Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '15

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Yıldızlar Yağan İmbatlı Gece

Yıldızlar Yağan İmbatlı Gece
 

 

Karşıyaka Belediyesi'nin  Dinçer Sezgin  adına  açtığı Karşıyaka konulu  öykü yarışmasında birinci olan öykümü  okumak isteyenler için                                                                                                        

        

YILDIZLAR YAĞAN İMBATLI GECE                                                  

                              Emel Dinseven                                                                                                                                                                                                  

    Geceydi. Toprağa çökelen boğucu pusu, denizden esen yel bile dağıtamamıştı henüz. Yorgun ağustosböceklerinin kulak tırmalayan cırcırları seyrelmişti. Bostanlı’daki bu geniş bahçenin pencereleri ahşap kepenkli bağ evinde,  üç kadının ara sıra inlemeye dönüşen hırıltılı solukları birbirine karışıyordu.

               Sabah kuşları cıvıl cıvıl ötüyordu. Trene yetişecektin. Çiçek kokulu bahçelerin arasından tren yoluna indin. Uzaktan yorgun lokomotifin çığlığı duyuldu. Mandalina bahçesinin ardındaki gökyüzünde, yükselerek dağılırken her yeri karartan dumanı gördün. Kuşlar susmuştu. Tren geliyordu. Rayların kıyısında yürümeye başladın. Gitgide hızlanıyordun. Makinist seni gördü de sanki görmezden geldi. Yavaşlamayan trenin ilk iki vagonundaki basamak tutaçları, sen yakalayamadan nemli parmaklarından kaçıverdiler. Son kez deneyecektin. Çantanı ve sefer tasını sağ eline alıp yol tarafına düşen sol elinin parmaklarını siyah formana sürterek nemini kurulamaya çalışırken, canını dişine takmış koşmaya devam ediyordun. Sanki bir ölüm kalım koşusundaydın. Güzel açık alnından, dalgalı siyah saçlarının arasından fışkıran ter damlaları, gözlerine, oradan ağzına ve boynuna doğru akıyordu. Tıpkı şampiyon olduğun atletizm yarışmasında gülle atarken yaptığın gibi şöyle bir gerildin. Sol omzunu geriye doğru kasarak gerdin;  o anda önüne varmış olan son vagonun tutacına, bir alıcı kuş gibi atıldın ve yapıştın. Kendini hızla basamağa doğru çektin. Sahanlıktan bir adam, kapıyı iterek elini uzattı sana. Yabancı el bileğini kuvvetle kavrayıp çıkmana yardımcı oluyorken, daha önceleri hiç yaşamadığın bir tuhaf duyguyla tepeden tırnağa titredin. Yine de teşekkür etmeyi unutmadın.

“Çok tehlikeli bu yaptığınız genç hanım.” dedi adam. “Şimdi size cezalı bilet kesilecek.”

O zaman başını kaldırıp baktın. Şimdiye değin hiç rastlamadığın renkteki, o yeşilimsi menekşe, dipleri kendinden sürmeli siyah uzun kirpiklerle sarılmış biçimli gözler kaygıyla sana dikilmişlerdi.

“ Haydi söz verin bir daha böyle tehlikeli işler yapmayacağınıza” dedi genç adam.

Ne diyeceğini bilemedin. Babam kitap parası vermedi. Sınavdan önce bir arkadaşımın kitabını okumak için okula bu kadar erken gidiyorum, yoksa onca yolu hep yürürüm, diyemedin. Önlüğünün cebinden parayı çıkarıp adama doğru uzattın.

“Buyurun kondüktör bey. Bilet param var ama evimiz istasyona çok uzak” dedin. “Sınava yetişmeliyim” diye ekledin.

Gördün. Menekşe gözlerdeki kaygı sanki yerini hayranlığa bırakmıştı. Son sınavındı. Tren ağzına kadar, Alaybey tarafındaki fabrikalara giden işçilerle doluydu. “Zaten bu para yetmez” dedi o güzel gözler. “Hem ben kondüktör değilim küçük hanım.”

