak ile sınırlıdır. Kendileri için en büyük kıstas, ailenin kökünün olduğu topraklardır, ancak doğal olarak annenin doğduğu bölge hiç önemli değildir.

Aile içi aşırı erkek hegemonyasına sahip bu kültür, şehrin daha liberal yapısı ile çatışmaktadır. Eskiden bu tip çatışmada yeni koşula uyum sağlama seçimi yapılırdı. Kişi yegâne düzeltebileceğinin kendisi olduğu bilincine vararak, kendine yönelip uyum sağlamaya çabalardı. Günümüzde ise bir inatlaşma söz konusudur. Kendini düzeltmek, ortama uyum sağlamak yönünde ufak adımlar dahi atmak istenmeyebilinir ve amiyane bir tabirle çoğunluk “Konulan yerde otlar”.

Günümüzde bu kültürel yozlaşma o kadar ciddidir ki, şehir kültürü bazı yerlerde tehlikededir. Bu yozlaşma dil, davranış, insan ilişkileri gibi birçok alanda mevcuttur. Her konuda olduğu gibi burada da mucizevî çözüm eğitimdir. Bir düşünürün dediği gibi; “Öyle bir kuşak değil en az üç kuşak gerçek anlamda okuyacak ki sonuç alınabilsin.” Yozlaşma büyük şehirleri tehdit ederken, diğer bir kolu ile medya organlarına da sirayet eder. Televizyonlardaki onlarca niteliksiz programda kendi yaşamlarından parçalar bulup bağ kurabilirler. Bol ağlamalı, aşırı ajitasyon dolu bir diziyi ya kendi hayatlarına bir yansıtım yaparak, kendi ezikliklerini içerdiği için ya da psikolojik bozukluklarından seyrederler ki bu uzmanların teşhisini gerektiren bir konudur.

Çetin Altan, köy ya da küçük şehir alt yapılılar ile ilgili şu tespitleri yapar:

“Kentlileşme öyle kolay olmadı. Kentlileşme sürecinde de, bir hayli uzun sürdü eski köylü alışkanlıklarından arınıp kurtulmak; okumaya, yazmaya, kitaplara merak sardırmaya başlamak...
Ve "saygı"dan, "kibarlığa" geçebilmek. Köylülüğün özellikleri, kentlilik taklitçiliğiyle hemen kaybolmuyordu. Neydi bu özellikler:
1- Aile içinde bile, mantıksal ortak bir dayanışma yerine, otoriter olmayı yeğleme.
2- Rahat bir diyalog yerine, "dediğim dedik" türü, tartışma ve didişmeyi yeğleme...
3- Övünmeyi ve olduğundan fazla görünmeyi yeğleme...
4- Her aksaklıkta, asla bir özeleştiriye yanaşmadan, başkasını suçlamayı yeğleme...
5- Toprak ağasına yakınlık gibi, ünlü bir siyasetçiyle olan yakınlıktan, sık sık söz etmeyi yeğleme...
6- "Hukuk", "devlet", "mutluluk", "başarı", "saygı", "kibarlık" gibi soyut kavramların tanımlamalarını yapmaya hiç yanaşmadan; soyut kavramları, taş, toprak, bardak, bıçak, ev, araba, sokak gibi somut sözcüklerle eşdeğerde tutarak konuşmayı yeğleme...
7- Meslek sahibi olma yerine, bir makam sahibi olmayı yeğleme...
8- Mesleksel bir kimlik yerine; doğuştan edinilen dinsel ve ırksal bir kimliği benimsemeyi yeğleme...
9- Bir an önce sıradan bir "sokaktaki vatandaş" sayılmaktan sıyrılıp, şöhret ve zenginlik açısından, sıra dışı biri olmayı ve en azından öyle görünmeyi yeğleme...
10- Bir an önce sonuca gitme yerine; zamanı değerlendirmeye boş vererek, üşenmeyi ve "yumurtanın kapıya dayanmasını" yeğleme...
11- Trafikte arabayı, sanki yollarda başkaları yokmuş gibi, kendine özgü bir bıçkınlıkla kullanmayı yeğleme...
12- Evrensel burjuvazinin, yaratıcı birikimlerle örgülenmiş ortak kimliğinden kopukluktan ötürü, kaba kuvvet gösterisine başvurmayı yeğleme...”

Yönetici olmadan önce üretici olmanın gerekliliğinin kavranamadığı bir ortamda yaşamaktayız. Osmanlıdan gelen üzerimize serpilmiş miskinliğin silkinip atılması ve yaşamlarımızda birer padişah olmadığımızın idraki gerekmektedir. Kentli olamamak diye bir şey yoktur; bu bir evrim meselesidir, karar verilir yola konulur bu çok uzun bir yol olsa da, kuşaklar boyu sürse de her şey istemek, azmetmek ve çabalamak ile gerçekleşir.

