Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yenilginin yönetimi açısından iki şehrin düşüşü: Berlin 1945 – Bağdat 2003

Yenilginin yönetimi açısından iki şehrin düşüşü: Berlin 1945 – Bağdat 2003
 

Berlin 1945


Bu yazı, savaş tarihindeki iki önemli yenilgi sonucu düşman eline geçen iki şehrin direniş tarzları üzerinde yorumlar yapmaya çalışan tamamıyla amatör bir denemedir. Yazarı tarihi ve özellikle savaş tarihini sevmekle birlikte, bir uzmanlık iddiası asla yoktur. Asıl amaç Yenilgi Yönetimi üzerine bir tür zihin jimnastiği olduğundan yazının bu gözle okunması rica olunur.

İkinci Dünya Savaşı’nın bana en çarpıcı gelen yanlarından biri, Almanya’nın hem Doğu ve hem de Batı Cephelerinde yenilmekte olmasına rağmen, savaşı inatla sürdürmesi ve savaşın kazanılma ihtimalinin kalmamasına rağmen, Alman Ordusunun Berlin’de adeta taş üstünde taş kalmayıncaya dek direnmesi.

Öte yanda, Adolf Hitler kadar acımasız ve inatçı bir diktatör gibi görünmekle birlikte, hem 1. ve hem de 2. Körfez Savaşında Saddam Hüseyin’in tamamen tersi tutum gösterdiğini hatırlatmalıyım.

Saddam Hüseyin, 1. Körfez Savaşında Hava Kuvvetlerini savaşta harcamak yerine komşu-düşman İran’a kaçırmıştı. 2. Körfez Savaşında ise, düşman Bağdat önlerine geldiğinde elit Cumhuriyet Muhafızları Birliklerini savaşta kullanmadan adeta yeraltına çekmişti. (http://en.wikipedia.org/wiki/Iraqi_Republican_Guard) . Sık sık Hitler’e benzetilen diktatör, en seçkin birliklerini kaybedileceğini gördüğü bir savaşta harcamaktansa, savaş sonrası işgale direnişi organize etmekte kullanmak gibi kendisinden beklenmedik bir sağduyuyu gösterdi. (Belki de Saddam Hüseyin, 2. Dünya Savaşı tarihinden ders almıştı.)

Savaş, tarzı ve sonucu itibarıyla “kazan-kazan” çözümü yerine, en az bir mağlubu, kimi zaman da iki mağlubu olan bir anlaşmazlık çözme yöntemi. Çoğu savaş tarihi analizi, strateji ve uygulama olarak olup bitenlere galipler açısından yaklaşır ve “kazanmak” için ne yapıldığı veya ne yapmak gerektiği üzerinde durur.

Ben bu yazıda, “Yenilginin Yönetimi” dediğim bir bakış açısından, kazanılma umudu olmayan iki savaşta (Berlin ve Bağdat) yenilenlerin takındıkları birbirinden farklı iki tutumu irdelemek istedim.

Tekrar İkinci Dünya Savaşına dönersek, sadece Adolf Hitler’in değil, yakın çevresi ve özellikle Alman halkının önemli bir bölümünün savaşın artık kaybedildiğinin bilinmiş olması gereken dönemde bile, geliştirmekte oldukları mucize silahlara (Wunderwaffen) güvenip bunlarla savaşı kazanacaklarına dair kör inançları sürmekteydi. (The Downfall –Çöküş- filminde, Berlin’de Ruslarla sokak savaşları sürerken, sivil Nazilerden oluşan idam mangalarının ellerinde iplerle dolaşarak düşmana direnmeyerek işbirlikçi olduğunu düşündükleri kişileri idam ettikleri gösteriliyor).

“Hitler’in Sığınağında Son Günleri “ adlı biyografinin yazarı Armin D. Lehmann (son dönemde Hitler’in sığınağında görevlendirilen hizmet erlerinden biri), Hitler Gençliği Örgütü içinde Ruslara karşı şehrinin savunulmasında gösterdiği kahramanlık nedeniyle henüz 16 yaşında iken, Hitler’in doğum yıldönümünde (20 Nisan 1945) ona takdim edilmek üzere Berlin’e gönderilir (1). Lehmann ve arkadaşlarını Berlin’e getiren askeri otobüsün şoförü harabeye dönmüş kentte yolların bomba çukurları ve yıkık binalar ile kaplı olması nedeniyle çok zorlukla ilerler. Etrafında gördüğü yıkıntıya rağmen o bile, gençleri kalacakları yere bırakırken şöyle der: “ Unutmayın, Führer’e o mucize silahlara biran önce ihtiyacımız olduğunu söyleyin”.