Göğsünde yüreğinin oralarda yalazlanan tuhaf, iç gıcıklayıcı bir ateş, ak gerdanından, biçimli yüzüne, kıvrık dudaklarının üzerindeki o minik güzellik benine, antik yontularınkini andıran düz biçimli burun kemiğinle ayrılmış yanaklarının incecik derisinden, alnına, bukleli saçlarının dibine doğru yayıldı kızıl kızıl. Bir daha başını kaldırıp da bakamadın genç adama.  Sahanlıkta bekliyordun. Karşıyaka’da inecektin.

Tren penceresinden bakarken gördün ahşap iskelede, vapurdan inmekte olan anayla kızını. Kırmızı ceketli kızın siyah bukleleri omuzlarına dökülüyordu. Kemeraltı’nda içtikleri demirhindinin tadı damağındaydı. Bu sıcakta, neden o kalın ceket, diye düşünemedin. Ortası delikli bir para, küçük kızın cebindeymiş. Sonra vapurdan inecekleri anda, birden aklına gelmiş parası. Ya düşürürse? Minicik elini cebine daldırıp parayı avucuna almış kız. Vapurdan ahşap iskeleye geçerken, annesinin uzattığı elini tutayım derken, unutuvermişti avucundakini… Para fırladı ve bir kuru yaprak hafifliğinde yavaş yavaş, salına kıvrıla düşmeye başladı. Çocuk delikli kuruşun bir ömür kadar uzun gelen düşüşüne kilitlemişti, merakla bakan zeytin irisi gözlerini. Yaşadığı sürece hep hatırlayacaktı bu tuhaf düşüşü. Para tahta iskeleye konunca da duramamış, oğlanların topacı gibi döne döne dansına devam etmişti. Kızın gamzeleri belirginleşti. Gülümsedi. Ah, ne güzel dönüyor, ne güzel dans ediyordu para. Annesini kolundan çekiştirdi. Dönmesi durunca uzanıp alacaktı parasını. O sırada arkadan gelen bir ayak çarptı paraya. Havada perendeler atarak dönen para, iki tahta arasındaki ince aralıktan bir kumbaraya atılıyormuşçasına süzülerek iskelenin altında gözden kayboldu. Kızın ince dudakları aşağı doğru kıvrıldı. “Çömleğe atacaktım, çömleğe atacaktım ben kuruşumu” diye ağlamaya başladı. Uyandın. Ter içindeydin. Ağlamıştın. İkide birde geceleri rüyalarına giren bu çocukluk hayaletinden usanmıştın artık.  Sabah trende rastladığın o güzel menekşe gözleri rüyada olsun görmene engel olan küflü, paslı bir hayalet. Üzerinden onca yıllar geçse de, çarşı dönüşü Karşıyaka İskelesi’nde düşürdüğün delikli kuruşu hiç unutamamıştın. Ne zaman iskeleye gelsen, gözün ister istemez ahşap döşeme tahtalarının aralığından görünen yeşil mavi sulara takılırdı. O anda parıldayıverecekmiş diplerden de, görüverecekmişsin gibi gelirdi. Çömleğe atacaktın, Hıdrellez Çömleği’ne. Halim Paşa vermişti parayı sana.

“Al sakla Eminecik” demişti.

Halim Paşa’yı çok severdin. Babanın tam da zıttı karakterdeydi amcan. Bostanlı’daki o kocaman bahçesinin ıssız bir köşeciğinde ilkin bakkal açmıştı da terk edilmiş Papaz’da bu bakkaldan kim alışveriş edecek, diye alay bile etmişti insanlar. Halim Paşa kararlıydı, kimseyi dinlemedi. Annesi İzmir’in yerlisi, Hacı Nine’nin bıraktığı onca bağı bahçeyi Tomazalarda, Kordelyalarda, sazda sözde ve kim bilir daha başka nerelerde yiyecek yerde; parsellemiş, küçük küçük evler yaptırıp içlerine kiracıları yerleştirmişti. Son bahçeniz de elinizden yittiğinde, o evlerden birine sığışacaktınız. Köşedeki cumbasız tek katlı ahşap ev için, “Senin düğün hediyen Eminem” diyordu amcan. Seni o kadar çok severdi. Düğün mü? O denli uzakta bir şeydi ki senin için. Mahalleden tanıdığın oğlanlar sadece kardeşindi. Kimseye öylesine yakıcı duygular yalazlanmamıştı yüreğinde bu sabaha kadar. Sporcuydun, merttin, kuvvetliydin, sağlıklıydın, delice cesaretin vardı ve güzeller güzeliydin.

