Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Şubat '12

 
Kategori
Koleksiyon
 

Zamanda yolculuk yapmak ister misiniz?

Zamanda yolculuk yapmak ister misiniz?
 

Marilyn Monroe'nin fotoğrafları, giysileri müzayedelerin her zaman en pahalı kalemlerindendir.


Size, ''Zamanda yolculuk yapmak ister misiniz?'' sorusunu yönelten birisinin, muhtemelen aklından zoru olduğunu düşünürsünüz düşünmesine de; peki bu teklifi yapan o kişi, sizin aklınızdan neler geçtiğine bile bakmadan sözlerine devam edip,


''Sizi çocukluk günlerinize, hem de hiçbir ücret almadan döndürebilirim. Yapmanız gereken sadece bir kaç saatinizi ayırmak...'' derse.


İşte size bugünkü teklifim böyle bir şey...


Beyoğlu'nda, Taksim tarafından İstiklal Caddesi'ne girdikten yaklaşık 150-200 metre sonra solda, yılların meşhur çikolatacısını göreceksiniz. İşte o köşeden dönüp sokağa girerseniz de karşınıza Kaktüs Kelepir çıkar. (Pandora kitabevinin sokağı ya da İstiklal'de Benetton'un karşı sokağı diye de tarif edebiliriz)


Kaktüs Kelepir, Türkiye'de son bir kaç yıldır herkese ücretsiz zaman yolculuğu sağlayan kendine özgü, benzersiz, kısacası çok ilginç bir mekan. Cumartesi günleri sadece bir kaç saatinizi ayırdığınızda, biranda kendizi anılar denizinde dalgalar arasında kulaç atarken bulabileceğiniz farklı bir yer.


Serkan Özburun, aslında tabiki bu zaman makinesinin mucidi değil. Müzayede, çoook uzun yıllardır yapılan, geleneksel bir değiş tokuş yöntemi. Gençliklerinde zamanlarını sisteme satıp paraya çeviren insanların bazıları, ilerleyen yaşlarında o eski günlerin özlemiyle, kendilerine, 'artık çok gerilerde kalmış' duyguları yaşatacağını düşündükleri 'madde'leri satın alarak dejavü'nün peşine düşüyorlar. Müzayedelerin insan kaynakları da, işte bu ruh hali içerisinde olan kimseler.


Kısaca, kısır olmayan bir döngü yaşanıyor. Gençlik emeğe, emek paraya, para maddeye, madde anıya, anılar da tebessümlere dönüşüyor... Müzayedelerde karşınıza çıkan süpriz simgeler, sizlere tebessümler ettirerek, gençliğinizin değişik anlarını anımsatıyorlar.

 

Kaktüs Kelepir'de, benzerlerinden farklı olarak başarılan şey, müzayedenin bilerek ve özellikle, sadece kısıtlı sayıda, belirli insanların katıldığı dar bir çevre ile sınırlı tutulmayıp, her düzeyde kişilere açılarak, bir şenlik şekline dönüştürülmesi olayıdır. Bu yüzden ortamda elitizmin yaratabileceği, neden olabileceği seçkinci kaygıların hiçbirisi yok. Kaktüs Kelepir'in sahibi Serkan Özburun, insanları çeşitli izmlerle tasnif etmekten, ayırmaktansa, onları elinden geldiğince anılar çerçevesinde biraraya toplamayı amaç edinmiş.


O, filmlerden ya da gazetelerin sosyete haberlerinden bildiğimiz, kürk mantoları içerisinde, boyunlarındaki ihtişamlı kolyelerinin de ağırlığına karşın hala burunlarını havada tutmaya çalışan ortayaş üstü hanımların ya da kapıda şoförlerinin beklediği İtalyan kostümleri ve Fransız parfümleri ile bedenlerini sarmalamış işadamlarının, esamesi bile okunmuyor ortalıkta. Dolayısıyla en meşhur ressamların yanlışlıkla Louvre yerine yolunu şaşırıp Beyoğlu'na gelmiş resimlerini de, Kaşıkçı Elması'nın uzak akrabası taşlarını da bu ortamda arayan gözler, doğal olarak yok.