Bu arada kalmış çoğunluğun yapması gereken ayna ile yüzleşmektir. Avam her konuda kendi hariç herkese suç atar. Koşulları suçlar, kişileri suçlar, vs... Tek aklına gelmeyen kendisidir, kendisine dönüp de kendini sorgulamak hiç aklına gelmez çünkü dogmatik yaşar ve bundan çok mutludur. “Cehalet bir erdemdir.” sözünü farkında olmadan yaşama geçirir.

Eğitimi çözüm olarak önerirken, en önemli eğitimin aile içi eğitim olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Aile içinde çağdaş, uygar, eşit bir birey olarak yetiştirilmiş “birey gibi bireye” eğitim sistemi sadece yardımcı olabilir. Onun temeli sağlamdır ve kişi daha çok ufak yaştan yola koyulmuştur.

Ülkemizde gerekli evrimi geçirmemesine rağmen büyük bir kısım, kentli kimliğini sahiplenirken, o kimliğin gerektirdiği gibi yaşamamaktadır. Bu kitleler arasında ciddi kompleksler olduğu da görülmektedir. Kendini beğendiği yere koyar, eleştiri gelirse hemen “En iyi savunma saldırıdır” mantığı ile okumadan, bilmeden, araştırmadan kendi ezber cümleleri ile saldırıya geçer ve fikirleri konuşmazlar, konu bu kitlede “özneler” basamağı ile sınırlıdır. Bilgi sahibi olmadan hepsi fikir sahibi birer ekonomist, teknik direktör, stratejist olup çıkıverirler.

Popülizm yapmadan, mizahi bir bakış açısı ile bakarak, şehirlerde rastladığımız bu büyük kitleyi şu hareketlerinden kolayca tanırız...

Yanından geçerken karşıdan gelenin gözünün içine bakmanın ayıp olduğunu bilmeyen, otobüste yanında oturana her türlü maddi soruyu (iş, maaş, vs...) sormaktan çekinmeyen ancak giderken “iyi günler” bile demeyenlerdir. Asansörde “İyi günler” diyene allak bullak olup baka kalan, birbirinin market arabasının içine aval aval utanmadan bakan, iki sözünden biri “gil” olanlardır. Yolda yürümeyi bilmeyen, karşıdan karşıya cenk eder gibi bir stratejide güruh halinde geçen, ibadetini kendine değil, sokakta geçenlere yapan, kendi akrabaları ve çevresiyle yaşadığı cıvık ilişkiyi herkese yaymaya çalışanlardır.

Bir terzi gibi her bireye farklı elbise biçmez, herkesi farklı bir yere koyup farklı davranmak istemezler. Kendi standart, ezber değerlerini herkese süsleyip sunarlar. Okuyup gelişmek istemeyen, eşi ile akşam sofra adabını uygulamayan, aile içi iletişimi olmayan ama dışarıya her şeyi güllük gülistanlık gibi sunan kitlelerdir.

Yürürken lamalar gibi tüküren, yolda bir silah gibi çektiği cep telefonu ile megafonla konuşur gibi en özel bilgileri bağıra bağıra anlatan kişilerdir. “Gece saat dokuzdan sonra ancak çok acil bir şey olursa aranır” gibi çok basit bir telefon adabını dahi bilmeyenlerdir.

Onlar için özel hiçbir şey yoktur. “Ev” onlar için bir mabet değildir, tamamen bir yolgeçen hanıdır. Tüm değerlerini pazarladıkları gibi bunun da böyle olması gerekliliğini dışarıya pazarlamaya kalkışırlar. Erkek erkeğe içki alınır, kadın kadına dedikodu yapılır. Erkek ve kız çocuklar açıkça eşit değildir, erkek evde göz nuru, annesinin bir tanecik kuzusudur. Çocukların güzel özellikleri babadan, kötü yanları ise anneden geçmiştir.

Bu et oburlar için maddi imkânları yeterli ise “kırmızı et” esas öğünlerini oluşturur. Diğer protein kaynakları aşağılanır. Biri sağlıklı yaşam ve spordan bahsedince; “Atın ölümü arpadan olur.” derler. Mantıksız birçok cümle kurup, her türlü kötü alışkanlığı bünyesinde bulunduran, yenmeyecek tüm yiyeceği yiyip yüz yaşına gelmiş bir yakını mutlaka olan kimselerdir. Hemen bu tip örnekler vermeye başlayıp, atgözlüklü yaşamlarına devam ederler.