Gece bahçeyi, Bostanlı’yı ve İzmir’i koynuna almıştı. Esen yel, annenin çeyizinden çıkma, beyaz dantel perdeleri titreştiriyordu. Geniş pervaza oturarak geceye daldın. Gökte yıldızlar kıyamet gibiydi. Karşıda belli belirsiz Çatalkaya’nın ikiz tepeleri, arada körfezin derin karanlığı ve eve yakın olan ağaçlardan, yaseminlerden, hanımelilerden, mandalina çiçeklerinden ve ıhlamurlardan gelen kokular. Okulun bitmişti işte sonunda. En yakın zamanda memuriyete başvuracaktın. Yüksek öğretmene o yıl almamışlardı sizi. Bana hep öyle anlatmıştın. Geceye öylece daldın bir süre. Böcekler, kuşlar her şey suskundu. Bir baykuşun uğusunu duydun ve ürperdin. Sonra evdeki solukların alçalıp yükselişine dikkat kesildin. Sıtmadan yeni kalkmış küçük ablanın hafif bronşitli tıslamaları, seferberliği ve savaşı yaşamış bir kapalı kutu olan annenin İstanbullarda eğitim görmüş, zarif ve duygulu ilk eşi Hoca İbrahim’i Kurtuluş Savaşı’nda kaybettikten sonra, iki ablanla ortalıklarda kalan güzel ve bahtsız annenin, dertli dertli iç çekişlerini duydun da, baban Hacı Rasim’in öksürüklü, alkol kokulu nefesini alamadın. Gidip kapı aralığından baktın. Annen, yıllar boyunca bir üniforma gibi üzerinde taşıdığı, kirlendiğinde, çitileyip, yıkayıp, kurutup, anında yeniden sırtına geçirdiği tek basma elbisesiyle kıvrılıvermişti yere, serin tahtaların üzerine. Yemenisi sıyrılmıştı başından. Gür siyah saçları dalga dalga saçılmıştı tahtalara. Hem annene hem de kendine acıdın. Sonra, yıllardır tek elbiseyle idare etmeye çalışan annenin, yaptığı düşüncesizlik geldi takıldı usuna. Boğazına bir lokma tıkanmış gibi oldu. Okuldan gelince yüklükteki bohçada sarılı duran ipek elbiseni denemek istedin. Bu elbiseyi giydiğinde trendeki o delikanlıyla yeniden karşılaşabilseydin keşke. Amcanın verdiği harçlıkla İzmir’in  en ünlü mağazasından alınmış ipekliydi kumaşı. Terzi parasını denkleştirememiştiniz. Küçük amcanın kızı Şayegan, getir Eminem ben dikerim, deyip imdadınıza yetişmişti. Kalp hastası kızcağız, günlerce uğraşmıştı o ipekli elbise için. Sanki dikilen uğursuz bir gelinlikti. Önce Şayegan’ın ninesinden kalma emektar el makinesi, yaşlı Singer bozuluvermişti daha elbise tamamlanamadan. Çat çat çat iğneleri kırmaya başlamıştı makine. Ne yapacaklar? Sonuçta elde, dikiş iğnesiyle makine dikişi atarak bitirmişti elbiseyi Şayegancık, gaz lambalarının şavkında. Elbisenin düğmeleri de dert olmuştu, açılan fazla bir ilik nedeniyle. Karşıyaka kazan sen kepçe, kaç günler o inci benzeri düğmelerden aramıştın. Sonra astar masrafı çıkmıştı. Tek ipekli elbisendi, etekleri kloştu. Memurluk için gideceğin görüşmelerde giyecektin. Henüz bir kez bile giyip insan içine karışmamıştın.

