Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Haziran '15

 
Kategori
İstanbul
 

Yolumun kesiştiği küçük; ama dev bir adamdı !

Yolumun kesiştiği küçük; ama dev bir adamdı !
 

Oldum olası sevmişimdir İstanbul'un kasvetli havasını. Daha doğrusu, ben parlak gökyüzünü sevmeyenlerdenim! Ne bileyim, belki de ruhuma çöreklenmiş hüzündendir. "Pırıl pırıl"ın tarifinde kendimi pek görünür ve ortada, çırılçıplak hissederim. Grimsi fonda daha belirgindir ifadeler. Yoldaş mevsimlerdir hazanla kış.

Yolun yarısını devireli de çok oldu! Sabah akşam gidip geliyorum maziye. Ne çok yaşanmışlık varmış meğerse. Geri kalan ömrüme yetecek gözyaşları saklamışım! Yaşlandığınızı ve ölümü düşünmeye anne babanızı kaybedince başlıyorsunuz. Önceleri korkuyor, sonra alışıyorsunuz. Bir telaş içinde sizden sonrasını planlamaya ve bu dünyaya olabildiğince çok siz bırakmaya çalışıyorsunuz. İyice yaşlanınca da eh artık şu ölüm gelse de bir de öbür tarafı görsem diyorsunuz! Râbb'im sizi mutlak sona hazırlıyor usulca.

İlk dikkatimi çeken, ortama hakim gri-siyah renk cümbüşünü yırtışıydı. Pek de açık olmayan bir mavi, beyazla taçlandırılmıştı. Kalakaldım! Küçücüktü komşu amcaların yanında! Ancak 10-11 yaşlarındaydı. Elleri soğuktan kara kırmızıya dönmüştü. Kamış oltası yoktu! Küçük bir tahta parçasına sarılmış misinasını açmaya çalışıyordu. Köprü tırabzanına dayanmış -üzerinde Superman resmi olan- okul çantası göze çarpıyordu. Sağındaki ve solundaki amcaları onu umursamıyorlardı. Bir iki adım daha attım. Gözümü kırpmayı unuttuğumu da fark etmedim. Pislikten rengi toz grisine dönmüş ayakkabısının bağı çözülmüştü. Beyaz yakası da düğmesiyle vedalaşmıştı. Çapari iğnelerini çıkarmakla uğraşıyordu. Olur da misinasının boyu denize kadar yetse ve bir mucize sonucunda balık tutsa, koyacağı yer yoktu! Belli ki orasını düşünmeye sıra gelmemişti. O'nu çocuk yapan da buydu.

Sanırım önce -hemen yanı başında duran- ayaklarımı gördü. Ellerini küçük oltasından ayırmadan başını yukarı, bana doğru kaldırdı. Üşümekten koyulaşmış bir yüze yerleşmiş iki kömür parçasıydı gözleri. O yaşta öylesine yorgun, hayattan bezgindi ki. Tekrar başını önüne, büyük işine eğdi.

"Kolay gelsin evlat."

"Sağ ol amca."

"Balık bol mu?"

Beylik cümleleri tüketmiş, benimle sohbet edecek vakti yoktu. Ne kadar çoktu martılar. Jon'la Fletch’i aradı gözlerim.

Tek bir yağmur damlasını kucakladı gözyaşlarım. Sarıldılar. Geçmişe yol aldım: 1986 kışıydı. Bir hafta boyunca durmamıştı kar. Okullar ve hatta iş yerleri bile tatil edilmişti. O soğukta Galata Köprüsü'ne gelip balık tutardım. Öyle sıcak dostluklar kurulurdu ki. Ne kariyer ne eğitim ne de sosyal konum konuşulurdu. Yeniden başlatırdık benliğimizi. Tutulan balığa komşunuz yardım eder, karışan misinaları sabırla açıp gülüşürdük. Taze balık almak isteyenlere de kovası on liradan satıverirdik derya kuzularını. "Allah bereket versin." demeyi de ihmal etmezdik. Akşam saatleri geldiğinde özenle toplanır, komşularımıza, "Hadi rast gele!" der yola koyulurduk. Ev ahalisi akşama balık olduğunu bilir; sofraya kırmızı soğanları, tavaya yağı koymuş olurlardı. Muzaffer bir komutan edasıyla girerdim eve!