Yenilginin sosyal-psikolojisi açısından, yenik olanın son ana kadar bir mucize beklemesi oldukça anlaşılır. Ancak ilginç olan, kadere ve Allahın yardımına olan güveni inanç seti içinde çok önemli bir yer tutan ve laik olmakla birlikte İslam dinine bağlılığını her zaman vurgulamış olan Irak Yönetimi’nin Bağdat düşerken anlamsız bir direniş göstermemiş olması.

Irak Baas stratejisi ile Alman Nazi savaş stratejisi arasındaki en önemli farklardan biri de, Alman stratejisinin “Ya Zafer Ya Ölüm” ilkesine dayalı olması. Savaşın beklenen çabuk zaferi getirmediği daha Rusya içlerindeki Alman yenilgisinde (1942 kış) belli olduğu halde, Alman Genelkurmayı iki cephede birden savaşı inatla sürdürdü (sadece Doğu Cephesinde iki taraftan toplam 30 milyon ölü verildiği belirtiliyor kaynaklarda). Savaşın sonlarında, Normandiya çıkarması ( Haziran 1944) başarıya ulaşıp İngiliz ve Amerikan Birlikleri Belçika’ya kadar geldiğinde, Doğu Cephesindeki en seçkin birlikler Ardenlere çekilip müttefiklere karşı bir “sürpriz” büyük saldırı planlandı ( 1944 Noel, Bulge Savaşı). Başlangıçta sürpriz etkisi nedeniyle başarıya ulaşır gibi olduysa da bu çılgınca karşı-atağın sonucu sadece çöküşü hızlandırıp Rusların Doğu Almanya’yı işgalini kaçınılmaz hale getirmek oldu.

Garip ama gerçek, stratejik analizin kurucularından Von Clausewitz bir Alman ve öğretisi aslında tüm Alman Kurmay subaylarına elbette özümsetilmişti (2). Ancak unutmayalım, Almanya savaşı sadece profesyonel askerlerle değil Nazi Partisi ile birlikte yürüttü, kör inadın sebebi belki de Nazilerdeki kendini beğenmişlik ve ancak güçlü olanın yaşamaya hakkı olduğuna dair inançtı.

Bu noktayı ben her iki yenilgideki tutum farkını açıklayabilecek bir bakış açısı olarak çok önemsiyorum.

Bağdat direnişinde, Saddam Hüseyin’in kuvvetlerinin düşmana karşı zayıf olduğunu görüp, zayıflığını bir avantaj olarak kullanabileceği ve uzun dönemli bir savaş tarzını seçebilmiş olması var.

Savaşan kuvvetlerden birinin, zayıf noktalarını mücadelede bir güç olarak kullanabilmesi Doğu düşünce tarzının (3) en eski yöntemlerinden biri ( Uzak Doğu beden sporları da aynı ilkeye dayanmıyor mu ?). Bu düşünce şekli, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında direnişçiler tarafından yoğun olarak kullanıldı. Vietnam ve sonrasında da gerek gerilla savaşı ve gerekse terörist ataklarda zayıf saldırgan önce zayıf olduğunu kabullenip stratejisini buna göre oluşturmayı bir düşünce tarzı olarak benimsedi.

Bağdat yenilgisinin daha akılcı yönetilmiş olması ( savaş sonrası en kuvvetli direnişi eski Baas mensupları ve Cumhuriyet Muhafızları çekirdek kadrosunun oluşturduğu Sünni Müslümanlar gösterdi) ve diğer direniş gruplarının da birbirinden bağımsız da olsa katkılarıyla, kuvvetle muhtemeldir ABD önümüzdeki yıl yenilgiyi kabul edecek.

Berlin’in düşüşüne döndüğümüzde, aslında yaklaşan düşmana direniş; sokak sokak, ev ev sürecek kadar olağanüstü düzeydedir. Pek çok kaynakta ve en son da çok etkileyici bir şekilde “The Downfall” filminde gösterildiği gibi neredeyse 12 yaşında çocuklar bile üniforma giyip direnişe katılırlar. “Volksstrum” ( Halk Güçleri) denen sivil savaşçılar(4), ordunun kalan unsurlarıyla birlikte Hitler’in ölümü duyuluncaya yani son ana kadar savaşırlar. (Saddam Hüseyin’in idamı Irak’ta direnişi durdurmadı).