Yüklükten çıkardığın sakız gibi beyaz bohçayı daha açarken işkillendin. Böyle özensiz düğüm atmazdın ki sen. Peçete gibi katlayıp koyardın bohçayı, lavanta kokulu misafir yastıklarının en üstüne. Elbiseyi giydin. Akşamın alacası erkenden inmişti odaya. Gaz lambasını yaktın. Elbiseden buram buram ekşimiş peynir kokusu yayılıyordu. Aynaya yaklaştın. Göğsündeki, sonuncusunu Kemeraltı’nda eski bir manifaturacıda bulduğun düğmeleri ilikledikten sonra, elbisenin göğüs yerindeki kumaşa suluboya lekeleri gibi dalga dalga yayılan beyaz halkalar soluk gaz lambasının ışığında bile buradayız diye bağırıyorlardı. Sanki teri beyaz olan ve peynir kokan birisi giymişti elbiseni. Elin ayağın titremeye başladı. Nasıl olur bu, annen vermezdi ki kimseye? Elbiseyi çıkardın ve gidip sordun sinirli sinirli:

“Anne kim giydi benim elbisemi?”

Annen önce suskun kalmış, suçlu suçlu yere bakmıştı ela gözlerini karartıp kaşlarını çatarak. Sonra aniden saldırıya geçti.

“ Aliye aban istedi entarini de kızım…”

Aliye aban dediği de, annenin Tuzçullu köyündeki akrabalarından biriydi.

“Ne yapsaydım vermese miydim a kızım, düğünde giyecek entarisi yokmuş. Sevaptır.”

“Göğüsleri süt tutamayan, emzikli bir kadına nasıl benim tek elbisemi verirsin?” diye bağırmıştın. “Şimdi ben ne yapacağım, görüşmeye giderken ne giyeceğim, söyler misin anne?”

Gecenin alacası onca hüznüyle basıyordu. Elbiseyi eline almış, annenin karşısına geçmiş, iki elin arasında sertçe gerdiğin ipekli kumaşı çıtırdatarak yırtmaya başlamıştın. Tek elbisen, ona harcanan emekler, saatler, beslediğin umutlar hepsi yok olmuştu. Memuriyet için görüşmeye giderken de, o güzel gözlü genç adamla bir daha karşılaşacak olsan da, öylesi güzel bir elbise olmayacaktı sırtında. Odana çıkıp saatlerce ağlamıştın, sızıp dalıncaya değin. Sonra da rüyalar, trende, iskelede geçen rüyalar. O hiç kurtulamadığın, parasını denize düşüren çocuğun hayaleti.

Bahçeye çıktın. Ahır boştu. At arabası gelmemiş. Yem torbalarını hazırladın. Kaplarına tulumbadan su taşıdın kovalarla. Yaseminlerin altındaki tulumbanın mermer taşına oturup güzel şeyler düşünmeye çalıştın. Usunda sadece sıkıntılı yaşanmışlıklar vardı. Herkeslerin babalarının evde olduğu saatlerde; değil evde olmak, yolunu dahi günlerce unutan baban Hacı Rasim’in yokluğunun kaygısı da hüznüne ekleniyordu. O parayı iskelede elinden düşürmeseydin de Hıdrellez çömleğine atabilseydin acaba her şey şimdi daha farklı olur muydu? Kızlar Osmanzade’deki perili evin yanındaki gül ağacının altına saklayacaklarmış Hıdrellez çömleğini. O çocuk aklınla bile yaşlı bir karıkocanın sığındığı bu evin bahçesindeki gülü seçmeleri pek anlamsız gelmişti. Biraz da ürkmüştün. Ablan, Hacı Nine’nizin yadigârı gümüş yüzüğü atacakmış çömleğe. Yatılı okuldaki büyük ablan için de bir eski küpe koyacakmış. Sakın anneme söyleme ha, diye yemin üstüne yemin verdirmeler, çömleği bin bir çeşit otla doldururken kızlarla. Ee, Eminecik sen ne atacaksın çömleğe bakalım, demişlerdi kızlar alaylı alaylı. O sıra atacak bir şey gelmiyordu usuna, nasıl gelsin? Beş altı yaşlarında küçük bir çocuktun. Sonra Halim Paşa amcan şambaba tatlısı alman için eline sıkıştırmıştı o delikli parayı. Kaç günler cebinde taşımış, mahalleye gelen tatlıcının, üç ayaklı sehpası üzerine koyduğu yuvarlak sini içinde bekleşen tatlılara yutkunarak bakakalmıştın. Sen de sakladığın parayı atacaktın ama çömleğe bir şey atamadın. Komşu bahçelerdeki kızlar ve ablalarının arkadaşları seni alaya almışlardı. Hıdrellez çömleğine bir şey bırakmayanın, aşkta şansı olmazmış.