Çok güzel bir kişilik özelliği olan “sıcaklık” dahi, yerini “laubaliliğe” bırakmıştır ve bunun sınırı yoktur. Birbirlerine girerler, hakaret ederler; normalde bir sene birbirinin yüzüne bakamayacak hale gelirler. Ancak bir ertesi gün kaldıkları yerden devam edebilecek kadar dejenere olabilirler ve bunu dahi “Ben kin tutmam.” diye değer olarak süsleyip satışa korlar.

Özel hobileri hastane ziyaretleridir. Birbirlerine koşarlar, sonra kapıdan çıkar çıkmaz, hakkında atıp tutmaya başlarlar. Her konuda “öz”e değil, “şekle” önem verirler. Doğal olarak zamanın kıymeti diye bir olguya sahip değildirler dolayısıyla iyi kullanmazlar.

İyi, doğru ve güzele gidiş gibi problemleri yoktur zira kendileri iyi doğru ve güzelde zirveye ulaşmışlardır. Kan bağı onlar için her şeydir. “Yemedik yedirdik.” gibi bir avamca felsefeye sahip olduktan sonra “Biz onu okuttuk şimdi de bize baksın.” diye dünyevi sistemi bir anda bir çıkar ucuzluğuna getirebilirler. “Dokuz ay seni karnımda taşıdım.” gibi ucuz cümleler dahi kurmaktan çekinmeyebilirler. İçlerinde bir kısım aile mantığını iyice abartarak, belirttiğimiz “yemedik yedirdik” felsefesini hayatları boyunca uygular ve yaşamdan elleri boş göçerler. Onlar, kendi kendilerine ne kadar iyi ebeveynler olduklarını pohpohlarken; hayatı boyunca “gak” diyince önüne gelen bir sonraki kuşak ise bu hayattan tekâmül amaçlı hiçbir şey almadan, aval aval bakarak; bu dünyadan göçer.

Lüzumlu lüzumsuz herkesi barıştırmak için üstlerine vazife olmasa da harekete geçerler. Sonuçta onlar barışınca bu sefer aralarını bozmak için nifak sokarlar. Çağırılmadan kendilerini misafirliğe çağırtmaya kalkarlar ve bunu bir hak gibi görürler çünkü bu düşünceye göre karşıdakinin çağırmaması ayıptır.

Bir kadim kültürde, çocukları bir masanın etrafında toplayıp ortaya bir ekmek konulur. Çocukları rekabetçi olan bu yaşama hazırlarken, en büyük parçayı alanın kazanacağı bir oyun oynanır. Felsefesi yaşamın güçlüklerine hazırlanmaktır. Şark zihniyetinde ise ortaya bir ekmek konur herkes birbirine bırakır ve ekmeğin büyük kısmı ise heba olur ve bu küflü ekmek bile insanlık, erdem diye süslenip sunulur.

Düşünmeyen, sorgulamayan kendi işine geldiği kanaldan gelen bilgiye biat eden bir kültür söz konusudur. Konuşulacak önemli bir sohbet konusu da geçmişlerinde nasıl, kime efelendikleri, kimi nasıl hırpaladıklarıdır. Anlatırken gözleri yuvalarından çıkar ve o anı yaşarlar. Yaptıkları ile gurur duyup, bunu paylaşırken kendilerinden geçerler. “Aldım onu yapıştırdım duvara!” diye anlatırken gerektiğinde şimdi de yaparım yani gibi alt mesajları da dinleyicilere vermeyi ihmal etmezler.

Bu durumda bu yapılır gibi “bu budur” söz konusudur. O, öyle görmüştür, öyle yaşamalıdır. Zincir kırma ihtiyacı yoktur, daha da sağlamlaştırır. Zaten kırarsa zincirleri hanımlar kıracaktır, bu yapıda erkekler dogmaya daha bağlıdır.

Marketlerin araba park yerlerinde iki adım daha az yürümek için dâhiyane park yerleri uyduran, iletişim kurarken fiziksel olarak “dürtme” gibi birçok harekete ihtiyaç duyan, sokaklarda yürürken hiçbir rahatsızlık duymadan çekirdek yiyenlerdir. Sürekli “Ye, Allah aşkına daha ye” diye ikramı zıvanadan çıkaran yemek ısrarları vardır. Çocuklarını sağlıklı olacaklar sanarak “Gençsin, yakarsın.” diyerek sürekli şişirenlerdir. Yürürken ayaklarını yere sürüyenler, ayakkabılarını kapı önüne bırakanlardır.