Nasıl ki zaman, aynı anda farklı tipte yaşamlarla karşımıza çıkabiliyorsa, bu müzayedelerde satılanlar da, katılanlar da birbirinden farklı yaşamların sürdüğü sosyal çevrelerden olabiliyor.


Kimsenin ''Aman bir an önce alacağımı alayım da akşam Çırağan Sarayı'ndaki düğüne geç kalmayayım'' kaygısı, ya da açık arttırmayı bir an önce sonlandırıp ortamdan ayrılma çabası asla görünmüyor.


Hatta bilakis, katılımcıların tamamı, zamanın olabildiğince yavaş akmasından, mümkünse de durmasından yanalar. Çocukluklarının o en tatlı anlarına ait hatıraları da peşi sıra sürükleyerek masanın üzerine yayılmış herbir parçaya, dokunabilmenin o da olmazsa enazından uzaktan sadece birazcık bakabilmenin peşindeler.


Cumartesi günleri saat iki ile 'sonu açık beş' saatleri arasında gerçekleştirilen bu müzayedelerde, oyuncak arabalardan, eski kağıt paralara, film afişlerinden müzayedelerin vazgeçilmezi pul kolleksiyonlarına, tablolardan önce yağ sonraları da çiçeklik olarak kullanılan 'Vita' lara kadar burada yok yok.


Mekanın nostaljik atmosferini ortaklaşa soluyanların arasında emekliler de var, üniversite öğrencileri de. Sevgilisi ile İstiklal'de gezinirken tesadüfen yolu bu sokağa düşüp de, ''Allah Allah bu kalabalık da neyin nesi acaba?'' diyerek içeri girip, sonra da zamanı unutan gençlerin, eğer ceplerinde bir kaç liraları da varsa kendilerine ilerde hep bu güzel günü hatırlatacak hoş bir müzayede eserine sahip olabilmeleri ise işten bile değil.


Her işin, her bir 'hatıra'nın bir uzmanı var. Yıllarını sinema afişlerine vermiş birisi, müzayedeyi izleyenlere yaptığı onbeş yirmi dakikalık gösteride, Jaws'tan, Titanic'e, Selvi Boylum Al Yazmalım'dan, Bir Yıldız Doğuyor'a onlarca film afişini masaya sererken, siz ise zamanında onsuz yapamayacağınız ama şimdilerde ismini bile anımsamakta zorlandığınız sevgilinizle, elini bir an dahi olsa tutabilmek için gittiğiniz filmleri hatırlayarak gülümsüyor ya da belki yalnızlığın doruklarında gözyaşları içinde seyrettiğiniz bir Belgin Doruk filminin afişi ile hüzünleniyorsunuz.


Pul kolleksiyoncularına sıra geldiğinde ise; bugünlerde, e-mail ile haberleşen insan kalabalığının içinde kaybolduğunuzu bilseniz dahi, o bir zamanlar arkasını yalayıp zarfların üzerine itina ile yapıştırdığınız pulları anımsamadan yapamıyorsunuz. Pulun arkasındaki yapıştırıcının tadını, kokusunu dahi özlediğinizi hissediyorsunuz.


Siz de o günlerde herkes gibi pul biriktirmeye karar verip ama sonradan da, mahallenizin sokaklarında, henüz apartmanlarla dolmamış arsalarda top oynamak daha zevkli geldiği için, sadece yarısındayken bir kenara attığınız 'pul defteri'nin benzerlerinin, yıllar sonra yine karşınıza çıktığını görünce, yüreğiniz bir kuş gibi kanat çırpmaya başlıyor ve siz de bunun üzerine dayanamayıp açıyorsunuz gönül kafesinizi ardına dek, uçup gitsin gönlünce diye...


Zamanında büyüklerimizin kızıp da ''Bırak şunları artık, ders kitaplarını oku'' dedikleri, aslında bizlere istemeden de olsa okuma aşkı veren Teksas ve Tommiks'ler de, yıpranmış ciltleriyle sadece bir kaç liraya alınmak için masanın üzerinde sizi bekliyorlar.


''Çin'den yok fiyatına gelip de evlerde dekorasyon malzemesi olarak kullanılan onca plastik yerine şuradan iki Vita tenekesi alsam da içine toprak doldurup saksı yapsam nasıl olur?'' düşüncesine de 'evet' yanıtını veriyorsanız eğer bu, açık arttırmadan sizin de eli boş dönmeyeceğinizi gösteriyor.


