Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '18

 
Kategori
Öykü
 

Yeşil Mavi Hikâyeler / Güzel Aylar Zamanı

Yeşil Mavi Hikâyeler /  Güzel Aylar Zamanı
 

İşte Doğu Karadeniz bölgemizin incisi Rize'de geçen nefis bir öykü..Ben yazarken heyecenlandım, sizler de de okurken eminim..

....................................       

Mayıs ayının ortalarından itibaren buralarda dolunaylar bir başka güzel olurdu. Dağlarından arkasından bir tepsi büyüklüğünde doğar, gece ilerledikçe yükselip küçülmesine rağmen gündüz gibi ortalığı aydınlatır, ılık mayıs gecelerine bir başka güzellik katardı.Denizin üzerinde ufuklara kadar uzanan altın bir yol, dere sularında ise kaynayıp hışırdayan yakamoz cümbüşü..

        Serap Gelin evin akşam işlerini gördükten sonra aşağıda tatlı bir hışırtıyla akan dere sularına yansıyan mehtaba dalmıştı. Vakit bir hayli geç olmasına rağmen uyku tutmamıştı nedense. Zihninde binbir türlü düşünce vardı. Teskereye altı ay kalan kocasını düşünüyordu belki de. Geçen yıl birlikte pencerenin önünde oturup böyle mehtabı seyrederken:

        -Her dolunay çıktığında ben de böyle aya bakıp, seni düşüneceğim. Sen de öyle yap. Birbirimizi görmüş gibi oluruz.

        Bu sözleri bir kez daha hatırlayınca gözleri doldu. Şimdi çok uzaklarda kalan o dağ karakolunda neler yapıyordu kim bilir? Böyle dolunayı mi seyrediyordu yoksa karakolu basmaya gelen teröristlerle kıyasıya bir çatışma içinde miydi? “Allah korusun” diye mırıldandı. Son mektubu bir ay önce almıştı.”Beni merak etme. Burada çok rahatım. Sayılı günler çabuk geçer yine görüşürüz. Sizi Allah’a emanet ediyorum” diye yazmıştı. Belki o gerçekten rahattı ama Serap Gelin için aynı şey söylenemezdi. Son zamanlarda başında çok büyük bir belâ dolaşıyordu. Erol’du bu büyük belânın adı. Uzaktan akrabaları olan Erol, daha ortaokula giderken Serap’a göz koymuştu. Arada on iki gibi büyük bir yaş farkı olmasına rağmen kızın önüne çıkar, ileride mutlaka kendisiyle evleneceğini söylerdi. Aralarındaki tek engel yaş farkı da değildi. İri vücutlu, kaba saba bir genç olan Erol; aynı zamanda kavgacı, durmadan içki içen, kumar oynayan birisiydi. Buna rağmen varlıklı ailesinin tek erkek evlâdı olmanın verdiği şımarıklıkla kendini bulunmaz Hint kumaşı sanır, bütün kızların kendisini beğenmesini isterdi. Ancak Serap’a olan ilgisi bir başkaydı. Aşk da denemezdi buna. Delice bir tutku olarak tarif edilebilirdi belki?

        Aslında Serap liseyi bitirince üniversiteye gitmek istiyordu ama durumu olmayan ailesi kazandığı okula göndermeyince kaderine küsmüş, evden dışarı çıkmaz olmuştu. Ancak bir düğünde karşılaştığı Furkan’a ilgi duymuş ve giderek karşılıklı bir aşk büyüsü içine girmişlerdi. Önceleri uzaktan bakışmalarla başlayan bu aşk; tenhalarda buluşmalarla devam etmiş, iki sevgili nihayet evlenmeye karar vermişlerdi. Erol’un Serap’a takıntısını bilen Furkan acele ediyordu. Çünkü bu adamın ne yapacağı belli olmazdı.

        Nitekim Furkan’ın Seraplara elçi- Karadeniz’de görücüye elçi denir – gönderdiğini duyunca Erol tutuşmuş, o da araya hatırlı akrabaları sokarak ailesini elçi göndermişti. Ancak Furkan’ın efendiliğini ve çalışkanlığını takdir eden Serap’ın babası kızının da gönlü olduğunu öğrenince, uzaktan akraba oldukları Erol’un ailesini kibarca reddetmişlerdi. Serap’ın babası Erol’a kız vermeyi asla düşünmezdi zaten. Zira böyle birine kız vermek, evlâdını bile bile ateşe atmak demekti.

