Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '08

 
Kategori
Kültürler
 

Yaşamın içinden... Öteki hayatlar.

Yaşamın içinden... Öteki hayatlar.
 

Bu gün çok uzun zamandır yapmayı planladığım fakat ancak zaman bulabildiğim bir söyleşiyi paylaşacağım sizlerle. Söyleşinin konusu bizim deyimimizle “abdallar” bilinen adıyla Romanlar.

Aklım ermeye başladığından beri bilirim onları. Burnumuzun dibinde yaşadıkları halde hepimiz için muammaydı hayatları. Oysa yürüyerek bize sadece 10 dakikaydı yaşam alanları. Sanırım bizden çok evvel gelip yerleşmişlerdi Manavgat’a. Zeytin bahçelerinin içinde olduğundan olsa gerek “Zeytinlik” demişlerdi mahallelerinin adına. Şimdilerde pek kalmasa da zeytin ağaçları, çocukluğumda hatırladığım, tıpkı bizler gibi küçük gecekondularda yaşadıklarıydı. Genellikle düğünlerde çalgılılık yaparak kazanırlardı hayatlarını. Erkekler düğün alayının başında vururken ellerindeki kalın tokmakları süt beyazı gergin muşambalara, sokaklar davudi bir gümbürtü sarsılır, kulaklarımızda ve gönüllerimizde hoş nameler bırakırdı. Kadınlar ise ellerinde teflerle “kadınlara has bir incelikle” kadınları eğlendirmeye çalışırdı. “İlimanın dilimi. Tut kaynanadilini. İlimaaaannn. Sen dilini tutmazsan. Niye de aldın gelini” diyerekten.

Bilindiği gibi “bilinen boyutta” dilendiklerini hiç görmedim abdalların bu güne kadar. Ramazan ve kurban bayramlarında bayramlaşmaya gelirlerdi yalnızca. Ve isteyen, gönlünden ne koparsa, “çam sakızı çoban armağanı” ellerinden geldiğince bir şeyler tutuştururlardı ellerine. Şimdiki dilenciler gibi arsız da değillerdi. Kim ne verirse Allah razı olsun diyerek ayrılırlardı geldikleri kapıdan. Ayrıca babamın anlattığı çok önemli bir dip notu düşmek isterim.

“Asla hırsızlık yapmaz onlar”

Babam Manavgat’a 1962 ortalarında gelmiş, Manavgat’a ilk bakkal açanlardan. O zamanlar müşterileri posta posta içeri alır, bir gurubun ihtiyaçlarını gördükten sonra diğer gurubu alarak ancak yetişebilirmiş ihtiyaçlarını karşılamaya. Şimdi ise bakkal olayı bitti gibi bir şey sizinde bildiğiniz gibi. “Bu da bir başka dip not olsun sayfamızda” İşte o zamanlar anlatırdı babam. Çingeneler hırsızlık yapardı ama abdallar asla yapmaz diye. Zira abdalların büyük bir bölümü babamın müşterisiymiş o zamanlar.

Çingeneler pırıl pırıl parlayan rengarenk saten şalvarları, ilginç takıları ve mankenleri bile kıskandıracak dal gibi fizikleri, neşeleri ile çok dikkatimi çekerdi o zamanlar. Diğer bir deyişle selvi dalı gibiydi her biri. “Boy, pos, endam” Şalvarları gibi parlayan bir enercileri ve ceylanı andıran kıvrak halleri vardı. Aynı enerjiyi aynı kıvraklık ve parıltıyla etraflarına da saçarlardı. En azından benim çocukluk anılarımda böyle yer etmiş.

Yaz aylarında bohçaları ile gelir, müthiş ikna kabiliyetleri ile üç ayda parsayı toplayıp giderlerdi sizin anlayacağınız. Genellikle şalvarları gibi parlak, saten, ipek kumaşlar, işlemeli süslü çeyizlerle dolu olurdu bohçaları. Çingenelerin tek farkları yerleşik düzende olmamalarıydı. Arada birde kapımızın önüne çöreklenir, a be güzelim, aç elcağızını da falına bakayım diyerek gelecek ve aşk denilen o derin kuyuya bir taş atıp çıkartıncaya kadar da bir hayli söğüşlerlerdi bizleri. Fakat şimdilerde kulağıma gelen ve dudak uçuklatan medyum faturaları yanında çok masumane kalırdı onların ki. Hepsi çocukluğumda, 9-10 yaşlarımda kaldı. O zamandan bu yana hiç görmedim onları. Basma çiçekli şalvar giyiyorlar şimdilerde. Ya onlardan değiller ya da tebdil-i kıyafetleri değişti. Tek tük kaldılar. Hatta bu yıl gördüğüm bir taneydi yalnızca. O da bohçacılardan alışveriş veriş yapmayı seven, beş yıl önceki kiracımızdan bize kalan yadigar.

