Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '14

 
Kategori
Söyleşi
 

''Hayat işte geçip gidiyor,sana öyle bana böyle''Zeki Aydın ile Yalova'da mekan ve zaman dışı sohbet

''Hayat işte geçip gidiyor,sana öyle bana böyle''Zeki Aydın ile Yalova'da mekan ve zaman dışı sohbet
 

Zeki Aydın'ı Yalova’da tanıdım. Tümata’nın düzenlediği 99 gün 99 gece Sema ve meşk organizasyonu için sık sık Yalova’ya gittiğimiz günlerden biriydi. Saz çalıp türküler söylüyordu; Aşık Veysel’den. Yunus Emre’den, derinlerden, derinlerden...

Onu dinlemeyi sevmiş, sazı eline alışını bekler olmuştum. 80 yaşının üstündeydi, koltuk değnekleriyle geliyor, merdiven çıkıyordu. Hareketliydi ve tetikte gibiydi her an; hiçbir şeyi kaçırmayanlardan…  Yorumunu ve yılların demlediği sesini her duyduğumda yaşam öyküsünü, fikirlerini ve hayata dair çıkarımlarını iyiden iyiye merak etmeye başladım. Derken sohbette bulduk birbirimizi.

Sizi burada saz çalarken görmek büyük keyif verdi hepimize. Deyişler söylüyor, Karadeniz şivesi ile konuşuyor, Yalova’da yaşıyorsunuz. Kafamın karışması normal mi:)

Biz Karadenizliyiz ama Karadeniz’i haritada gördük. Bizim dedelerimiz Batum’dan gelmişler. Gürcü’dür bizim aslımız. Ben Termal’de, Yalova’da doğdum. Annem Laz, babam Gürcü idi. Annem Lazca konuşur babam Gürce cevap verirdi. O bakımdan şanslıyım. Lazca’yı, Gürce’yi çok iyi bilirim. Saz çalmam meraktan. Çok geç yaşta başladım. Askerde Ordu’lu bir çocuk vardı, saz çalıyordu. Hoşuma gitti. Ki saz yoktur bizde. Eskiden Akordeon ve tulum(gayda) vardı düğünlerde.

Karadeniz’de biliyorsunuz belki, atışmalar vardır. Atmalar vardır. 3 tanesini biliyorum ama ikisini söyleyeceğim. Bir adam atışmada bir soru soruyor. Cevap veriyorsa ikinci soruyu soruyor. Ona da cevap verirse üçüncüyü. O güne kadar ilk soruya bile cevap verilememiş. Yine böyle bir toplantıda ‘’hadi amce söyle bakalım’’ diyorlar. O da soruyor yine kimsenin cevap veremeyeceğinden emin kasıla kasıla;‘’gökteki yıldızların ayla birleşmesidur’’ diyor. Yok kimsede, cevap yok. Derken bir çocuk el kaldırıyor. ‘’Söyle uşağum’’ diyor, doğru dürüst yüzüne bile bakmadan. Yanlış cevap vereceğinden emin. Cevap geliyor; ‘’hepisi bir kubbede onlar kabilesidur’’ İhtiyar bozuluyor ama ikinciyi soruyor yine de. ‘’ bir su kirlenur isa ne ilen çıkar kiri’’ cevap yok. O çocuk yine el kaldırıyor. ‘’De, da uşağum’’ diyor. ‘’Bunda iki cihet var, bismillahidur biri’’ yani mecazi manadadır. Cevap tamam. Söylüyor gerisini. Kimdir cevap veren diye bir bakıyor ki torunudur. ‘’Ulan ettim neneni, oldun ecinli peri’’ diyor. ‘’dedem de öyle etti senin çıktığın yeri’’diye cevap veriyor torun da. Böyle atışmalar vardır Karadeniz’de.

Sazınızı ve yorumunuzu etkileyen başka bir şeyler var sanki. Gönlünüze bir ışık düşmüş bir yerlerde.