O ıssız bahçelerden ve insansız sokaklardan koşarak perili eve doğru gitmek geldi içinden. Belki de geçmişe koşmak istiyordun. Etrafına bakınıp çömlek benzeri bir kap aramaya başladın. İçine bir metal para atacaktın. Olmasın, olmayıversin Hıdrellez, ama o gülün altında çömlek bir gece beklemeli. Tam gidecektin ki uzaktan karanlığı delen tok sesleri duydun. Atların toynakları vuruyordu kurumuş bahçe patikasında. Baban sonunda evin yolunu bulmuş olmalıydı. Birden ayırt ettin ki yarım ay doğmuş da çoktan yükselmiş. Zaman nasıl da geçmiş? Çatalkaya gündüz gibi aydınlıktı. Mandalina ağaçlarının arasında görünen pırıltılı yakamozların göz kırptığı gümüş deniz, kanını ateşliyordu. O genç adamı düşündün, güzel gözlerini. İçinde bir şeyler kıpırdandı yeniden. Ay ışığı olup odasına süzülmek, kirpiklerinden süzülerek rüyalarına girmek istedin. Sonra ağaçların arasındaki yarı gölgeli patikadan Karakız’ın önce yorgun başı, ardından tamamı göründü. Karakız kuvvetli, sağlam, basınca yeri titreten bir kadanaydı. Kim bilir nerelere sürüyordu baban zavallı atı. Susuz kalmış olmalıydı. Ya Tellikız nerede? Tellikız yoktu. Baban şimdi de atları mı satıyordu? Elinizde kala kala bu son bahçe parçası kalmıştı. Deniz kıyısına uzanan mandalinalıkta, nar, erik, incir, dut ve kayısı ağaçları da vardı aralarda. Evin yakınındaki evleklerde bin bir çeşit ot ve zerzevat ekiliydi. Üstteki dağa yaslanan güzelim zeytinlikler elinizden yeni çıkmıştı. Tüm bahçeler böylesi babasız gecelerin sabahı uçuvermişti, önceleri mendil mendil, sonrasında çarşaf çarşaf. Şimdi de evin ve bahçenin tüm yükünü çeken atlara mı gelmişti sıra? Yoksa bu bahçeyi de mi satmıştı baban?