Bir defa kumaş almıştım koltukların üstüne. “O da teyzemizin heveslendirmesiyle.” O günden bu güne gelir ve hep beni sorar anneme. Ya da bağırır aşağıdan. Aynurrrr. Aynurrrr diye. Ben ise ne istediğini bildiğimden ve genellikle bilgisayarın başında olduğumdan hiç sesimi çıkarmam. Biraz ünler ünler gider. “Kumaşta çok güzel çıktı laf aramızda.” Her neyse… Konumuza dönelim.

Şimdi çocukluğumun tozlu sayfaları arasında kalan ve genellikle düğünlerin baş aktörü olan bu insanların aklımda kalan diğer en önemli özellikleri ise, evlerinin önüne serdikleri kilimlerinin üstünde, bağırlarını güneşe verip bir zanaatkâr edası ile güneşi çağrıştıran altın sarısı sepetler örmeleriydi. Zaman zaman “birazda meraktan” o mahalleden geçerken görürdüm.

15 Şubat Cuma günü saatler 14-30’u gösterirken çocukluğumdan bu yana hep merak ettiğim ve burnumuzun dibinde yaşadıkları halde bize muamma olan hayatlarını daha yakından tanımak için Romanların mahallesindeydim. Mahallelerine girmem ve park etmemle birlikte “gelin arabasının etrafını sarar gibi” çoluk çocuk genç, yaşlı arabamın etrafını sardılar. Onlardan biri olmamamın verdiği merakla.

Merak ettiğim bütün soruları sordum onlara. Ne yer, ne içer, nasıl geçinirlerdi. Politika, siyaset, ekonomi hakkındaki görüşleri nelerdi. Çocukları okuyorlar mıydı? Kaç çocuk yapıyorlardı. Nüfus planlamasından haberleri var mıydı ve dünden bu güne ne değişmişti hayatlarında.

İlk gözüme çarpan artık gecekonduda oturmadıklarıydı. Derme çatmada olsa betonarme aşkı onları da sarmış, at arabalarının yerini kırık dökük “Anadol” pikaplar almış, sepet örgüler ise sokaktan topladıkları mukavva kutulara, eski demir parçalarına, hurdalara bırakmıştı yerini. Kimileri sorularıma cevap vermek istemese de genelde konuşunca ya hep bir ağızdan konuşuyorlar, ya da hep bir ağızdan susuyorlardı. Öncelikle tek tek sırayla konuşmaları konusunda söz aldım kendilerinden. Bayan olduğumdan olsa gerek zaten sayıları az olan erkekler biraz kenar duruyorlardı benden. Yalnız biri sorduğum her soruya herkesten önce atlıyor, kadınlara pek söz hakkı vermek istemiyordu. “Erkek egemen bir gücün hüküm sürdüğünü vurgulamak istercesine!” Resminin çekilmesini istemeyen ve elinde eski bir kazağı sökmekle uğraşan bayana neden resminin çekilmesini istemediğini sordum.

-Kocam döver dedi.

-Neee! Sen hala dayak mı yiyorsun yoksa kocandan. Sen onu dövemiyor musun dedim.

- Olur mu? Günah! Erkeğe el kalkmaz dedi.

-Peki, sana günah değil mi dedim.

-Olsun dedi. Erkektir döver.

-Kaç yaşındasın dedim.

-Elli altı yaşındayım dedi.

-56 yaşındasın ve hala dayak yiyorsun öyle mi dedim.

-Heee. Öyle dedi.

“Erkek her yerde erkekti gördüğünüz gibi.”

