Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ağustos '07

 
Kategori
Anılar
 

Yetimhane çocuğu

Kocaman ahşap masasının arkasına kurulmuş, öne doğru eğilmişti. Saçlarına ve bıyıklarına hafif kırlar düşmüştü. Tombul, sevimli bir yüzü vardı. Göbekliydi.
Bürosunun duvarlarında aile fotoğraflarının yanısıra devlet büyükleriyle çektirdiği büyük boy fotoğraflar da asılıydı.

Otantik bir hava vardı içeride. Gösterişsiz ama değerli. Geçmişe önem verdiği raflarda dizili eski eşyalardan belli oluyordu.
Onunla röportaj yapmak için yanına gitmiştim.
Hayat hikayesi ilginçti.
Önce yalnızlık kokan bir şiir okudu, sonra başladı anlatmaya;
“Ramazan bayramının birinci günüydü. Arkadaşlarımla beni bahçeye çıkardılar. Ellerinde naylon poşet olan birkaç kadın bize dikkatli bir şekilde bakıyordu. Baştan ayağa süzüyorlardı hepimizi.
Şişman olan eliyle beni işaret edip,
‘Gel bakalım yavrum yanıma. Sana bayramlık ciciler getirdim’ dedi.
Ayaklarımın ucuna bakarak, utana sıkıla yanına gittim. Çenemden tutup başımı kaldırdı,
"Yaşın kaç bakalım senin?" diye sordu.
"On iki."

"Maşallah pek de büyükmüşsün. Ama hiç göstermiyorsun. Yemek yemiyorsun galiba. Çok çelimsiz kalmışsın."

Sesimi çıkarmadım. Sonra poşetten gömleği, pantolonu, ayakkabıyı çıkarttı, üzerimdeki kıyafetlerle değiştirdi.

Utandığımdan etrafıma bakamıyordum.

Bu arada diğer kadınlar da arkadaşlarıma aynı şeyi yapıyorlardı.

Şişman kadın yakası bir parmak kir tutmuş gömleği, bir numara büyük gelen ayakkabıyı giydirdikten sonra karşıma geçip bir süre beni seyretti.

Sonra, "Pek de yakıştı yavruma. Biraz daha yemek yersen pantolonun beli tam oturur" dedi.

Yanıma gelip, cüzdanından demir bir lira çıkardı, üç kez başımın üzerinde döndürdükten sonra parayı avucuma sıkıştırırken,

"Aldın, kabul ettin mi yavrum?" diye sordu.

Bakıcı kadın daha önceden bizi tembihlemişti. Zekat verenler böyle sordukları zaman "Aldım kabul ettim" diyecektik. Yoksa kabul olmazmış.

Ben de incecik sesimle,

"Aldım kabul ettim teyzeciğim" dedim.

Başım yine öndeydi. Ayaklarımın ucuna bakıyordum. Utandığımdan yüzüm alev alevdi. Parayı tuttuğum avucum terlemişti.

Diğer kadınlar da işlerini bitirince, bizi yeniden içeriye geçirdiler.

Bayramlık diye getirilen eski elbiseler üzerimizdeydi. Kimimizin ayakkabısı dar, kimimizin ki bol geliyordu. Bazı arkadaşlarımın pantolonları şalvar gibiydi. Yakası kir tutmuş gömlekler kokuyordu.

Odalarımıza girince giydirilen kıyafetleri hemen çıkartıp, kendilerimizinkini giydik. Kadınların getirdiği kıyafetleri arkadaşlarım askılara asıp, dolaplarına koyarken ben hepsini tortop yapıp dolabın içine fırlattım.

Sonra yüzükoyun kendimi yatağa attım. Ayağıma bol gelen ayakkabılar kendiliğinden düştü. Saatlerce ağladım.

Bakıcılar zorlamasa hiç çıkmazdım o kadınların karşısına. Utancımdan yerin dibine giriyordum.

Zaten bu yüzden bayramın gelmesini hiç istemezdim. Yapmacık gülüşler, zoraki okşamalar, sadece kendi duygularını tatmin etmek için zekat diye verilen sadakalar yüreğimi burkuyordu.