Gözlerinden iki damla yaş indi, yuvarlanarak toprağa döküldüler. O görkemli atın, başını yere eğen mahzunluğunu sezinleyip kırçıllı yelesini okşayarak boynuna sarıldın. Karakız Kurtuluş Savaşı’nda cephede askerlerle omuz omuza savaşa katılan bir soydan geliyormuş. Kim bilir kadananın ataları neler görmüş neler yaşamışlardı cephelerde. Yakında karartma geceleri başlayacaktı. Avrupa yeni bir savaşın eşiğinde görünüyordu. Korkuyordun. Annen Kurtuluş Savaşı ’nı yaşayanlardandı. İlk eşini savaşta kaybetmişti. Sen de annenin yaşadıklarını yaşamaktan korkuyordun. Ya savaş çıkarsa? Annen, Karşıyaka’ya ilk giren askerlerimizi görmüş, Menemen’e giren süvari tümeni oradan yürüyerek Karşıyaka’ya inmiş. Hepsinin ayakları çıplakmış ve kanıyormuş. Alkışlarla, büyük coşkuyla karşılandığını anlatırken hep ağlardı annen. İzmir’i düşmandan kurtarmaya gelen askerlerimizin kanlı çıplak ayaklarına çok üzülmüştün. Sanıyordun ki tüm askerler atlı olur. Oysa kilometrelerce yolu, dağları taşları yaralı çıplak ayakla aşmışlar çoğu. Bütün tümen Karşıyaka vapur iskelesinin yanına yerleşmiş ve 21 pare top atışıyla İzmir’i selamladıklarında ablaların da el çırpmışlar. Yunan savaş gemileri, Uzun Ada’ya doğru çekilmişler. Oysa aynı gemiler 15 Mayıs 1919’da İzmir’e geldiğinde, Karşıyaka’daki yerleşik Rumlardan bazıları ve İtalyanlar taşkınlıklar yapmışlar. Üzerine çıkan göstericilerin ağırlığına dayanamayan ahşap iskele çatırdayarak çökmüş ve yüz kadar Rum oracıkta ölmüş, İtalyanlardan da ölen olmuş. O sıralarda annen Karşıyaka yalı boyunda bir evde saklanıyormuş ablalarınla. Birkaç yapı ötedeki küçük bir evde hayatta kalma uğraşı veren iki yaşlı kadın tuz-karabiber-ekmekle idare ediyorlarmış. Kurtuluş Savaşı’mızda İzmir’e ilk giren süvari birliklerinin kumandanı Fahrettin Altay’ın annesiyle teyzesiymiş bu yaşlı hanımlar. Kumandanın kardeşi ve babası, Yunan askeri İzmir’e çıkınca Rodos’a kaçıp kurtulmuşlar. Teyzesinin kocası eczacı yüzbaşı Ahmet’i, Yunanlılar daha işgalin ilk günü şehit etmişler. Fahrettin Altay, İzmir’e girdikten birkaç gün sonra yaşlı annesini ve teyzesini görmeye Karşıyaka yalı boyuna gidebilmiş. Oğlunu karşısında gören yaşlı anne bayılıvermiş oracıkta.

Ya yeniden savaş olursa diye kaygılanmıştın bahçede Karakız’ın yelesini okşarken. Karakız hüzünlü hüzünlü kişneyerek sanki sana yanıt vermişti. Hacı Rasim sürücü yerinde yoktu. Koşum takımları yerlerde sürünerek onca yolu geçmiş olmalıydı zavallı Karakız. Çoğunlukla zerzevat yüklü küfelerin taşındığı, üzerinde rengarenk çiçeklerle, kuş resimleri olan araba kasasına baktın. Hacı Rasim oradaydı, sızmış, boş küfelerin arasına serilmiş, boylu boyunca yatıyordu. Aslında gücün kuvvetin yerindeydi ama elbisenin hıncını çıkarmak istercesine anneni de uyandırdın. Zavallı annen simsiyah saçlarını savurarak geldi ve adamını kucakladı, kollarını koltuk altlarından geçirdi; sen de ayaklarından tuttun. Sarhoşu arabadan indirdiniz. Yatırdıktan sonra üzerine kapıyı da kilitledi annen. Sen doğruca makasa koşmaya başladın, babanın görevini yapmaya. Emektar makasçı annen gidebilecek durumda değildi.