Evet, evet. Beni etkileyen bir anıyı anlatayım size. Erzincan,Kemah kazasına gitmiştim. Bir arkadaşımın çocuğu orda askerliğini yaparken kaza geçirmiş. Arabam vardı o zaman. Arkadaş arabayı verir misin deyince ‘’ben götüreyim seni’’ dedim. Çıktık yola. Gittik bulduk. Kemah civarında bir köy. Askeri birlik köyün 20 km. ilerisinde dağ başında. O gece köyde kaldık tabii. Köy, bir Alevi köyü idi. O gece bir buluşmaları olacakmış. Biz de gidelim dedik. İlk defa Aleviler hakkında bir fikrim olacak. Bakıyorum o güne kadar onları hiç tanımamışım. Bir tane sakallı bir dede var. Herkes hürmet gösteriyor. Selam veriyor. Sema yaptılar seyrettik. Derken aldı sazı eline. Türkü bitti ama ben ömrümde bu kadar mest olduğumu hatırlamıyorum.  3-4 kelimesi aklımda kaldı. O ‘dede’ dedikleri adam o güne kadar o köyden dışarıya çıkmamış. Ömrü orda, oranın dergâhında geçmiş. ‘Kadehler pas tutar sazlar coşunca, gerçek âşıklara coş gelir böyle. Arifler âlimdir, onların elinden iş gelir böyle. Kişi sevdiğini tenhada görse, dostun dosta huyu hoş gelir böyle.’’ Boncuk gibi dizmiş kelimeleri ama ben o heyecanla ancak bu kadarını aklımda tutabilmişim. Bu nasıl bir dünya görüşü. Ne kadar kıymetli. Terbiye orda, adamlık orda. Hayran kaldım. Aleviler hakkında kulaktan dolma uydurma şeyler ben de duymuştum ama hiç alakası yok. Gerçek ne imiş gözümle gördüm. Kıymetşinas insanlar. O adam çok aklımda o gece. Sabah yine görmek istedim. Almazlar dediler içeriye. Gidemedim. Alevi değilim ama semalarında bulundum. Bir edep ve irfan bir ahlak ve terbiye içindeler. Birbirlerine saygılı sevgililer. Hiç kimse kimseye öyle farklı gözle bakmıyor. Edep bu işte.

Duyduklarınız hafızada yer etmiş oluyor tabii. Ve tabii gönülde…

Duyduklarımı çalıyorum. Hoşuma giderse kayıt oluyor beynime. Yunus’un bazı sözlerini türkü yaptım.

’beni sorma bana bende değilem, bir ben var benden içeri.

 beni benden alana ermez idim, kadem kim bu dermandan içeri,

 şeriat, tarikat yoldur varana hakikat marifet ordan içeri.

Yunus arar iken rast geldi dosta ki kaldı kapıda andan içeri.’’

Şimdi bunu anlamak için Yunus’un yaşantısını bilmeniz lazım. Yunus Emre, Taptuk Emre’nin mürididir. Bir gün Taptuk Emre; ‘’Yunus, sen artık olgunlaştın, yola gitme zamanın geldi’’ diyor. Yunus gidiyor. Döneceği zaman yaklaşanda hanımına diyor ki ‘’Yunus geliyormuş. Ben kapı eşiğine yatacağım. Geldiği zaman bana çarpacak. Ben sana soracağım; hanım kim geldi diyeceğim. Sen Yunus geldi dersin de ben eğer hangi Yunus dersem geri dönsün. Bizim Yunus dersem içeri girsin’’ diyor. Yatıyor kapının önüne. Yunus geliyor gece. Eşiğe çarpıyor. Taptuk Emre hanımına soruyor. ‘’Hanım, kim geldi’’ diye. Yunus geldi dedik de hanımı, bizim Yunus mu diye cevap veriyor Taptuk Emre. Yunus, o bir tek kelimeye kırk sene hizmet etmiş o dergâhta. İkisi de farkında. Manası çok büyük. Benliği kabul ediliyor, oradan içeri kabul ediliyor.

Yunus’u anlamak için iyi bakmak gerekir. Onun 750 sene evvel yazdığı bir şiiri okuyabilir miyim size?

Çok sevinirim.

‘’İşitin ya erenler ahir zaman olmuştur. Sağ olanlar seyrektir kalan güman olmuştur. Alan yoluna gitmez, derviş dini gözetmez. Ne sarp bir zaman olmuştur. Danişmend okuryazmaz, hâkim davaya bakmaz. Yediği yoksul eti, içtiği kan olmuştur.’’ 750 sene evvel bugünü anlatmış. Rüşvet alıp insan eti yiyip kan içenleri!