Körfez Savaşları ile, İkinci Dünya Savaşı elbette çok farklı zamanlarda, koşullarda, teknolojilerle yürütüldü. Alman Nasyonal Sosyalizmi ile Irak Baas Sosyalizmi arasında bunların doğuşunu sağlayan dış politik koşullar, ülke halklarının tarihsel ve kültürel özellikleri vb. gibi bu yazının kapsamı dışında kalan pek çok karşılaştırma, benzerlik ya da farklılık noktaları var.

Ancak vurgulamak istiyorum, temel bir farklılık açıkça görülüyor: Naziler zayıflıklarını ve savaşı kaybedebileceklerini asla kabullenmediler. Çılgınca atakları ( Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi ile Almanya’nın 1941’de Rusya’ya saldırması) birbirine benzese de Irak her iki Körfez Savaşında da yenilginin kaçınılmaz olduğu görüldüğünde, geri adım atıp bir yıpratma stratejisini uygulamayı seçti.

Bu yazıda, 2. Dünya Savaşının nasıl ve niçin başladığını sorgulamıyorum. Ancak bir kez savaşa girdikten sonra, Almanya’nın “Ya hep ya hiç” stratejisi yerine savaşın kaybedilmesi halinde uygulanabilecek bir stratejisi olmadığı; bunun üzerinde hiç düşünülmediğini çıkarsıyorum.

Almanya teslim olduktan sonra ise, belki müttefik güçler Berlin dışındaki kesimden göreceli olarak çabuk çekildiler (sonuçta Batı Almanya göreceli kısa bir sürede demokrasiye döndü ve 1960 yılından beri yine Avrupa’nın lider ülkelerinden biri) ama en azından Doğu Almanya 40 yıldan fazla süren bir Rus hegemonyası ve diktatörlük altında yaşadı. Doğu Almanya’da kalan insanlar için, rejime ve işgale direnmek asla söz konusu olmadı sadece en şanslıları Batıya kaçabildi.

Bu anlamda, tüm Almanya açısından 2. Dünya Savaşı 1945’te değil, ancak 1990’da Doğu Almanya Rejimi yıkılıp iki Almanya birleşince bitti.( Bkz. German Re-Unification ).

Sonuçları itibarıyla baktığımda, bana Saddam Hüseyin’in kararı daha akılcı geliyor. Yenilgi kaçınılmaz ise, elde kalan son güçlerin düşmana daha akılcı ve uzun süre direnmek için kullanılmak üzere saklanması, sonuna kadar ama daha kısa süreceği açıkça belli anlamsız bir direnişten çok daha yararlı sonuçlar verebiliyor.

Amacım asla Saddam Hüseyin hayranlığı yaratmak değil ancak doğru tespitlerini de gözden kaçırmayalım. Saddam Hüseyin’in son günlerinde Irak Ulusuna (varsa eğer) gönderdiği bana çok çarpıcı gelen bir önemli mesajı şuydu: “Ülkemizi işgal eden düşmandan nefret etmeyin. Nefret gözünüzü karartır, akılcı kararlar verip etkili mücadele etmenizi engeller”.

Tekrar 2. Dünya Savaşı Almanya’sındaki psikolojiye dönersek, Hitler’in sığınağında hizmet eri (kurye) olarak görevlendirilen Lehmann, kitabında kendi hayatına ait bir aşk öyküsüne yer verdiğinde kadere ve mucizeye olan inancını tekrarlamaktadır. Kahramanımız, Berlin’e gönderilmeden önceki dönemde savaşırken yaralanıp bir hastaneye yatırıldığında kendisine bakan ve yaşça da ondan büyük bir hemşireye aşık olur. Ayrılma zamanı gelip ordudaki görevine geri dönerken, savaş şartlarının tüm olumsuz koşullarına rağmen birbirlerini tekrar bulacaklarına dair inancını sevgilisine şöyle ifade eder kahramanımız: “Fata Viem Invenient” (Kader Bir Yolunu Bulacaktır). (5)

Bu Latince özdeyiş, aslında döneme egemen olan Alman düşünce tarzının bir özeti bence. Kazanılamayacak bir savaşın içine mi girdik ? Belirli bir noktada yenilgiyi kabullenip sonraki aşamaya hazırlanmak yerine işi kadere ihale edelim- zaten Tanrı Alman ırkını dünyayı yönetmekle görevlendirmedi mi ?