Yetimhaneye verileli üç yılı geçiyordu. Babam yıllarca çektiği hastalığa yenilmiş, hayata gözlerini

yummuştu. O öldükten sonra annem de yatağa düştü. Babamın hastalığıyla uğraşmanın yanı sıra

parasızlık, yoksulluk annemi içten içe kemirmişti. Günlerimiz hep hastalıkla, sefaletle boğuşmakla geçti. Çok çaresiz günler yaşadık. Ailem bana bakamadığı için yetimhaneye vermek zorunda kaldı.

Yetimhanede yaşam çok zordu. Anasız, babasız yüzlerce çocuk zil sesiyle uyanıp, zil sesiyle yemek masasına oturuyor, zil sesiyle yemeğe başlıyorduk. Ne oturacak, bir koltuk, ne yatacak yumuşak bir yatak vardı. Sırada oturuyor, ranzada yatıyorduk.

Ben de yetimhanedeki tüm çocuklar gibi çocukluğumu hiç yaşayamadım. Okula gidip gelirken annesinin, babasının yanında yürüyen çocuklara gıptayla baktım. İçimde sürekli bir burukluk oldu.

Anneme, babama karşı özlem doluydum.

Ama onlar dönülmez bir yere gitmişlerdi. Ağlamam sızlamam onları geri getirmiyordu. Ne annemin, babamın elini tutarak sokakta yürüyebildim, ne de kardeşlerimle sarmaş dolaş oyunlar oynayabildim.

Bazen gözlerim doldu gözyaşlarımı içime akıttım. Ağlamayı gururuma yediremedim.

Kaldığım yetimhane Adana'da, evimiz Sivas'taydı. Annem ölmeden önce bazen eve izinli gider hasta annemi, kardeşlerimi görür, hasret giderirdim.

Eve giderken yetimhaneden verilen harçlığı harcamaz, annemin avucuna sıkıştırırdım. O parayla kendisine ilaç alırdı.

Babamın ölümünün üzerinden fazla geçmedi annemi kaybettim. O da yaşadığı acı ve ızdıraba daha fazla dayanamamıştı.

Bir gün eve izinli gittiğimde bana annemin öldüğünü söylediler. Elime tutuşturdukları paketi açtım, içinden bir bayan elbisesi ile kırmızı bir yirmi lira çıktı. Bana kalan tek miras oydu.

Çaresiz yapayalnız kalmıştım.

Babam da olduğu gibi annemin de cenazesine katılamamıştım. Onu da belediye, kimsesizler mezarlığına gömmüştü.

Mezar yerlerini bile öğrenemedim. Hiç olmazsa bir bayram günü gidip mezarlarını ziyaret etme imkanım olmadı.

Yaşadığım bu acı olaylar bana öyle kötü koydu ki, hep yükselme hırsıyla hep zengin olma azmiyle çalıştım.

Yaşadığım ortamdan kurtulmak için kendimi okumaya verdim. Bazı çocuklar gibi kötü arkadaş, kötü huylar edinmedim.

İçimdeki burukluğu, ezikliği yenmek için, adam olmak için okudum. Çünkü başka çıkar yolum yoktu.

Zaman geçtikçe yetimhaneye, oradaki ortama alıştım. Yetimhane evim, arkadaşlarım kardeşim oldu.

Büyük bir ailem vardı. Ve hepsi benimle aynı kaderi paylaşıyordu.

Ama ben bazı çocuklardan şanslıydım. Çünkü annemi, babamı dünya gözüyle görebilmiştim.

“Annem babam vardı” diyebiliyordum.

Ya annesini, babasını hiç tanımayanlar?

Ya kimin çocuğu dahi olduğunu bilmeyenler?

Cami avlusuna, bir evin kapısına terkedilip, yetimhaneye getirilenler.

Onların durumuyla kendimi kıyaslayıp, teselli buluyordum.

Böyle çocuklara ağabeylik edip, arka çıkıyordum.