Gençliğinde isyan şiirleri de yazmış. ‘’ Yüce Tanrı, yücelerden yüce Tanrı, kıldan ince köprü yaptın sen geçmişsin uca Tanrı. Ordan insan mı geçer ya uçar ya düşer ya şaşar. Yiğit isen geç a Tanrı.’’ Yani böyle şiirleri de var. Ama sonradan Yunus oldu. Asi idi önce. Sonra yunus oldu. Önce asi olmak gerekir mi? Evet. Arayış işte.Ki ‘’Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir. Varıp anın üstünde evler yapasım gelir.’’ de demiştir. Yunus aynı Yunus ama aynı Yunus değil. Asi iken başka idi. Sonra sırat üstünde ev yapmak isteyecek kadar geniş bir dünya buldu.

‘’arar idim Allah ı buldum ise ne oldu. Erenler evliyalar medresede buldular, ben harabat içinde buldum ise ne oldu.’’ Allah yine Allah değişmedi. Biz değişiyoruz. Çok büyük bir filozofmuş. Anlatılmaz.

‘Yüz kalbin aynasıdır. Kalp gönülün hasıdır. Size bir söz söylesem sözün hülasasıdır. 72 milleti bir gözüyle görmeyen şerren evliya ise Hakk katında asidir.’Bu yorumlanabilir mi anlayabilir misiniz, hazmedebilir misiniz? Bu Kürtmüş, bu Lazmış, bu Aleviymiş. Eğer bunları bir gözüyle, insan gözüyle görmüyorsanız hakikaten asisiniz. Bu adam 750 sene önce yaşamış. Bugünü görerek söylediği şiirler var. Benim Yunus Pirimizle olan ilk temasımı anlatayım mı size? Ankara’dan geliyorum. Emekli olmuşum. Yanımda da bir arkadaş var. O da emekli. ‘Yalova kaplıcaları Termal’ diye bir kitabı var. Aydın Akar. Kitaplarını bastırmış. Gidip Ankara’dan alacağız.

Gittik, dönerken Oran sitesine gelmezden evvel bez asmışlar. ‘Yunus Emre nakli kabir törenleri’ diye. Okuyunca hemen geri gidip köye daldım. Altıgen bir mezar. Ne yazıyor biliyor musunuz? ‘Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz’. Sarıköy diye bir yer. Şimdiki adı Yunus Emre köyü. Bir nehir akıyor burada. Porsuk çayı. Tren gelirken virajı görmediği için fren yapıyor, insanlar hayvanlar ürküyor. Meğer orda Yunus Emre’nin mezarı varmış. Düz alalım yolu demişler. Ama mezar var alamıyorlar. Nakli kabir yapmaya karar vermişler. Hadise bu. Kemikleri incelemek üzere bir Fransız bir Alman bir de Amerikalı üç bilim insanı gelmiş köye. Konuştuk. ‘’Kemikleri inceleyip rapor edeceğiz, Hayat mecmuasında yayınlayacağız’’ dediler. Kemikleri aldılar, tabuta koydular. Mezarını daha sonra aynı şekilde yaptılar. Demiryolunun da dışına koydular.

Neziha Araz’ın ‘Dertli dolap’ diye bir kitabı var orda. Aldım kitabı. Okudukça okudum, okudukça bir daha okudum. Külliyatını okudum. Edebiyatlardaki Yunus Emre’yi okudum. İnanılmaz. Hayat mecmuasını takip ettim. 80 yaşın üstünde yaşamış, dahi fikirli(geniş kafatasına sahip)bir kafatası ve iskelete ait. Üçü de imzalamış.  Bir şiirinde de der ki;

‘’geldi geçti ömrüm benim, şöyle bir yel esmiş gibi.

 Hele bana böyle geldi, bir göz açıp ötmüş gibi.

 İş bu söze Hak tanıktır, bu can gövdeye konuktur.

Bir gün olur çıkar gider, kafesten kuş uçmuş gibi.

Bir hastaya vardın ise hal ve hatır sordun ise yarın anda karşı gelir hak şerbeti sunmuş gibi.

Âşık yunus bu dünyada iki kişi kalır derler Hızır ve İlyas’ın misali abu hayat içmiş gibi.’’

Çok muazzam değil mi? İnsan evladını ekine benzetmiş mesela; ‘’miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye, kimi yiter kimi biter yere tohum saçmış gibi. ‘’ ne güzel anlatmış. Bu adam okuma yazması olmayan bir adam. Bir derviş. Gerçek bir derviş. Olmaz böyle bir şey. Dervişlik doğru, dosdoğru olmaktır. Hadise bu.