        Erol uslu durmak niyetinde değildi. Bir gün çarşıya giderken Furkan’ın yoluna çıkmış, tehdit ederek dövmeye kalkışmıştı. Ancak çok çevik bir genç olan Furkan’la baş edemeyeceğini anlayınca da belindeki tabancasını göstermekle yetinmişti. Öte yandan yolda yalnız gördüğü Serap’ı sıkıştırmak istemiş, kızın kaçması üzerine arkasından avaz avaz “Seni kimseye yar etmeyeceğim!” diye bağırmıştı.

        Her şeye rağmen kemençe, tulum ve horonun başrol oynadığı sade bir köy düğünüyle dünya evine giren Serap’la Furkan başlangıçta çok mutlu olmuşlardı. Bu arada Erol da ortalıkta gözükmüyordu. Belki de gerçeği görmüş, Serap’tan ümidini tamamen kesmişti. Yeni evlilerin bu mutluluğu Furkan’ın askere çağrılmasıyla gölgelendi. Neredeyse asker kaçağı olarak aranmak üzere olan Furkan, apar-topar askere gidince karnındaki bebeğiyle yalnız kalan Serap Gelin günleri, haftaları ve ayları saymaya başlamıştı. Eğirdir’de mavi bereli jandarma komando olan Furkan, Şırnak gibi PKK terörünün en yoğun yaşandığı yerlerden birinde görev yapmasına rağmen “Sayılı günler çabuk geçer” diye kendini avutuyordu.

        Derken uzun bir süredir meydanda gözükmeyen kâbus birdenbire ortaya çıktı. Bir gün evin aşağısındaki korulukta ot keserken Erol aniden çıkagelmiş, kadıncağızın hemen yanı başında çömelerek,

        - Kolay gelsin hala kızı, demişti alaylı alaylı gülerek.

        -Evlendin gittin ama benden öyle kolay kurtulamazsın haberin olsun.

        Serap kıpkırmızı olmuş, bir an hemen oradan kaçmayı düşündüyse de rezalet çıkmasından korkarak:

        -Ne olur böyle yapma Erol Abi..diye konuşmuştu başını önüne eğerek.

        -Ben artık evli bir kadınım. Karnımda asker eşimin çocuğunu taşıyorum.Sen akrabamsın; abim sayılırsın..

        Erol sırıtmasına devam ederek:

        -Askerse ne yapalım? Benim gibi bedelli yapsaydı o da..Bunları onunla evlenmeden önce düşünecektin. Yani akraba olduğumuzu. Hem kocanın burada olmaması daha iyi. Seni her gün görebileceğim.

        Serap’ın birdenbire nevri dönmüş, orağını havaya kaldırarak adamın üzerine yürüyünce “Kah..Kah..Kah” diye gülerek, cüssesinden beklenmeyen bir çeviklikle uzaklaşıp gitmişti.

        Biçtiği otları sırtına yükleyerek eve giderken morali çok bozuktu. Olanları kayınpeder veya kayınvalidesine anlatsa ortalık birbirine girecekti. Üstelik aksi ve biraz da anlayışsız bir adam olan kayınpederi Erol yerine onu suçlayabilirdi. Bu yüzden bir süre sessiz kalmayı ve evin etrafından pek ayrılmamayı tercih edecekti.Nitekim evin yanlarına kadar sokulmaya cesaret edemeyen Erol ortada gözükmeyince Serap Gelin’in morali düzeldi, yüzü güldü. Gerçi bu durum kayınvalidesinin hiç de hoşuna gitmemişti.

        - Biz de hamile olduk vaktiyle. İcabında sırtımızda taş bile taşıdık, diye söylendi durdu.

        Bir hafta sonra Serap’ı sevince boğan bir şey oldu. Furkan sürpriz yaparak aniden izne gelmişti. Karı-koca hasretle kucaklaşmışlar ve sayılı günlerin bir dakikasını bile birlikte geçirmeye başlamışlardı. Furkan aynı Furkan’dı. Yalnızca biraz durgunlaşmıştı. Ara sıra bakışları karşı dağlarda donup kalıyordu. Serap nedenini sorduğunda:

        - Askerde yaşadıklarım, diye cevap vermişti.