"Amca şu iğneyi tutsana!"

Buğulanan gözlüklerimin altından süzülen yaşlar hep yanak bölgemde kısa bir duraklama geçirir. Aslında elmacık kemiklerim de yok denecek kadar azdır; ama nedendir bilinmez, önce orada soluklanır sonra da çenemden damlarlar!

"Amcaa!! Duymuyon mu?"

Derin bir iç ve de burun çekişle kendime geldim, ona baktım. Kara gözlerini bana dikmişti.

"Hayrola evlat, n'oldu?"

"Hele şu kurşunu tutup az bi açılsana; kösteği düzelteyim. Balık kaçmadan almak lazım."

Balık kaçmadan kösteği düzelteyim!

Dersin ki okyanus balıkçılığına çıkmış ve 1000 iğneli uskumru kösteği hazırlıyor! Ancak profesyonel balıkçıların kullanabileceği terimleri kullanıyor. Yani, balık derine çekilmeden tutmak lazım diyor.

"Tamam, ver kurşunu bakalım. Bu kurşun hafif değil mi peki?"

Az konuşuyor. İhtiyacını belirten cümleler dışında cümle kurmaya tahammülü yok.

"Tamam oldu işte. Deniz bulanık, kaz tüyü olsa daha iyi olurdu ya neyse!"

Karşımdaki -tekinin bağı çözülmüş kirli ayakkabılı, yakası düğmesinden kurtulmuş mavi önlüklü- çocuk eminim ki komşularının çok ötesinde balıkçılık bilgisiyle beni şaşırtmaya devam ediyor.

"Adın ne senin oğlum?"

"Amca, sen şimdi usulca aşağı salıver kurşunu. Bakalım beden boyumuz yetçek mi. Adım Mahmut."

"Tamam Mahmut, hadi bakalım, rast gele."

Başı tırabzandan biraz yukarıda. Denizi görmesi mümkün değil.

"Tuttuğun balıkları nereye koyacaksın Mahmut?"

"Hele bi tutak da. Çantamda naylon torba var. Oraya koyarık."

Yüz ifadesini okumaya çalışıyorum. Az sonra çok önemli bir toplantıya girecek Genel Müdür ciddiyetinde ve düşünce yoğunluğunda. O'nu izlediğimin farkında değil. Kendini işine kaptırmış. Sağ elini ritmik hareketlerle aşağı yukarı kaldırıp indiriyor. Kamış ucunun titremesini kontrol etmekten farklı. Çapariyi küçük yem sürüsü sanıp saldıracak istavritleri bekliyor.

Birden, "Hieeyyt bee!!" deyip misinayı çekmeye başlıyor. Gözlerinden fışkıran ateş etrafı ısıtıyor. Komşu amcalar da onu tebessümle ödüllendiriyor.

"Amca, sen oltayı çek de ben şu torbayı çıkarayım."

Müthiş bir heyecan içinde torbanın ağzını açıyor. Büyük bir ustalıkla balıkları iğnelerden çıkarıp torbaya koyuyor. Balıkların zıplaması naylon torbada ölüm hışırtıları yaratıyor!

"Mahmut, su koymak gerekmez miydi torbaya?"

"O zaman tutsaklıklarını çok daha uzun süre izlerlerdi amca! Bırak, tanımasınlar esareti. Bu kadarmış ömürleri. Ölüversinler hemen."

Namerdim ağlamazsam, namerdim yaşlarımı içime akıtırsam! Kapkara bir İstanbul gününde küçücük bir çocuğun verdiği hayat dersine sımsıkı sarılıyorum.

Bir saat kadar balık tutuyor Mahmut. Ben de yardım ediyorum ona. Torbayı kontrol ediyor ve yarısı kadar dolmuşken oltasını sarmaya başlıyor.

"Mahmut, daha torba dolmadı ki. Biraz daha tutsaydık ya."