Bir konu üzerine tartışmaya girince kendi savunduğu fikrin anlamsızlığını kendi de anladığında karşısındakinin usulüne yönelik “Niye sinirlenerek konuşuyorsun ki, sakin ol, ellerinle konuşma vs...” gibi atıflarla tartışmayı şirazesinden çıkaranlardır.

Girdikleri her evi sanki satın alacakmış ya da envanter çıkaracakmış havası ile inceleyenlerdir. Bir kişi iken boynu bükülen, bir araya gelince esip gürleyenlerdir. Maddi imkânları el verse dahi, hayatları boyu aynı yemekleri yiyenlerdir.

Sohbetsiz, bir kadeh rakısız sofralardır. Çayı kulak zarını patlatacak şekilde höpürdete höpürdete içenler, yemeği çiğnemeden yutanlar ve sofra adabından nasiplerini almayanlardır. Marketlerde, bankamatiklerin önünde sıraya girmeyi bilmeyip, şifreleri takip eden o uzayan boyunlardır.

Aile içinde birbirini aşağılama, alay etmenin ve saygısızlığın çok doğal bir eğlence kaynağı olduğu evlerdir. Bir tanıdığı ya da yakını bir şey alınca maaile gidip aynısından almaktır. Dünya tersine dönerde evli çift baş başa kalırsa birbirine bön bön bakarak sıkılıp, kavga etmeleridir. Tatile çıkmak için başka çiftler bulmak için çabalama ve “böyle olmalı” diye sosyalleşme mantığına getirip pazarlamadır.

“Millet ne der!” düsturu ile yaşamak aslında yaşayamamaktır. İnşaatları aval aval seyretmektir. Yurtdışına bir sebepten gittiğinde orada bulamazsa diye bavulunda zeytin, beyaz peynir götürmektir. Kendi gibi sürüden olmayanları “garip” diye nitelemektir.

Hiçbir sınırlama dinlemeden, içinden kopup gelen “mangal” güdüsünü yol kenarı, viyadük, apartman balkonu gibi muhtelif noktalarda gerçekleştirmektir. Televizyon açık olmadan sohbet edemeyen, yemek yerken hipnotize olmuş gözlerle aptal kutusuna dalanlardır.

“Ben de isterim, benim neyim eksik” diyerek aç ve doymak bilmez yapıları ile çevresinde kim ne alırsa, ne yaparsa, ne görürse kıskanarak istemektir. Bu kıskaçlığın aile içinde dahi şiddetle olmasıdır. Aldığı her türlü teknolojik aygıtı, arabayı göstermek ister; eğer başkası almışsa onu da görmek ister.

“Para harcamak ayrı bir kültürdür.” cümlesini hatırlatırcasına kültürel, sanatsal aktivitelere cüzi bir miktar ayıramazken, sigaradan vazgeçememektir. Tatile çıkmak beyhude bir davranıştır, onun yerine yeni buzdolabı almayı tercih ederler. Hayatındaki eziklikleri, iletişime geçtikleri, hizmet aldıkları personelden, memurdan, tezgâhtardan çıkarmak en büyük özellikleridir. Bir memura “Senin maaşını ben veriyorum.” gibi serzenişlerde bulunabilirler.

Hayatlarındaki her doğal olayı abartılı bir şekilde yaşarlar. Çocuk olur abartırlar, evlenilir abartılar, torunları olur tavana tırmanırlar. Bunu da “Böyle olmalı” diye hediye paketi ile çevrelerine büyük cümlelerle pazarlarlar. “Herkes” ile başlayan cümleler kurup genellemeler yapmaya bayılırlar.

Evlerinde kütüphane gibi yer kaplayacak bir fazlalık yoktur, kitap varsa o da okumak için değildir. Duvara dayalı süs olan modeldendir ve hep çok yoğun olduklarından okumak için vakit ayıramamışlardır. İçlerinde okuma alışkanlığı olan azınlığın bir kısmı da bilgi eksiğini gidermek için çabalamak yerine; acıklı dizilerle yetinmeyerek, acı dolu romanlara gömülmeyi tercih edebilirler.

Aşırı merak ortak özellikleridir. Ne kadar özele inebileceklerini tahmin etmek mümkün değildir. Vıcık vıcık bir komün hayatı yaşamaları muhtemeldir. Hor görüldüğünü düşünme, beğenilmediğini hissetme kompleksleri ciddi boyuttadır ve bunu duygusal bir silah olarak kullanmaktan da geri kalmazlar. “Sen bizi beğenmiyorsun!” gibi bir ajitasyon seviyesine dahi düşebilirler. Gözyaşları ve duygular en büyük silahlarıdır. Şark kurnazı olanları abiyene tabir ile “aptala yatmaya”da bayılır.

