Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

''Çeyrek ekmek''

''Çeyrek ekmek''
 

Üniversite yıllarında , kader arkadaşlığının tadı bir başkadır.

Yetmişli yılların Türkiye' sinde , sayısı oldukça az olan üniversitelerimizi kazanıp okumak , önemli bir ayrıcalıktı bizler için…
Hayata sımsıkı asılmış Anadolu’nun yoksul aile çocukları , zekalarını okumaya yöneltip binlerce kilometre yol teperek büyük şehirlerimizde konuşlanan üniversitelerimize yerleşmişlerdi.

Tarlasını, ineğini satan babalar , ''yüzlerini ak eden'' çocuklarını üniversite okutmak için önemli bir savaş içine girmişlerdi.
Varsın , kendileri kuru ekmek yesinlerdi, çocukları okuyup adam olacaklar, belki yaşlılıklarında da onlara bakacaklardı.

Ancak hayat, acımasız yükünü ağırlaştırmaya başlamıştı o yıllarda.
O günlerde , kredi, burs almak; günümüzdeki gibi modern yurtlar bulmak mümkün değildi.
Okumak zengin harcıydı.
Barınacak bir yer bulmak meseleydi.

Ben , çok şanslı sayılırdım. Evimiz Ankara’da mütevazı bir semtte, müstakil, küçücük bahçeli ahşap bir binaydı. Rahmetlik babacığım ufak memur maaşıyla beş çocuklu , yedi nüfuslu ailesini ayakta tutmak için gece gündüz çalışıyordu.
Anacığım da ördüğü dantellerle aile bütçesine katkıda bulunuyor; ben , kardeşlerimle yaz aylarında, Gençlik Parkında değişik işlerde çalışarak okul harçlıklarımızı denk getirmeye çalışıyorduk.
Ekmeğimizi ''taştan çıkarıyorduk.''

İki kardeşimin askeri okulları kazanıp gitmesi bütçemizi biraz rahatlatmıştı.

Hepimiz yüksek tahsil hayatına atılmış , büyük bir gayretle çalışıyorduk. Hayata atılan kardeşler diğerlerine destek veriyordu.
Çevremizde okuyan sayısı az olduğundan heryerde parmakla gösteriliyorduk. Bu da hepimize ayrı bir onur veriyordu.Çok mutluyduk…
Ta ki o uğursuz anarşi günleri gelene kadar…
Bölücü ruh yine hortlamıştı…

Üniversiteler üzerinde kirli oyunlar oynanmaya başlamıştı.

Bu oyunların piyonu da maalesef taşradan gelmiş yoksul Anadolu çocukları oluyordu.

Devletin öğrenci yurtları değişik fraksiyonlarca ele geçiriliyor, kardeş kavgası gittikçe alevlenerek büyüyordu.

Fukara aile çocukları ikiye bölünmüş , acımasızca birbirlerine saldırıyorlardı.
Provakatörler emellerine ulaşıyordu.Her gencin iki kutuptan birinde yer alması zorunlu gibiydi.
Arada kalanlar da ''lümpenler'' olarak niteleniyor, her iki sivri uçlardan birinin saldırısına uğruyorlardı.

Üniversite yıllarında tanışıp çok samimi olduğum Mersinli arkadaşım, Ahat’la DTCF’de aynı bölümde okuyorduk. Arkadaşım çok yoksul bir değirmencinin çocuğuydu.

Küçük yaşlarda beşik kertmesiyle nişanlandırılmış;tahsil hayatının ekonomik ve anarşik yükü yetmez gibi bir de evlilik beklentisiyle zor günler geçiriyordu.

Yurttaki siyasi baskılara ancak bir yıl dayanabilmiş ve ağır sanayi bölgesinde bir hurdacının yanında çalışmaya başlamış , geceleri de demir atölyesinde yatmaya başlamıştı.Hayat acımasız ağını örüyordu.

Ahat, yoksul ama çok onurluydu.Ara sıra evimizde yatıyor, annemin sıcak çorbasıyla mutlu oluyordu.Ancak tüm ısrarlarımıza rağmen yanımızda kalmıyordu.

Atletik vücudu, sağlıklı yüzü gün geçtikçe eriyordu.

Çalıştığı hurda işçiliği de onu epey yıpratmıştı.Üniversite dekanımıza Ahat’ın durumunu anlatmaya gittiğimizde dekanın çaresizliği gözümün önünden hiç gitmiyordu.Ahat gibi yüzlerce genç vardı.Yöneticiler de zor günler geçiriyorlardı.