Yunus Emre sevginizi anlıyorum. Aynı sevgi bende de var. Denir ki; ‘ Yunus, duymuş, düşünmüş, inanmış ve bütün bu duyuş, düşünüş ve inanışlarını büyük bir sadelik ve kolaylıkla şiirleştirmeye muvaffak olmuştur.’ Gerçek de bu. Gerçek bir insan tarafından gerçeğin dile getirilişi başkadır ve ruha dokunur. O dokunuş ki şifadır. Ve ustalar der ‘’gerçek sadedir, basittir. O’na koşullandırmalarla bakmazsanız eğer.’’ Yunus ustamız da bize bunu sadeden çağlar boyunca anlatır.

Evet tabii. Âşık Veysel ile de bir anım var. İstanbul’da 1000 kişilik Şan sineması vardı. Yazın burası açıktı, kışın kapalıydı. Dediler ki Şan sinemasında Âşık Veysel’in 61. Sanat yılı kutlanacak. Orada görev yapacaksınız. Limonata ve kuru pasta ile. Götürdük, servis yapacağız. Benim gençlik zamanım. Fötr şapkalı oturuyor sahnede. Bir mikrofon var. Muzaffer Akgöl, Aliye Akkılıç gibi bazı türkücüler de var. Sırayla geliyor söylüyor, gidiyorlar. Arada mikrofonu çekiyor, Âşık Veysel söylüyor. Arada bir şeyler soruyorlar. O da cevap veriyor. Genç bir hanım ‘’size neden Âşık derler’’ diye sordu. ‘’Efendim bize âşık derler ama kimimiz bir gülün kokusuna, kimimiz bir güzelin bakışına, kimimiz bir suyun bakışına âşıktır. Benim âşıklığım ise tabiatın hepimize bahşetmiş olduğu güzel nağmelerinedir’’ dedi. Alkışlar koptu tabii.

Beni çok etkileyen bir başka olayı daha anlatayım size. Çocukluğumda Atatürk’ün kendisiyle de bir karşılaşmam oldu. Yalova’da burada. Atatürk geliyormuş, kimse evlerinden dışarı çıkmasın diye haber aldık. 5 yaşlarında ya vardım ya yoktum. Biz yasağa uymadık tabii. O gün gördüklerimi, yaşadıklarımı mazlum bir hikâye yaptım.

‘Atatürk geldi diye indik kaplıcalara/İzinsiz uçan bir kuş girmezdi oralara

Ama biz küçücüktük, üç tane çocuktuk/Görelim Atatürk’ü diye sevinçle koştuk

Bizi gören yok diye sokulduk biraz daha/Devriye ve zaptiye gördü bizi az daha

Anlamadım ne oldu/Kesildi konuşmalar

Başladı koşuşmalar/Atatürk geliyormuş

Çıktı on-on beş kişi Atatürk’ün köşkünden

İçlerinden bir kişi yürüyordu en önden

O öndeki adama askerler selam durdu

Atatürk bu galiba kurtaran anayurdu

Babam askerliğinden çok iyi tanıyordu

Annem de evde bize her gün anlatıyordu

Beyaz bir ceket giymiş başında kasketiyle

Bize doğru yürüdü parlak çizmeleriyle

Sağa sola bakarken anlamadım ne oldu

Atatürk birden orda durdu

Biz de gittik oraya/Arkalarına dizildik

En küçükleri benim/Anlamadım ne oldu

Birden önümde durdu/Sağına soluna bakarken bizi gördü

Yanındaki askere ‘’çağır onları’’ dedi

Çağırttırıp aynen böyle söyledi

‘’Siz kimsiniz, nedir sizin isminiz’’

Öndeki ben çavuşların Haydar

Ben hocanın Cemal/‘’Ben de Mustafa Kemal’’/Dedi Atatürk

‘’Söyle bakayım şimdi sen kimlerdensin’’ dedi hocanın Cemal’e

Biz 93 batı muhaciriyiz, Laz’dır bizim aslımız. Kimimiz de gürcüyüz

Atatürk çocuklardan duyunca bu sözleri

İşte ben orda gördüm çakmak çakan gözleri

Öndekinin eğildi tuttu da kolundan

Bu cümleler döküldü titreyen dudağından

‘’Bu memlekette laz, gürcü, pomak, zaza, Çerkez, Arnavut, kürt, abaza yok

Türk oğlu Türk’tür/Aldanmayın bunlara

Gaye bölücülüktür’’ dedi

İstediği cevabı ondan alamamıştı/Bindi otomobile

Etrafındakiler dedi güle güle

Hiçbirine bakmadı/Başını öne eğmişti

Zeki’ye sorarsanız öyle dememeliydi

Atatürk’ün önünde /Ben Türk’üm demeliydi.’