Zor durumlarda, insanlar gibi toplumların da mucizelere, kadere olağanüstü bir inanç geliştirmesi muhtemelen toplumun uzun dönemli geçmişi ve değerleri ile ilgili. Bu inanç, aslında yararlı gibi görünse de körleşme aşamasına geldiğinde sadece çöküşü hızlandırıyor. ( Nazi düşünürleri de Marksistler gibi Alman felsefeci Hegel’in diyalektik düşünce tarzı ve deterministik tarih anlayışına fazlasıyla bağlıydılar. Tarihin “kendiliğinden” belirli aşamalardan geçeceğine olan inancın tüm Avrupa’da niçin sadece Almanya’da bu derece “tutmuş” olduğu ayrı bir analiz konusu).

Irak Baas Rejimi de Nazi Almanyası kadar kör olmasına ve sonunda kazanacağına dair inancı büyük ölçüde kadere ve Allah’ın yardımına dayandırmasına rağmen savaşın sonunda en azından bir rasyonel karar verip Bağdat tahrip edilip ordunun en seçkin kesimi yok edilmeden savaş sonrası direniş için yeraltına çekildi.

İslamiyette bulunan kadere inanç, Hegelci determinizm ile belirli bir parallellik taşısa da işgalden dört yıl sonra bugün hala direnmekte olan “zayıf” Baas savaşçıları, bir noktada yenilgiyi kabullenmenin ve buna uygun bir strateji geliştirmenin sonraki daha uzun savaşı kazanmak için gerekli olduğunu gösteriyor bence.

Düşmana karşı sabırlı ve “hoşgörülü” mücadeleyi özetleyen çok sevdiğim bir Budist özdeyişiyle bitirmek istiyorum bu yazıyı: “Düşmanımı niçin öldüreyim? Biraz beklesem zaten kendiliğinden ölecek”.


NOTLAR:


(1) Hitler’in 30 Nisan 1945’de intihar ettiği dikkate alındığında kitap gerçekten de son günleri anlatmaktadır.

(2) Von Clauswitz’den söz ederken, stratejiye yaptığı katkılar en az onun kadar önemli bir yakın dönem otoritesi, Liddel Hart’ın özetlediği şekliyle stratejinin sekiz temel prensibinden de söz etmeliyiz:

i. Olanaklarla hedeflerin uyumu.

ii. Koşullara uyarken esas hedefin gözden kaçırılmaması.

iii. En az beklenti hattının seçimi (kırmızı çizgi).

iv. En az direnişle karşılaşılacak hattın seçimi.

v. Alternatif hedefler içeren bir harekat hattının seçilmesi.

vi. Planların ve konuçlanmanın koşullarına uyabilecek şekilde esnek olması.

Yapılmaması gerekenler ise:

vii. Tüm gücünüzü düşmanın beklediği bir darbeye hasretmeyin.

viii. Başarısız bir taarruzda ısrar etmeyin.

( S.B. Liddel Hart, Hitler’in Generalleri Anlatıyor, Çev. Mehmed Tanju Akat, Kastaş Yayınları, 2005)

(3) Bkz. Sun Tzu, Savaş Sanatı, Kastaş Yayınları, 2001.

(4) Volksstrum, kağıt üzerinde 1925’ten beri mevcut olmasına rağmen gerçekte ancak Hitler’in emri üzerine 18 Ekim 1944’te kurulmuş (tarihi vurgulamalıyım, Almanya zaten düşman işgaline çok yakındır.) Kurulduğunda, Volksstrum Anavatanda bulunan 16 ila 60 yaş arasındaki bütün erkekleri kapsıyordu ve 6 milyon kişilik bir güç oluşturmuştu.

(5) Almanca bilen ve Alman kültürüne aşina olan arkadaşlarım, bu deyimin Almanca olarak da yaygın şekilde kullanıldığını söylediler bana.

 
Toplam blog
: 6
: 3635
Kayıt tarihi
: 01.02.08
 
 

Okumayı, düşünmeyi, yazmayı, seyahati ve yenilikleri seviyorum. Kendimi sadece yaşadığım yakın çevre..