Ülke bir kaos içine girmiş ve siyasiler, tam bir aymazlık ve çaresizlik içinde her gün onlarca insanın ölümüne seyirci kalıyorlardı.
Her gelen iktidar kendi yandaşlarını koruyor, milleti temsil etmesi gerekenlerde bölgecilik ve hemşericilik almış yürümüştü.

Ahat gibi olanlar ve bizler yalnız kalıyorduk.Meclis 104. turda bile Cumhurbaşkanı seçemiyordu.

Tüm memur ve öğretmen dernekleri üçe bölünmüş;hatta emniyet güçleri bile değişik siyasi derneklerle anılıyordu.
Vatandaşlar her gün bir “darbe” bekliyordu…İktidar , ''muktedir ''olamıyordu.

Kan gövdeyi götürüyor, üniversite rektörleri bile süresiz boykotlar ilan ediyorlardı.

Millet kurtarıcısını arıyordu...

İşte o sıralarda en büyük darbeyi ben yemiştim…

Arkadaşım Ahat onbeş gündür fakülteye gelmiyor ve kendisinden hiçbir haber alamıyorduk .Bugün, en yoksulun bile cebinde taşıdığı cep telefonları yoktu ki arkadaşımdan haber alabileyim...

Mersin’deki köyüyle, ailesiyle irtibat kuramıyorduk…

Hurdacı arkadaşları, Ahat’ın son onbeş gün içinde, hergün bir ''çeyrek ekmek ''ve suyla yaşamaya çalıştığını anlatınca gözyaşlarına boğulmuştuk.
Hergün bir adet çeyrek ekmek…Kim dayanabilirdi bu işkenceye…?Köleliği de sindiremeyen arkadaşım terk-i diyar etmişti…

Herkes kendi canının, malının derdine düşmüştü.
Ama Ahat yoktu…İki yılda ''kan kardeş'' olduğumuz Ahat kaybolmuştu...
Korkumuz bir anarşi gurubuna kayması ya da kaçırılıp öldürülmüş olmasıydı.
Bir ay sonra , bir hemşerisinin yarım -yamalak haberiyle yüreğimiz serinledi.

Ahat, okulu ve Ankara’yı terk edip köyüne dönmüştü.
Kısa bir süre sonra mektuplaşmaya başlamıştık.Ahat, köydeki değirmenin başına geçmiş ve beşik kertmesiyle de hemen evlendirilmişti.Boş zamanlarında da tercümanlık yapıyordu.

Aşırı öğrenme isteğiyle o yoksul koşullara rağmen , üniversitede iki yabancı dil öğrenmişti ve sular seller gibi konuşuyordu…Hiçbirimiz onun dil öğrenmesindeki beceriyi yakalayamamıştık…

Bir zeka küpü ve onur abidesi arkadaşım, diğer yoksul öğrenciler gibi parasızlıktan tahsil yaşamına son vermişti.

Anarşi canavarı kimi taze bedenleri mezara göndermiş; kimilerinin de geleceğini karartmıştı.

Artık , zor da olsa okullarımızı bitirmiştik ve hayata atılmıştık…

Hayat sürprizlerle doludur ya ..İşte o sürprizlerin en güzeli beni buldu .
........................

Artık ekmek kavgası içine girmiştik...Çocuklarımız büyümüş , üniversiteli olmuşlardı...

Bazen aklıma Ahat arkadaşım geliyor , yüreğim cız ediyordu.Hayata kahrediyordum..

''Keşke zengin bir aile çocuğu olsaydım da o yoksul arkadaşıma kalması için bir ev, bir iş bulabilseydim…''diye…diye günler, aylar geçmişti.

Herkes , kendi derdine düşmüştü...Yaşam tüm telaşıyla sürüyordu…

Aradan tam yirmi beş yıl geçmişti.Görev gereği Antalya’da bir seminer molasında, arkadaşlarımla “geyik muhabbeti”yapıyorduk.
Sıcak bir Temmuz günüydü...

Kendisine yanlış oda tahsis edilmiş olan bir öğretim üyesi arkadaşım, sinirlenerek otel görevlileriyle tartışmaya başlamıştı.Lakabı :“Panik Mahmut”olan hocanın bu durumlarda kontrolden çıkacağını bildiğim için müdahalede gecikmemeliydik.
Zira Mahmut Hoca telefona sarılıp bakanlığı bile arayabilirdi.Bu hususta çok”vakası”vardı.