Amerika’da da olsa, Çin’de de olsa, bizim köyde veyahut sizin köyde. Yan komşuda, üst komşuda, tarlada ve Romanlarda. Doktor, avukat, bakkal, çırak ya da başkan! Fark etmiyordu. Çaktı mı oturtuyordu erkekler. Atadan kalma görev gibi… Miras gibi… Övünülecek bir hal gibi…

-Çoluk çocuktan ne haber? Ortalama çocuk sayınız kaç dedim. Genç adam yine atıldı.

-6-7 dedi. Öğünmek istercesine.

-Genç bir hanım itiraz etti.

-Ne 6-7 si. 2 bilemedin üç. Nasıl bakacağız daha fazlasına dedi. Genç adam yine atıldı.

-Biz altı kardeşiz naaaaber!

Buradan çıkardığımız sonuç. Tıpkı bizler gibi. Bir önceki neslin 6-7 çocuk, yeni neslin ise 2-3 çocuk ortalaması olduğuydu.

-Peki, korunuyor musunuz? Nasıl yapıyorsunuz bunu dedim.

-Evet, korunuyoruz dediler.

-Peki, siz mi gidiyorsunuz sağlık ocağına ya da hastaneye, yoksa onlar mı gelip sizi bilgilendiriyor dedim. Bu konuda fifti, fifti de anlaştık. Çocukların aşısını sordum. Sağlık ocağının gereken her şeyi yaptığını belirttiler. Ve geldik. En önemli soruya. Daha doğrusu bunu sormama bile gerek kalmamıştı. Adım attığım andan itibaren işsizlik sorunu gündemi oluşturmuştu. İşsizlik konusunun en önemli sorunları olduğunu söylüyorlar benden iş bulmamı istiyorlardı döne döne. “İşlerinin eskisi gibi iyi olmadığını vurgulayarak!”

Neden dedim.

-Düğün salonları açıldı açılalı bizim işimiz bitti. Düğün salonları ocağımıza incir ağacı dikti dediler.

Ama ben sizi görüyorum sağda solda, otellerde, fasıl yapan bazı restaurantlarda ve barlarda dedim.

-Tek tük iş onlar. Karnımızı doyurmuyor dediler.

Politikacıları ise seçim öncesi oy dilenmekle ve seçimden sonra kendilerini bir daha hatırlamamakla suçladılar. Belediye’nin bol bol yardım yaptığını, Ramazanda tek tek dolaşarak erzak dağıttığını söylediğimde ise kendilerine böyle bir yardım yapılmadığını, dört beş katlı evi olanlara dağıtıldığını belirttiler.

Peki; muhtar size yardım etmiyor mu dedim.

-Bir kere siyah zeytin gönderdi o da çürük ve kurtluydu, hepsini çöpe döktük, başka da bir şey görmedik dediler.

Kendilerine verilip verilmediğini görmedim ama belediyenin bu konuda iyi çalıştığını söylemeliyim. “Kendi gözlerimle tanık olduğum için.” Genellikle giriş katların ve gecekonduların kapılarını tek tek çalıp erzak dağıttırdığına. Eeee üç dört evi olan adam aç gözlüyse ve utanmadan bu yardımı talep ediyorsa görevliler ne yapsın. “İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü misali” vermek zorunda kalıyorlar sanırım.

Gördüğünüz gibi bizden çok da farklı olmayan sorunları vardı Abdalların. “Diğer adıyla Romanların” En önemli sorunlarının başında işsizlik geliyordu. Belediyenin kendilerine iş vermesi gerektiğinden dem vurdular sürekli. Hayattan çok da fazla bir beklentileri, lüksleri olmamasına rağmen onlar bile işsizlik ve açlıkla boğuşuyor ve siyasilere veryansın ediyorlardı. “Kendilerine iş vermemekle, adam yerine koymamakla suçlayarak.”

Sonuç olarak birçoğumuzun pek de yaklaşmadığı, merak da etmediği “Abdallar” her şeye rağmen nefes alıyor ve yaşıyorlardı bir yerlerde. Bazılarınızın “benim gibi on dakika yakınında” bazılarınızın biraz daha uzağında. Bizim kadar olmasa da değişerekten ve aynı kaygılar, aynı sorunlarla boğuşaraktan.

Hepinize saygılar sunar bir dahaki yaşamın içinden karelerde buluşmak üzere sağlık ve mutluluklar dilerim.

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..