Ben Turizm Derneği başkanı iken burada, Yalova’da bir festival düzenledik. İstanbul valisi Nevzat Ayaz idi o zaman. Geldiler. Ben de bu şiiri orda okudum. Ayrılırken ‘’Seni Çağlayan’daki Valilikte bekliyorum’’ dedi ve beni öptü. Gittim sonra. Oturduk vilayette. Yemek yedik. ‘’Zeki bey, sizin Atatürk ile anınızı çok beğendim, çok hoşuma gitti mahalli lisan konuşulan köylerde bunları ilkokullara gönderip buraya asmak istiyorum’’dedi. ‘’Eğer telif hakkı istemezseniz’’. ‘’Şöyle bir durdum bir düşüneyim efendim’’ dedim. Telif hakkı nedir bilmiyordum o zamanlar. Sonradan öğrendim. Bir gazeteci röportaja geldi bir vakit.‘’Bunu ben Atatürk’ün Yalova’da dinlenme köşkü var, oraya asacağım dedi. Yapmış, asmış sağ olsun. Benim bir fotoğrafımla beraber bu şiir ordaymış. Ben daha görmedim.

Atatürk ile olan anınız çok heyecan verici. O zaman 5 yaşındasınız. O yaşın verdiği o heyecan çok derinden yansımış dizelere. Bugün nasıl değerlendiriyorsunuz bu anıyı.

Biz Acar Türkleriyiz, Lazlar Saka Türkleri, Çerkesler Ahiska Türklerinden. Rumlar, Ermenileri, Süryaniler, Yahudiler, Yezidiler bunlar ‘akaliyetler’dir-Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan azınlıklar-. Kökenleri kendi cinslerine göredir. Ermeniler ve Süryaniler yakındır. Fakat bunlar da T.C. vatandaşı ama Türk değiller. Akaliyettirler. Bu mozaikler önemlidir. Türkiye 21 mozaikten oluşuyor. Bunların hepsinin bir karakteri, bir lisanı var. Bu 21 mozaiğin hepsini tanıma fırsatım olmadı ama bakın Lazlar, Gürcüler, Pomaklar, Zazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkesler, Dağıstanlılar, Abazalar, Apkazlar, Şapşiler, Adigeler, Süryaniler, Yezidiler, Berberiler, Karaçaylar, Kabataylar, Dağıstanlılar, Avarlar, Avşarlar, Kürtler var. Atatürk, kurduğun devletin bütünlüğü mevzubahis olduğu için aldığı ve alacağı kararlar bazı önlemler almasını mı gerektiriyordu bilemiyorum ama Lazlar kıyafet kanununa karşı çıktı. Nitekim Atma Hamidiye gemisi dayandı Rize’ye. Menkıbeler var. ‘Atma hamidiye atma, şapka da giyeceğuk asker de vereceğuk, kıyafet de giyeceğuk’ diye. Hala anlatılır köylerde. Kastamonu’da şapka kanunu ilan etti Atatürk. Kıyafet kanununu yaptı. Bunlar kolay olmadı. Harf inkılâbını yaptı. Bana göre en büyük inkılâp buydu. Arapçayı istemiyoruz Türkçeyi istiyoruz diyebiliriz ama onu kötülemedik. Buna hakkımız zaten olamaz. O da Allah’ın bir kelamıdır. Ona da saygı duymak lazım. Atatürk’ün hizmetleri büyüktür, belki hataları da olmuştur onu ben bilemem. Zamanında din doğru anlaşılsın diye Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesini de istemiş. Kur’an, Türkçeye çevrildiğinde özelliğini kaybediyor. Manası değişiyor. Bunu başka bir lisana çevirmek mümkün belki ama çok ehil ellerce yapılmalı. Hatta bunun için Neyzen Tevfik ve Mehmet Akif’i Mısır’a bile göndermiş. Zaten Arapça biliyorlar her ikisi de. Daha iyi öğrensinler ve layıkıyla çevirsinler diye. Kuran %90 kafiyelidir. ‘Melikin nas, ilahin nas, min şerril vesvasil hannas’ gibi. ‘Elhamdülillahi rabbilalemin errahramanirrahim maliki yevmiddin iyyake nabdü ve iyyake nestain’’ gibi… Böyle kafiyelidir esasta. Kur’an’da 4 kilit var; şedde, medde, hamzelif, uzun elif. Hani bunları nereye koyacağınızı bilmezseniz kelimenin manası değişiyor. Bunlar kuranın şifreleri. Akl-ı latifleri.