Ama ne zaman sivil hayata karışsam kendi dünyama dönüp, acılarıma gömülüyordum.

Babamın, annemin ölümü, ölürken benim yanlarında olmayışım, belediye tarafından kimsesizler mezarlığına gömülmeleri ve dahası mezarlarının bile yerini bilmeyişim içimi yakıp kavuruyordu.

Bazen yolda anneme, babama benzeyen kişileri gördüğümde yüreğim küt küt atıyor, koşup boyunlarına
sarılasım geliyordu. Sanki onlar uzak bir yerdelermiş de çıkıp gelmişler gibi oluyordum.

Bir gece yetimhanedeki koğuşta yatarken bekçi amca kapıya gelip ,

“Nevzat, aşağıya gel. Baban geldi, seni bekliyor" diye bağırdı.

Yarı uykulu gözlerimi oğusturup, duyduğum sesin gerçek mi yoksa rüyada mı olduğunu anlamaya çalışırken, yan taraftaki ranzadan başını kaldıran arkadaşım,

"Oğlum ne aptal aptal bakıyorsun. Baban gelmiş işte, insene aşağıya", dedi.

Duyduklarıma inanamıyordum. Nasıl olurdu? Bir defa benim babam öleli yıllar olmuştu. Gecenin bir vakti çıkıp gelen kimdi?

Ama yine de bir umutla ranzadan atlayıp, merdivenleri hızla indim. Çünkü babamın cenazesini görmemiştim. Bana yalnızca öldüğünü söylemişlerdi. Belediye de kimsesizler mezarlığına gömmüştü.

Acaba bana yalan söylemiş olabilirler miydi? Yalan söylemişlerse gelen babam olabilirdi. Ama neden yalan söylesinler ki? Babasının kötü huyları olan, evi terk eden ya da hapse düşen kişilere belki “baban
öldü” diyebilirlerdi. Ama benim babam öyle biri değil di ki, hastaydı sadece.

Her yanımı heyecandan ter basmıştı. Merdivenleri bir solukta inip, beni çağıran adamın karşısına dikildim. Yaşlı biriydi. Babam ondan daha gençti. Ama babam öleli yıllar geçmişti. Aradan geçen sürede değişmiş olabilir diye düşündüm. Loş ışıkta bir süre birbirimize baktık. Adamın boynuna sarılasım, yanaklarını öpüp, ağlayasım geliyordu. Ama adam babam değildi ki. Her ne kadar babama benzetmeye çalışsam da o değildi.

Adam da şaşırmıştı benim gibi.

İlk konuşan o oldu;

"Bir yanlışlık oldu galiba oğlum. Ben ambarda çalışan Nevzat'ı istemiştim. Seni çağırdılar. Kusura bakma, hadi git yat" dedi.

Yıkılmıştım.

"Önemli değil amca" diyerek arkamı dönüp, merdivenlere yöneldim. Başım önde, omuzlarım çöküktü.

Basamakları ağır ağır çıkıp, odama girdim. Beni uyaran arkadaşım da meraklanmıştı.

"Ne oldu, gelen kim miş?" diye sordu.

Yalnızca,

"Benim babam değilmiş" diyebildim.

Gözyaşlarım boşalmak üzereydi. Sadece kendimi yatağa attığımı hatırlıyorum. Arkadaşımın anlattığına göre bedenim sabaha kadar sarsılmış. Hıçkıra hıçkıra ağlamışım.

Ortaokul ve liseyi sınıfta kalmadan bitirdim. Yaşım on sekize gelince yetimhaneden çıkmam gerekiyordu. Ama gidecek yerim yoktu. Ortada kalmamam için beni yetimhanede ambar memuru olarak işe aldılar. Bu sırada eğitim enstitüsünü kazanmıştım. Hem çalışıyor hem okuluma devam ediyordum. Okulumun Mersin'de olması avantaj sağlamıştı. İşimi bırakmamıştım.