Belden aşağı espriler, seviyesiz iletişim, yüksek sesle gülme ve tepki verme ortak yönleridir. Hastalık, sorun gibi problemleri acilen paylaşıp, hafifleme, karşısındakinin içini sıkma gibi bir itici iç kuvvetleri varken; güzellikleri, mutlulukları paylaşmak hiç akıllarına gelmez.

Sarımsak, soğan, lahmacun gibi yiyecekleri öğle arasında bile yiyip işe gitmeye kalkışabilirler ve her ne pahasına olursa olsun zeytinyağı kıvamlarını bozmaz ve hep üste çıkmaya çalışırlar. “Sürüden ayrılanı kurt kapar.” düsturunu hayatlarına yansıtıp sürüden hiç ayrılmazlar.

İletişimde karşısındakine haklı olduğunu kabul ettirebilmek için ses tonunu yükseltip, “cazgır” denilebilecek şekilde konuşmanın başarıyı getirdiğini sanırlar. Fikirleri tartışmazlar, kişilerde kaybolurlar. Karşısındaki konuşurken çoğunlukla kendi cevabını hazırladığı için dinleme yetisine de sahip olmazlar.

En kötüsü ise aile içerisinde gerek eşe gerekse çocuklara karşı şiddet kullanmaya kalkacak kadar bayağılaşmaktır. Bu psikiyatrik tedaviye ihtiyaç duyan avam kitle için “Dayak cennetten çıkmadır.” Şiddeti eğitimin de bir parçası olarak görmektir. Daha az olsa da çığırından çıkan annenin bile çocuklara şiddet uygulamasıdır. Problemli bu kitlenin ruhsal bozukluğu sonraki kuşaklara da belli ölçüde geçecektir. Bu davranışlarına kılıf bulmak için içinden çıktıkları şartları bahane gösterme aczine de düşeceklerdir.

“Halktan değil, halk için” felsefesini anlayamayanlardır. Saygının kazanılan bir olgu olduğunu, doğuştan olmadığını algılamak istemezler. Duygular, onlar için sömürülmek için yaratılmıştır. “Ben de ne yanlış var acaba” diye düşünmeden eleştiri yapana saldırmaktır. Bütün bu tespitleri duyunca da “Seçkinci bunlar!” diye ezik edebiyatına devam etmektir.

Bu şartlar içerisinde yaşayanlar aileden komün hayatı görürler, klan eğitimi alırlar, ataerkil baba diktatoryası ile gerektiğinde şiddetle bastırılıp, birey olamazlar. En önemlisi ise anne ile çocuk arasında hiçbir iletişim olmadan, bu aile denmeyecek güruhtan yetişirler. Anne, aile içi eğitimde kilit rol üstlenir. Bu kültürde eğer anne bencil ya da silik karakterli ise çocuğun aile içi eğitimi söz konusu olamaz.

Hayatında ona rehber olabilecek, iyi, doğru ve güzele gitmesinde yardımcı olabilecek bir ışık kaynağı da yoksa bulunduğu derin bataklıktan çıkıp, kalın kar tabakasını delmekte çok zorlanır ve zamanla solup, silinip gidebilirler. Ancak kardelenler ve istisnalar hep vardır; olacaktır ve onlar çok kıymetlidir. Onların tekâmülü zor şartlarda sınanır. Geldikleri nokta ile yola çıkışları arasında ciddi mesafe vardır. Bu insanlara basamak olabilenlere ne mutlu!

Son olarak, Çetin Altan köylü-kentli ayırımı için şunları söyler:
”Sofralar kadınsız, şarapsız ve kahkahasızdı...
Kadınlı, şaraplı, kahkahalı sofralar "Onlardı"...
Asık suratla, övünüp durmaya ve kaba kuvvetle efelenip, sık sık posta koymaya kalkanlar da "Bizlerdik"...”

Bir “Herkes gibi” olanlar vardır; bir de az da olsa “Kendi gibi” olanlar vardır.

Temel fark da budur zaten.

Konu dönüp dolaşıp resimdeki şu klasik cümleye geliyor...

“Eğitim Şart!”

Berk Yüksel

 
Toplam blog
: 242
: 32770
Kayıt tarihi
: 09.03.07
 
 

21 Aralık 1973, Ankara doğumludur. Lisans ve yüksek lisansını “İşletme” alanında yapmıştır. Araşt..