Efendim nerede kalmıştık? Bir zaman hastanedeyim. Bir hasta getirdiler yanımıza. ‘’Nerelisin’’ dedik. ‘’Hopalıyım’’ dedi. Biraz da dillere merakım vardı. Geçen Gürcistan’dan bir grup şenlik için geldi. Oyunlar yaptılar burada. Dedelerimiz Gürcistan’ın Batum eyaletinden buraya göç etmişler. Bu mozaikleri anlamak için onlarla yaşamak lazım. Hopa Laz’dır. Ama bizim bilmediğimiz çok şey var. Mesela Hopa, Hemşin varmış ben onu ilk defa duydum. Hemşinliler Perikles yani Ermeni imiş. Yani Süryani ile Berberiler arasında bir lisan. Peraklesler, Pontuslar, Hemşinler bunların kendi dilleri var. Hepsi Laz dedim. Yok dedi çocuk. Lazlar ayrı dedi. Haberim yokmuş. Mesela Hopa, Hemşin, Çamlı Hemşin, Arhavi Hemşin, Bohça Hemşin burada Ermeniler yaşamış. Trabzon da Pontuslar, Helenikalar. Lazlar var, Gürcüler var. Karadeniz’in hepsine Laz diyenler var. Hayır efendim. Karadenizli başka Laz başka. Türkiye’de bu mozaikler silinmez, kalkmaz kolay kolay. Avrupa da var bunlar. Başka türlü Almanlar var Bavyera’da. Konuşmalarda aksan değişiklikleri var. İngiltere ingilizcesi, Avusturalya İngilizcesi ve Amerikan İngilizcesi var dünyada. 3 çeşit. Yani böyle, değişik. Herkesin kendine göre yorumladığı bir ingilizce var dünyada -genel dil olarak konuşuluyor bile olsa.-

Her dinin bir mabedi var; kiliseler var, havralar var, katedraller var Çeşitli ibadethaneler var; camiler, dergâhlar. Şimdi bunlara dokunmamış ama ayrımcılık yapanlara da sert çıkmış. Atatürk’ü anlamak için tavsiye ederim; ‘’Atatürk’ün uşağı idim’ diye bir kitap var. Uşağı Cemal Granada’nın kaleme aldığı bir kitap. Birçok konuya, yaşanmış gerçekliklere ışık tutuyor. Kendisiyle de tanıştık, konuştuk, muhabbetimiz oldu.

Atatürk’ün büyüklüğünü dünya kabul etmiş. Demek ki bir hikmeti var. Bakın, Churcill’in bir beyanatı vardır. ‘’her yüzyılda bir devlet adamı gelir, o da bu yüzyılda da Türkiye’ye nasip oldu; Kemal Atatürk’tür’’ diye. Bu adam, buradaki savaşı kaybettiği için- ki İngiltere’nin en büyük deniz filolarına ait en büyük savaş gemileri Çanakkale’de bitmiştir- deniz kuvvetleri komutanlığından azledildi, sonradan siyasete girdi, İngiltere’nin başbakanı oldu.

Ben askerliği de Çanakkale Seddülbahir burnunda yaptım. Tam 30 ay. Telsiz çavuşuydum. Çanakkale boğazından giriş çıkış trafiğini yönetiyordum. Çanakkale’yi görmek lazım. 20 metreden birbirine ateş edip öldüren insanların mezarları orada insanın yüreğine bir başka dokunur. Hala iskeletle elinde silah yatanlar öyle duruyor. Çatal, kaşıklar yemek kapları. Nasıl öldürüldülerse aynen öyle kalmış. Çanakkale, kemik yığını. Çanakkale abidesi ziyaret ediliyor sadece. Yasak diğer mezar alanlarına girmek. Ki ben oradayken harp biteli 35 sene olmuştu. Orada iki köy vardı. Çifte köyü, Seddülbahir köyü. Bu köy halkları kurşun toplayarak geçiniyordu. Seneler sonra belki 30 yıl sonra yeniden gittim oraya. Turist götürdüm bu sefer. O köy halkı hala kurşun topluyordu. Ve belki hala da topluyor.