Tam delikanlılık çağındaydım. Çevrem değişmişti. Yeni yeni arkadaşlar ediniyordum. Ancak çoğu arkadaşıma yetimhanede büyüdüğümü, ambar memuru olarak çalıştığımı söyleyemiyordum. Ailemi sorduklarında içimi bir hüzün kaplıyordu. Hor görürler diye uzak duruyordum. Ne de olsa onlara göre yetimhane çocuğuydum.

Eğitim enstitüsünü bitirdikten sonra ilkokul öğretmeni olarak atandım. Ambar memurluğunu bırakmıştım. Artık bir etiketim vardı. Öğretmendim. Kendime güvenim gelmişti. Cebim para görüyordu.

Bana göre, benim fikirlerime ortak olan arkadaşlarım vardı.

O sırada yaşadığım çevreden, memleketin içinde bulunduğu durumdan etkilenerek siyasete merak sardım. Zaten o günlerde siyaset yapmayan yoktu. Herkesin amacı memleketi kurtarmaktı. Herkes memleketi karşıt fikirli insanlardan kurtarmak istiyordu. Taraflar acımasızca birbirlerine kurşun sıkıyor, kardeş kardeşi vuruyordu.

Ben zengin değildim. Zengin akrabalarım, dayılarım yoktu. O yüzden benimle aynı kaderi paylaşanların
safında yer tuttum. Kafayı memleketi kurtarmaya takmıştım. Böyle davranarak yetimhane günlerinin acısını çıkarıyordum. Memlekette bir tek yetimhane kalmasın istiyordum. Çektiğim çilelerin acısını başkasından çıkarmak gibi bir psikolojik buhran içindeydim.

Ancak bendeki bu fikir ve davranış karmaşası sürerken memlekette ihtilal oldu. Herkes bir yana dağıldı.
Ne fikir kaldı ne ideal. Siyasi olaylara karışanlardan kaçan kurtuldu, kaçamayan yakayı kaptırdı. İhtilal olmasaydı belki ben de bir terör kurşununa hedef olacaktım. Belki de elimi kana bulayacaktım. İhtilal her şeyi değiştirdi. Beyinler farklı şeyler düşünmeye başladı. İdeolojiler yok oldu gitti. Aradan geçen yıllar bende de önemli değişikliklere yolaçtı. Hayata bakış açım farklılaştı. Para kazanmayı amaç edindim. Memleketi fikir üreterek değil, mal üreterek, ürettiğimi satarak kurtarabileceğimize inanmaya başladım.

Ve iş adamı olmaya karar verdim. İçimde yine yetimhane günlerinin ezikliği vardı. Hırsımı o günlerde çektiğim sıkıntılardan alıyordum. Memleketi kurtaramamıştım ama belki kendimi kurtarabilirdim.

Daha fazla para kazanmak için küçük çaplı tiçaret yapmaya başladım. Öğretmenliğe devam ederken kendime bir motosiklet aldım. Kapı kapı dolaşıp tencere tava pazarlıyordum. Bir kapıdan çevrilsem öteki kapıda mutlaka bir şey satıyordum.

Bu arada evlendim. Evimizin bulunduğu sitede bir de küçük bakkal dükkanı açtım. Sabah erkenden kalkıyor site sakinleri tarafından önceden verilen siparişleri dağıtıyor sonra okula gidiyordum.

Bazen okula geç kaldığım günlerde yanıma bir kangal et sucuğu alıyordum. Okul müdürüyle birlikte kalorifer dairesine iniyor, orada pişirdiğimiz çay ve sucukla kahvaltı yapıyorduk.

Ticaret olayını oldukça ilerletmiştim. Maddi yönden sıkıntım yoktu. Cüzdanım kabarık geziyordum. Ama gözüm daha yükseklerdeydi. Kafam ticarete çalışıyordu. Gücüm kuvvetim yerindeyken neden daha fazlasını kazanmayayım diye düşünüyordum. Ve o hırsla çalışıyor, çok kazanıyordum. Bu kadar çok çalışmak ve kazanmak için gerekli hırsı ve azmi de yetimhanede geçirdiğim zor günlerden alıyordum.