        - Yanımdaki tertibimin barsakları dışarı döküldü. Bir başkası mayına basarak havaya uçtu. Normalde insan çıldırır ama ayakta kalabilmek ve savaşabilmek için dişini sıkarak, alışmaya çalışıyorsun..

ay ışığı ve mehtap ile ilgili görsel sonucu 

        Serap yaşadıklarından hiç bahsetmedi ona. Yaşadıklarından sonra bir hayli gergin olan kocasının moralini daha fazla yıkmaya hakkı yoktu. Zamanla Furkan’ın keyfi biraz yerine gelmiş,koca bir tepsi büyüklüğündeki ayın karşı yatan kara dağların üzerinden yükselişini seyrederlerken,

        -Sen, ben ve bebeğimiz, demişti Furkan, Daha ne isterim ben? Güzel bir iş de bulursam değme keyfimize. Biraz para kazanırsam ilk işim bu köhne evi yıkıp, yerine iki katlı bir konak yapmak olacak..

Serap kocasına sarılmış, söyleyemedikleri içinde, söyleyebildikleri dilinde,

        - İnşallah Furkan, demişti.

        - Hele bu hasret bitsin de. Ayağına taş değmez inşallah da, yine böyle birlikte oluruz.

        Ertesi gün Furkan bir arkadaşının arabasını almış, annesinin:

        - Yüklü kadını nereye götürüyorsun?  serzenişine boş vererek Trabzon’a gezmeye gitmişlerdi. Serap’ı en güzel lokantalara, çay bahçelerine götürmüş, sinemaya da gitmişlerdi.

        Sayılı günler çabuk geçer derler. İzin süresi dolunca Furkan birliğine gitmek için hemen yola çıkmıştı. Serap Gelin el sallayarak, arkasından sular dökerken yüreğinde buz gibi bir hüzün vardı. Bu hüzünde bitmez gibi gelen bir özlem saklıydı. Bir de çok yakında başlamasını beklediği kâbusu..

        Gerçekten de Furkan gider gitmez Erol fırsatı kaçırmamış, Serap’ı rahatsız etmeye hemen başlamıştı. Evin etrafına yanaşmaya çekindiği için kâğıt pusulalar yazıp, para verdiği bir çocukla eve gönderiyordu. Bir gün yolda karşılaşmışlar, Serap yalvar yakar,

        -Erol Abi, ne olur yapma..  Ben hamileyim.Üzüntüden yavruma bir şey olur, sorumlusu sen olursun..

        Belki de bu ihtimalden korkan adam birden ortadan kayboldu. Artık pusula da göndermiyordu. Yakınları İstanbul’a gittiğini, orada iş yapacağını söylüyorlardı. Serap Gelin:

        - İnşallah, dedi yürekten, Gidişi olsun da, gelişi olmasın..

        Derken şiddetli bir sancı ve kanama ile hastaneye kaldırılması ve ters gelen çocuğun sezaryen ile alınması.. Acile gelene kadar çok kan kaybettiği için bir hafta hastanede yatmıştı. Çok şükür, bebesi çok iyiydi.

        - Halimizden Furkan’a söz etmeyin, diye rica etmişti kaynanasına.

        - Zor yerdedir, üzülmesin. Ben de iyiyim zaten.

        Sonraki aylar hep neşe ve huzur içinde geçti. Bebesi hayatına çok özel bir anlam yüklemişti. Sevgili eşinin de askerden gelmesine sadece iki ay kalmıştı ve kâbus hâlâ ortada yoktu. Daha ne isteyebilirdi Rabbinden?

        Ancak ne çare ki Serap Gelin’in baş belası, bir karabasan gibi yine başına çöküverdi. Erol İstanbul’dan dönmüş, ayağının tozuyla mektup gibi bir pusula göndermişti. “İstanbul’dan senin için döndüm” diye yazmıştı “Çok istedim ama bir türlü unutamadım seni. Artık kesin kararımı verdim. Bu gece hazır ol. Birlikte kaçacağız. İstersen bebeni de yanına alabilirsin. Kendi evlâdım gibi bakarım ona. Saat tam on iki de gelip, pencereni tıklatacağım. Eğer benimle gelmezsen Allah şahidim olsun ki, bağırıp çağırıp rezil edeceğim seni. Beni kendi çağırdı, şimdi de korktu eve almıyor diyeceğim. Ortalığın alt üst olmasını istemiyorsan benimle gelirsin. Saat tam on iki de unutma. Bu işe başımı koydum ben. Seni kimseye yar etmeyeceğim”