Hayatım boyunca beni çok etkileyen üç yer gördüm. Çok fantastik bir yaşantım oldu. Çok ülke gezdim ama bunların içinde Çanakkale’nin yeri çok ayrıdır.

Diğer yerlerden de bahsetmek ister misiniz? Hangi şartlarda nasıl bir akışta idi bu yolculuklar?

Askerden döndükten sonra Avusturya’da 4 sene servis teknolojileri eğitimi aldım. Güçlü bir hafızam vardı, dil öğrendim. Turizm bakanlığından emekli olduktan sonra Turban tesislerinde yeme içme bölümünün servis teknolojisi oldum. Almancam, İngilizcem var. 7 reisi cumhurun masasında görev aldım. Beylerbeyi sarayında, Yıldız kasrında, Malta köşkünde, Topkapı sarayında ve müzesinde, eski Tokatlıyan’da servis yaptım. Daha sonraları Almanya’da Tusan firmasına başvurdum. Lazca, Gürce, Türkçe, İngilizce ve Almanca biliyor olmam hoşlarına gitti ki herhalde beni işe aldılar. Gürcistan’a turist götürdüm hatta. Dedelerimin geldiği yerler. Yalova’da Tümata’nın sema etkinliğinde kimi gürcülerle tanıştım. İnanır mısınız yüzümü öpmekten ıslattılar. Çok hoşlarına gitti gürcü konuşmalarım. Aynı dili konuşmak başka türlü bir yakınlıktır. Efendim, nerede kalmıştık. Bütün İskandinav ülkelerini gezdim. Rehberlik yaptım. Kahire’ye turist götürdük bir zaman. 130 kişilik bir gruptu. 86 yılıydı. Giza Piramitleri beni çok derinden etkiledi. Piramitlerin bugün şifresi hala çözülememiş. Bir milim hata bulamıyorlar. Kapıdan girerken 5’er kişi aldılar bizi o zaman. İçi serin, güzel. Firavunların altına sarılmış bedenlerini gördük mumyaya sarılı olduğu halde. Mumyalar bozulmuştu. O anı hiç unutamam. Görüntü belleğime kazınmış.

Mekke, Medine’yi görmek de lazım. Orta yerde zemzem suyu kuyusu var. Bu yuvarlak yerin 36 kapısı var. Bir kapının önünde muazzam bir cadde var. 36 cadde var böyle. 6 milyon insan yaşıyor orda. Ama o su bitmiyor. Bu Mekke’deki zemzem suyu da Kızıldeniz’le belki aynı seviyede diye tahmin ediyorum. Bitmediğine göre. Büyük santrifüjlerle o kadar su çekiliyor ama su bitmiyor. Bu kanıya nereden vardım diyeceksiniz. İznik gölü’nü araştıracaklarmış. 3 kişiyi İznik gölüne götürdük. Bu göle hiçbir dere akmaz. Ama gölde de su hiç eksilmez. Osmanlı’nın ilk fethettiği yerdir İznik biliyorsunuz. Aralarında konuşuyorlar. Biri Fransız, biri Alman, biri de Amerikalı. İngilizce konuşuyorlar. Su altı araştırmaları için dalgıç kıyafetleri ve ekipmanları getirmek istediklerini söylediler. Daldılar, çamurlu çıktılar dışarıya. Aşağıda suyun içine İnegöl tarafına giderken bir kilise vardı. Kilise suya kaymış. 110 kilo ağırlığında bir çan varmış içinde. Bu çanın % 90’ı altınmış. Eğer tunç’a altın karışmazsa ötmezmiş. Asıl niyetleri o çanı almak anladım ama açıklamıyorlar. Su altı araştırması diyorlar. Ve izin almışlar. Aralarında konuşuyorlar. Gölü boşaltalım dediler. Suyu bir hata boyunca tonlarca boşalttılar,  o zeytinlikler, bahçeler tarlalar su altında kaldı ama göl 1 santim eksilmedi. Şaşırdılar. Başka yerlere dalış yaptılar. Sonra anladılar ki göl meğerse Marmara denizi ile aynı seviyede imiş. Oradan besleniyormuş. Deniz kenarından 1m. açıkta çukur açın, çıkan su tuzsuzdur. Anladılar ki gölün suyunun boşalması mümkün değil. Bomboş gittiler.