Günlerdir seni anlamaya ve İzmir’i, Karşıyaka’yı, Bostanlı’yı öğrenmeye çalıştım. Neler neler okudum, nelerin peşine düştüm, neleri öğrendim bir bilsen. O trende rastladığın, güzel gözlü Giritli adamın, ki adı Ömer Fuat’mış, işe başladığın dairede karşına çıkmasıyla göğsündeki alevin her gün artarak yükseldiğini nasıl anlatsam. Belki de kaldırılan son atlı tramvayın yanınızdan geçip gittiğini bile fark edemeyecek kadar hüzünlü koşulların kıskacında sadece gözlerinizde doğup yine gözlerinizde tomurcuklanıp öylece donup kalan aşkınızın büyüklüğünü anlatabilsem. Her gün Yamanlar dağından sökülüp getirilen, Karşıyaka iskelesine yığılan tonlarca taşın, toprağın şimdi Kordon sahilinde koparıldıkları dağa bakarak sessiz bir hüzünle ağlaşırken, hıçkırıklarından birazını da senin ve Girit göçmeni o yakışıklı ve duygulu adam için döktüklerini anlatabilsem, Efes vapuru ya da Sur’un belki de Uşak’ın sessiz tanıkları olduğu o büyük olduğu kadar sessiz aşkın sayfalarını iyice aralayabilsem. Kasaba’da çalışan büyük ablanlardan bir mektup almıştın. Selam sabahtan sonra gelen satırlarla şamar yemiş gibi kaldın.

“İbrahim babamızın uzaktan akrabası, Giritli Fuat Bey, tayinini İzmir’e yaptırmış. Ne zamandır mektuplaşıyorduk. Benimle evlenmek isteyeceğini sanıyordum. Ama bana bir başka kızdan deliler gibi aşık olduğunu bir başka kızdan söz etmeye başladı mektuplarında.

Dayanamıyorum Emine. Aman kardeşim ne olur Fuat’ı bul ve göz kulak oluver. Galiba senin çalıştığın dairedeymiş. O olmazsa yaşayamam. Yanına kimseyi yaklaştırma… “ diye uzayıp giden bir mektuptu. İşte o zaman, denize düşen o parayla birlikte tüm şansının da uçup gittiğini düşündün. Buluştunuz Fuat Bey’le. Vapura bindiniz. Denizden esen imbat bile o anki acılı ateşi söndürmeye yetmedi. O yıldızlı yaz gecesinin imbatında, yıldızlar değil, elem çiçekleri yağdı üstünüze.

Pendik ’te iskelede otururken yanaşan vapurun adını okur okumaz, gözyaşlarını niye tutamadığını da artık biliyorum. Canlı tanıklar kalmadı. Annem, anneannem, eniştem ve Giritli göçmen şimdi yoklar artık, rahmetli oldular. Yakın arkadaşın, dert ortağın İsmet Abla da çoktan gitti. Dedem son bahçeyi sattıktan, kadanalarını da yangın yeri molozunu kısa sürede kaldırırken çalışmaktan çatlayan emektar atlar arasına kattıktan sonra mı ayrıldınız Karşıyaka’dan? Yok, sen önce gitmişsin. Annenlerle ben bir yıl sonra geldik yanına. Sonunda meteliksiz kalan babanı en iyi hastanelerde yaşatmaya uğraştın. Adresini bilmediklerinden birkaç ay sonra hem de Fuat’ın imzaladığı, ölüm haberini ileten telgrafı da elinize geçmedi. Sadece bazı şeyleri hiç anlamlandıramadın. Haklıydın. O mektubu yazacak kadar Fuat’a düşkün olan büyük ablanın neden bir yıl sonra aceleyle, çoluk çocuklu yaşlı bir köylüyle evlendiğini mesela. Annenin beni bir İzmirli dostundan kendine yadigâr kalan torunu olarak yanına getirmesine de, alıp büyütmesine de ses çıkarmadın. Üstelik seve seve alıp nüfusuna bile geçirdin teyze. Ama içinde bulunduğumuz iletişim çağında arada bir bana Fuat’ın adresini bulsana şu İnternet’ten diyorsun ya, işte o zaman, tam o zaman her şeyi söylemek geliyor içimden. Fuat öldü teyze, babamdı, ben doğmadan öldü!

Emel Dinseven

 

 
Toplam blog
: 566
: 1338
Kayıt tarihi
: 11.07.06
 
 

Edebiyatla ilgileniyorum. Ayrıca amatörce belgesel film çalışmaları yapıyorum ve kültürel etkinlikle..