Bu arada parasal bakımdan kendilerinden üstün olmam, öğretmen arkadaşlarımla aramı açtı. Benden uzaklaşmaya başladılar. Onlara göre öğretmen adam, okuluna gider, dersini verir, okuldan çıktıktan sonra kahvehanede ya iskambil oynar ya da zar atardı. Ama ben öyle yapmıyordum. Boş zamanlarımda
ticaretle uğraşıyor, para kazanıyordum.

Ev almıştım, bakkal dükkanım vardı, motosikletim vardı. Tüm bunların yanında bir yerel gazetede köşe yazarlığı yapıyor, evimin bir köşesinde deterjan imal edip satıyordum.

Ticaret hayatımda öğretmenlikten çok daha fazlasını kazanmaya başlamıştım. Bu yüzden tüm zamanımı ticarete ayırmaya karar verdim. Ve öğretmenliği bıraktım.

Sanki daha çok çalışarak yetimhane günlerini unutacaktım. Sanki daha çok para kazanarak anasızlığın babasızlığın acısını yüreğimden söküp atacaktım.

Çünkü yalnız kaldığımda hep çocukluğumun, gençliğimin acılarıyla başbaşa oluyordum. Sabahlara kadar başımı yastığın altına sokup hıçkırdığım geceleri yeniden yaşıyordum.

Yüreğimde yaşattığım bu acıları unutmadan, üzerini küllendirerek hayatla mücadele ettim. Çok param oldu. Ama hep bir yanım boş kaldı. Anamın babamın yokluğunu, çocukluğumu gençliğimi yaşayamamanın ezikliğini bir türlü üzerimden atamadım.

Şirket üstüne şirket kurdum. Yetmedi okul açtım. Öğretmen olarak binlerce öğrenci okuttuktan sonra kendi okulumda insan eğittim. Parası olmayanlara burs verdim, ailelerine yardım ettim. Devletin en üst kademesindeki yöneticilerle aynı masaya oturdum. Bu arada yetimhanede birlikte büyüdüğüm arkadaşlarımı da unutmadım. Şirketlerimin en üst kademelerine onları getirdim. Kasalarımı onlara teslim ettim.

Ama sahip olduğum bu kadar çok varlığın içinde hep yetimhane çocuğu olarak kaldım. Ve öğrendim ki para, şan, şöhret kaybedilen değerlerin yerini tutmuyor.

Ve şunu da öğrendim ki zaman geliyor insanın kendi parası, serveti kendi başına bela olabiliyor.

Mal mülk sahibi olunca gençlikteki hastalığım yeniden depreşti. Yani memleketi kurtarma olayı. Artık züğürt fikir adamı değil zengin politikacı olacaktım. Milletvekili olup, memlekete hizmet verecektim. Bu
amaçla milletvekili adayı oldum ama kazanamadım. Aradan bir kaç yıl geçti bu kez belediye başkanı adayı oldum. Yaşadığım kentin her yerine büyük büyük fotoğraflarım asıldı. Toplantılarda nutuklar atıyor, seçildiğim takdirde vereceğim hizmetleri sıralıyordum. Kazanma şansım vardı. Ama karşımdaki rakiplerim de öyle yenilir yutulur lokma değillerdi. Kazanmak için ne gerekirse yapabilecek tiplerdi.

Ama içlerinde asılsız dedikodulara, iftiralara, yalana, dolana itibar edenler çoktu. İnsanların özel durumlarını, zayıf taraflarını kullanabilecek kişiler vardı. Böyle tipler benim hakkımda öylesine bir karalama kampanyası başlattılar ki neye uğradığımı şaşırdım. Siyasete girdiğime gireceğime bin pişman oldum. Beni dostunu düşmanını tanıyamaz hale getirdiler. Onlarca yıllık arkadaşlarımın davranışları değişti. Çevremdekilerin kimin benim için kimin rakibim için çalıştığını anlayamaz oldum.

Rakiplerimle mi dalaşayım, yoksa aynı partide birlikte çalıştığım arkadaşlarımla mı şaşırdım. Çamur atan atana, yalanın bini bir para. Adaylıktan vazgeçirmeye çalışanı mı ararsın, kendini desteklediğim anda iş hayatımda bana avantaj sağlayacağını vaadedeni mi ararsın.. Ortalık toz duman oldu birdenbire.