"Dersim var amca. Büyüyünce asker olucam, çok çalışmam lazım. Bu akşamki yemeğimizi çıkardık ya, yeter. Yarın da gelir, yarının rızkını tutarım."

Burun çekerek saklanamayacak kadar çok gözyaşlarım!

"Niye ağlıyon Amca?"

"Yok canım, ne ağlaması. Hava çok soğuk. Göz nezlem var benim, ondandır. Nerede oturuyorsun sen?"

"Fener'de amca."

"Oo, bayağı yolun var. Gel, ben seni götüreyim. Şuradan bir taksiye bineriz. Annen baban merak ederler."

"Yok be amca, şuracık işte. Yürürüm ben."

"İyi, tamam büyük balıkçı. Bari, köprü çıkışına kadar hasbihâl edelim seninle."

"O da ne demek amca?"

"Sohbet edelim yani. Kardeşin var mı Mahmut?"

Burnunu çekiyor. Denize doğru bakıyor. Sonra kara gözlerini bana çeviriyor.

"Sen cigara içiyon mu amca? Sakın içme. Babam cigaradan öldü. O'nun öksürüğünden uyuyamazdık geceleri; ama yine de içerdi."

"İçmiyorum Mahmut. Sen de içme oğlum, e mi?"

Birden duruluyor. Adımları da yavaşlıyor. Sohbet bitmesin diye mi, yoksa başka bir alemde mi geziyor!

"Senin çocuğun var mı amca?"

"Evet, aslan gibi bir oğlum var. 28 yaşında."

Aa ne güzel; ne yapıyor, çalışıyor mu, evli mi diye sormuyor!

"Demek ki Kadir Abim yaşındaymış."

"Sahi mi? Senin abin de mi var Mahmut?"

Bir abisi olmasına, babasını kaybetmiş küçücük bir çocuğun hayatta yalnız olmayışına seviniyorum. Birden duruyor. Son çırpınışlarını yapan balıklara bakıp torbanın ağzını tekrar kapıyor. Başını kaldırıp bana bakıyor. O kömür gözlerin kızarmaya başladığını fark ediyorum. Anlam veremediğim yaşlar kaplıyor gözlerini, yanaklarına doğru süzülmeye başlıyor.

"Anamla yalnız yaşıyoz amca. Ben ona çok iyi bakıyom. Bak, yemek de götürüyom."

Elinin tersiyle gözlerini siliyor. Burnunu tekrar çekiyor genç adam.

"Abin nerede Mahmut, size bakmıyor mu yoksa?"

Bitmek tükenmek bilmez bir sessizlik sarıyor etrafımızı. Yaşlı gözlerini gözlerime dikiyor.

"Abim güneydoğuda şehit oldu amca!"

Adım atacak gücüm yok! Lanet olsun bu yaşama. Çekeceğim pimimi, defolup gideceğim ıssızlığıma. Köprü tırabzanına tutunuyorum. Neyini saklayacağım yaşların. İşte manzarası insanımın. Bitmez ki. Nefes alacak an yok. Yanıma geliyor Mahmut, elimi tutuyor.

"Üzülme be amca. Başımızı sokacak evimiz var. Anam da temizliğe gidiyor. Allah rızkımızı veriyor. Ben de okuyup adam olucam, anam da rahat edecek. Oğlunun ismi ne amca?"

"Alp Öke."

Birden yanımdan fırlıyor. İlerideki simitçiden bir torba alıp dönüyor.

"Tamam amca, ben buradan gidicem. Alp abimin de ellerinden öperim." derken kendi balık torbasından diğer torbaya 10-15 balık koyuyor.

"Al amca, bu da senin hakkın. Alp abimle yiyin. Ver senin de ellerinden öpeyim."

Buz gibi olmuş küçücük eller yapışıyor elime. Öpüp, başına koyuyor. Üşümüş yanaklarından öpüyorum Mahmut'u.

Arkasına bakmadan uzaklaşıyor. Çözülmüş bağını hiç kafasına takmıyor. Çantası sırtında, balık torbası elinde, muzaffer komutan forsuyla gidiyor evine. Omuzları dik, geleceğine güveni tam bu büyük adama tanrı hayatı erkenden hazmetme şansı veriyor.

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..