Afrika'da daha önceden adını bile duymadığınız ülkelerin çil paraları içinse, belki masanın çevresindeki meraklılarla bir parça rekabete girmeniz, fiyat arttırmanız gerekebiliyor ama sizin bir üniversite öğrencisi olup bu işlere yeni yeni merak sardığınızı gördükleri anda da profesyoneller, tam bir amatör ruhla konuşma hakkını ve 'mal'ı size bırakıyorlar. Koleksiyonerliğe başlarken geçirdikleri zorluklar, hepsinin hafızalarında daha henüz çok canlı olduğundan, size de bu yüzden kolaylık sağlamaya çalışıyorlar.


Kaktüs Kelepir'in geniş ve rahat salonunda da, bol miktarda eski kitap ve bunun yanısıra da piyasadaki yeni kitapları uygun fiyatlarla bulmak olası.


Kişisel olarak sahaf dendiği zaman, eskiden beri aklıma hep Beyazıt'taki sahaflar gelmiştir ancak bu yerler, bir turist için güzel fotoğraflar çekilebilecek, nostaljik mekanlar olmakla beraber, kitap meraklıları ve özellikle de kısıtlı bütçeye sahip olanlar için aslında hiç bir zaman ideal olmayan yerlerdir.


Yanyana dizilmiş sahafların içlerine girmek, kapalı mekanların ortalarına konulmuş ve olayın ruhunu biranda alıp götüren 'üniversiteye hazırlık kitapları'ndan dolayı hep tatsız olmuştur. Şöyle keyifle kitaplara dokunup, kapaklarını açmak, içlerinden birkaç cümle okumak, çok beğendiklerinin kolayca fiyatını öğrenebilmek ve tüm bunları yaparken de ne arkadan sürekli sıkıştıran diğer 'müşteri'ler, ne de ilk başta yan gözle, sonra da dik dik bir an önce çıkasın diye bekleyen dükkan sahibinin 'gözlü şiddet'ine maruz kalmamayı ise hep hayal etmişimdir.


Bu açıdan da belki de Türkiye'nin alan olarak en büyük sahafı olan 'Kaktüs Kelepir' insana bir ferahlık veriyor. İçeriye girip kitaplara özgürce dokunabiliyor, istediğiniz kadar rahatsız edilmeden kalabiliyor ve fiyatlarını da kolayca öğrenebiliyorsunuz. Raflar arasında gezinirken hiç beklemediğiniz kitaplarla karşılaşmanın keyfini yaşayabileceğiniz gibi, isterseniz çalışanlardan yardım da isteyebiliyorsunuz. Son derece güleryüzlü olan çalışanlar, ellerinden geldiğince sizlere yardımcı olmaya çalışıyor, takıldıkları noktada da Serkan Özburun'un rehberliğine başvuruyorlar.


Ben Cumhuriyet'in ilk yıllarında yazılmış ve yayımlanmış kitaplarla ilgili bir kaç saatimi ayırdığım bu sahafta bir cumartesi günü hem çocukluğuma, gençliğime dönerek çok keyifli yolculuklar yaptım hem de aradığım kitapları bulmanın mutluluğunu yaşadım.


Hiçbir şey satın almadan da müzayedeye sunulan eşyaları inceleyerek 'güzel ve anlamlı ' saatler geçirmenin mümkün olduğu bu ortam için sizlere önerim, cumartesi günleri iki ile beş arasında bir kaç saatinizi ayırmanızdır, pişman olmazsınız.


Serkan Özburun, on yıl kadar öncesinde Üsküdar Balıkpazarı girişinde oturup çaylarımızı içip sohbet ederken bana ''Kitap değerli birşeydir ama pahalıya satılmaması gerekir'' demişti. Bir kitapseverin, uzun yıllar binbir sıkıntıya göğüs gerdikten sonra hayalindeki kitap evi'ni hayata taşıyabildiğini görmem, benim de; ''Türk insanının birgün copy-paste (kopyala-yapıştır) kolaycılığından kurtulup, hem okuyan hem de yazan insanlar haline gelebilecekleri'' şeklindeki umudumu yaşatmamı sağlıyor.

 

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..