        Serap Gelin mektubu okuyunca beyninden vurulmuşa dönmüştü. Şiddetli bir ağlama krizine tutulmuş, hıçkırıklarla boğularak, ağlamış da ağlamıştı. Neden sonra besi de ağlamaya başlayınca yavrusunu bağrına basarak emzirmeye başlamıştı. Pek adedi olmadığı halde akşama doğru kayınvalidesi oturmaya gelmiş, gelininin kan çanağına dönmüş gözlerini görünce gerçekten üzülerek “Bir şey mi oldu?” diye sormuştu. Zavallı Serapçık uygun bir şeyler söyleyebilmek için akla karayı seçmişti.

        Kayınvalidesi bebeği öpüp okşayarak yatsıya doğru gidince ilk işi bebeği uyutmak oldu. Sonra da duvardaki çifteli tüfeği indirerek iki domuz dolusu fişek koydu. Av meraklısı babası zaman zaman ava onu da götürdüğünden fena atıcı sayılmazdı. Yüzünde tunç gibi bir kararlılık vardı. Artık ağlamıyordu da. Namusunu korumak için her şeyi göze almıştı. Dışarıda tepsi gibi doğup, giderek yükselen parlak bir ay vardı. Güzel aylar zamanıydı çünkü.Beşiğin yanına oturarak çifteliyi omzuna dayadı.”O alçak herif pencereyi tıklattığı an basacağım tetiğe” diye mırıldandı.Sonra da olabilecekleri şöyle bir öngörmeye çalıştı. Kurşunları yiyen Erol bir kütük gibi devrilip aşağı düşecek, bebeği uyanıp ağlamaya başlayacak ve kaynatasıyla kaynanası ne oldu diye koşup geleceklerdi. Derken bütün mahalle buraya doluşacak ve sabaha karşı jandarmalar gelip Serap Gelin’i tutuklayıp götürecekti. Sonrası mı? Sonrasını tahmin bile edemiyordu. Aklına eski bir Rumeli türküsü geldi: “O bizim kavuşmalarımız a yarim, mahşere kaldı”.. Dayanamayıp, yine hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir ara secdeye kapandı. Ağlaya ağlaya dua etti. Rabbine “Beni kurtar ne olur..” diye yalvardı.

        Ay iyice yükselmişti. Mehtabın büyüsü odayı başka bir havaya bürüyordu. Saat on ikiye doğru giderek uykusu ağır bastı. Omuzuna dayadığı tüfek yere düşüverdi ve Serapçık derin bir uykuya yenik düştü. Neden sonra silkinerek uyandığında çoktan gün doğmuştu. Güneşin ışıkları içeri doluşmuş, bebesinin uyuyan masum yüzüne düşmüştü. Birkaç dakika ne olduğunu anlayamadı. Herşey olabildiğince sakin görünüyordu. Derinden bir oh çekerek “Çok şükür” diye mırıldandı. Beklenen heyüla nedense gelmemişti.

        Bebesine taze süt içirmek için ineği sağıp eve çıktığında aşağı mahalleden kuyizmalar (bağrışma), feryatlar gelmeye başlamıştı. Serap Gelin “Acaba ne oldu?” diye düşünerek sütü ateşe koydu. Bir yandan da çayı aygazın üzerine yerleştiriyordu.

        Biraz sonra aşağı mahalleden gelen bir kadın kendisine de uğradı.

        -Başın sağolsun, dedi üzgün bir sesle.

        -Erol dün gece çarşıdan gelirken jipiyle uçurumdan yuvarlanmış. İçkiliymiş galiba? Hiç sesmeden ölmüş. Salini (Cesedini)  şimdi getirdiler. Kusura bakma; senin de akrabandı ama sus testisi su yolunda kırılır derler. Allah sabır versin”

        Serap derin bir sarsılma geçirdi ama kadına renk vermedi.

-  Dostlar sağolsun, dedi sadece.

Kadın gidince de hıçkırıklar içinde içeri odaya koşarak secdeye kapandı. Sarsıla sarsıla ağlıyor ve güzel gözlerinden akan yaşlar halıyı yaşlara boğuyordu.

         

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..