Feleğimi şaşırdım.

Sanki yetimhanede büyüyen ben değildim. Sanki onca acıyı, ızdırabı çeken ben değildim. Babam

İngiltere kralı, annem kraliçesiydi artık.

Emekten, emekçiden yana olan ben, zenginler sofrasının baş aktörü yapılmaya çalışılıyordum. Ben beni unutmuş, başkalarının çizdiği yolda yürür olmuştum. Nereye gittiğimi, götürüldüğümü anlayamıyordum.
Durup düşünme imkanım bile yoktu. Hızla bir yerlere sürükleniyordum. Ama en çok zoruma giden de babamla ilgili söylenendi.

Rakiplerimden biri, beni karalamak için çıkıp,

‘Nevzat bey, iyi hoş adam da, babası bizim komşu olur. Adamcağıza beş para yardım etmiyor. Kendisi para içinde yüzüyor, babası sefalet içinde ölümü bekliyor. Çok hayırsız bir evlat’ demiş.

Duyunca şok oldum. Kulaklarıma inanamadım. Bu davranışı bana yakıştırmışlar. Baba özlemiyle büyüyen, anasızlığın, babasızlığın acısını yüreğinin en derinin de hisseden benim için böyle demişlerdi.
Ama söylenene de, söyleyene de hiç kızmadım. Hoşuma da gitti. Belki babam yaşıyordur diye geçirdim içimden. Hemen sorup soruşturup, babam olduğu söylenen kişiyi buldurdum. Ama söylenen doğru değildi. İçimde öylesine baba özlemi vardı ki, o adam babam çıksaydı, benim için "kötü" diyen, "hayırsız evlat" diyen adamın elini öpecektim.

O olay bana bir kez daha yetimhanedeyken ambar memuru oğlunu ziyarete gelen yaşlı adamı hatırlattı.
İçim burkuldu.

Neyse ki bu ızdırap fazla sürmedi. Parti aday olarak başkasını gösterdi de bu saldırılardan kurtuldum.

Kedimi tamamen işime verdim. Bıraktım, memleketi başkaları kurtarsın. Ben işsizlere iş yaratarak, yetiştirme yurtlarında kalan çocukları okutarak, üreterek, satarak memleketi kurtaracağım. Varsın boş laflar üreten, namusluya, dürüste çamur atarak siyaset yapanlar kendi bildikleri yolda yürüsünler.

Ben geldiğim yeri inkar etmedim. Gideceğim yeri de biliyorum. Evet durup dinlenmeden çalıştım.

İçimdeki anasızlığın, babasızlığın acısını dindirmek için, bir lokma ekmek bulamadığım günleri unutmak için çalıştım. Giyilmiş kıyafetleri bayramlık diye getirip, zekat paralarını başımızın üzerinde tur
attırdıktan sonra avucumuza sıkıştıran kadınların verdiği ezikliği unutmak için çalıştım. Ben bunları yaşadığım için, hiç kimseye yapılmamasını istediğim için çalıştım. Ama ne kadar çok para kazandıysam
o kadar sağlığımı kaybettim. Bir gün beni de iki metrelik çukura koyup, gözüme bir avuç toprak atacaklar ve,

‘Hadi uyu bakalım. Çalıştığın yeter artık’ diyecekler.

Belki o zaman tüm bu sıkıntılarım bitecek. Kazandığım her şey bu dünya da kalacak. Yine de o gün gelene kadar çalışmaya devam edeceğim. Çünkü bu toplumdan alacağım var. Kaderime hiç bir zaman razı olmadım. Olmayacağım da. Eğer olsaydım hala ambar memuru olarak çalışıyor olacaktım.

Fakat ne olursam olayım, gönlüm hala yetimhane çocuğu...."

 
Toplam blog
: 121
: 1472
Kayıt tarihi
: 23.08.07
 
 

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunuyum. 28 yıllık g..