Hemen aracı olup sorunun kaynağını öğrendik.
Oda problemi , tur operatöründen kaynaklanıyordu.
Nasıl olur da ünlü bir turizm şirketi bunu yapardı?Mükerrer oda numarası mutlaka çözülmeliydi.Yoksa bir kişi açıkta kalıp aramızdan ayrılmak zorunda kalacaktı.

Şansımızdan, o ünlü turizm şirketinin patronun da aynı otelde olduğunu öğrenmiştik. Hemen yanı başımızdaki salonda dostlarıyla muhabbet ediyordu.

Bendeniz, ekibimin yönetim sorumlusu olarak patronun masasına yaklaştım.

Sırtı bana dönük, iri kıyım bir adam oturuyordu.

Görüşmek istediğimde büyük bir nezaketle ayağa kalktı.

Çekik gözlerinin içi gülüyordu.

Yaz sıcağına rağmen giydiği takım elbisesi ve kravatının şıklığı hemen dikkatimi çekmişti.Ama benim asıl dikkatimi çeken konuşması…ses tonu…küçük kulaklarıydı.

Geniş omuzları... ve…evet…evet…yanağındaki derin bir yara izi…Yahu…bu…bu…benim eski dostum…Ahat kardeşime nasıl da benziyordu…Tıpkı ikizi gibiydi...

Birkaç saniye içerisinde ''gel -gitleri ''yaşarken o da aynı duygular içinde olacaktı ki gülümseyen yüzü gerildi, bir Çinliyi andıran çekik gözleri kısıldı ve tok sesiyle sordu:
”-Beyefendi sizin adınız... Mesut olmasın...?''
''-Evet…sen…sen Ahat olmayasın…?''

''-Ta kendisi…..karşında duruyor, benim canım kardeşim…Bu ne tesadüf…?”
demesiyle birbirimize sarılmamız, adeta kenetlenmemiz bir anda oldu.

Çevredekiler, bu durumu şaşkın gözlerle izliyor, onların da böyle bir rastlantıya inanası gelmiyordu.Bir rüya mıydı acaba…?

Şaşkınlığımızı atıp, göz pınarlarımızı kurularken oda krizi geçiren Mahmut Hoca'nın:

”-Eeee..arkadaşım, anladık da ne olacak benim oda işi ?”
Demesiyle kendimize gelmiştik.
Şaşkınlığın yerini şimdi kahkahalar almıştı.

Ahat, kendi “Kral Dairesini” arkadaşımıza tahsis ettirdikten sonra uzun bir sohbete dalmıştık.
............
Sabah gün ağarmaktaydı ki biz halen konuşuyorduk.Benim, fizik olarak çok değişmiş olduğumu söylüyor, gülüyor, tanımakta zorlandığını ilave ediyordu.
............
Arkadaşım üniversitenin gerilimli yıllarını geride bırakıp doğayla iç içe yaşaması ve özgür düşüncesini özel sektörde başarıya dönüştürmesi onu daha da dinamik yapmıştı.
Bizler anarşiyle cebelleşirken, O, bu dönemi yara almadan atlatmıştı.Zengin yaşam da cabası tabi...

Arkadaşım, okulu bırakınca hemen hayata atılmış, değirmen arsasında büyük bir un fabrikası kurmuştu. Ayrıca yıllardır içinde “uhde”olan turizm sektörüne atılmıştı.İki dil bilmesi, keskin zekası ve girişimci ruhuyla turizm sektöründe önemli isimler arasında yer almıştı.
O, yoksulluk günlerini unutmamış, yüzlerce öğrenci okutmuş ve onların bir kısmını da yanında istihdam etmişti.
Ülke ekonomisine kazandırdığı milyonlarca doları tahmin edebiliyordum.
..............

Şimdi, yaz aylarında buluşuyor ve torunlarımıza , çocuklarımıza eski acı-tatlı günlerimizi anlatıyor, özlemimizi gideriyoruz.
.....................
“Panik Mahmut Hoca'' da yıllarca “Kral Dairesinde nasıl kaldığını hep anlatmıştı.

Şimdi , dedesinin maceralarını torunları anlatıyordur sanırım.

Köftecilerde gördüğüm, '' ÇEYREK EKMEK ''yazıları , beni alır hep bir yerlere götürür….

 
Toplam blog
: 1521
: 1639
Kayıt tarihi
: 23.06.07
 
 

İnsan yontmakla geçti ömr-ü baharı... Güzel ve canlı heykeller yaptı... Kimisinin içi çabuk boşal..