Sizinle konuşmak dünyayı dolaşmak gibi ama yerel bir rüzgârla. Dümen sizde buyurun.

Avusturya’da bir kütüphanede Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini gördüm. Biraz eski Türkçeyle yazılmış, anlamak zor. Yalova kaplıcaları hakkında bir menkıbesini dikkatimi çekti. Malum Yalova memleketimiz. Hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeydi; ‘’Konstantin Vasilidis’in kızı Heleni maraza müptela olur. Doktoru ulemalar derd-i şifasında aciz kalırlar. İçlerinden bir ulema, Yalvaçtaki ılıcaları tavsiye eyler. Helena, annesi ile beraber gelir ve vücudunda geçmeyen yaraların burada tedavi olacağını söylerler. Ormanlarda suların kaynadığı yerlerde gezerken bir yaralı yaban domuzunun suda yuvarlandığını görürler. Ertesi sabah gittiklerinde yine aynı yerde yaban domuzunu suda yuvarlanırken görünce hayvanı takibe alırlar. On beş gün sonra yarasının geçtiğini görünce bunda bir hikmet-i hüda vardır deyu Helena da o çamura girer.’’ Benim çocukluğumda termal de çamur banyosu vardı. Oradaki kaynar suyun geldiği milden çamur alırlardı. ‘’Helena’nın 1 hafta içinde vücudu durr-u Beyza (beyaz inci) olur.’’ Bu Evliya Çelebi’nin Termal hakkında yazdığı bir yazı seyahatnamesinden… Buradaki bir anısını yazmış.

911 yılında Roma’da yapılan Avrupa sıcak su müsabakasına -o zamanlar Fransızlar tarafında işletiliyordu- Termal ‘den örnek su gitti. Ve bu su altın madalya kazandı. Madalyası orada asılıdır.

Buraya 7 yerden su geliyor. Aşağıdan kaynar, harman gibi. Orda birleşir sular. Bu sıcak sular geldikleri yerden aldıkları minerallerle değerlenirler. Bursa, Gönen, Armutlu, Yalova kaplıcaları ayaklardan çıkan sular. Bu sular geldikleri yerlerden kimi kükürt almış, kimi kurşun almış, kimi magnezyum almış. İnsan vücuduna faydalı şeyler almışlar. Radyasyonu alınmış tertemiz su. Sabahleyin 1 bardak içtiğiniz zaman vücuda, iç organlara çok faydalı bir su.

Pek çok yer, ilginç deneyimler derken şimdi Yalova’dasınız. Sağlıklı, sıhhatli…

Burası doğduğum yerdir. 33 doğumluyum. Bir hadise yaşadım o olmasaydı ben çok sıhhatliydim. 11 saat ameliyat yaptılar beni. Kemik parçaları ambulansta düştüğü için bacağım sakat kaldı. O kemikler olmazsa kaynamazmış. O zaman bulamadılar. O elim olay olmasaydı hiçbir şeyim yoktu. Ne içki içtim ne sigara içtim. Ölçülü bir insanım. Bilinçli yaşadım. Her şeyim ölçülüydü. İsrafa kaçmadım. Bundan hep kaçındım. Hala da öyleyim. Sporun verdiği terbiye ile. Sene 1954’te milli güreşçilerdendim. Aktif bir sporcuydum. Japon Sasahara karşısında yenilgiye uğradığım yıldı, bronz madalya verdiler. 4 sene daha güreştim. Antrenörlük yaptım sonra; yeğenimi çalıştırmaya başladım. Dünya şampiyonu oldu; Sırrı Acar.

Kahveler geldi bu arada. Buyrun.

‘’Eğer beni men edersen çaydan, kahveden, badeden. İstemem böyle bir hayatı sadeden. Hayat peynir, ekmekle, kahveyle kaimse vazgeçtim bu tahsisatı fevkaladeden.’’’ Bir ara bir röportaj yaptılar benle. Bu dizeleri okumuştum. İçinde bade kelimesi geçiyor diye yayınlamamışlar. Gönlümüz kırılmadı tabii. Ama anlamamışlar ne diyor, ne demek istiyor! Esasında Yunus’un tabiriyle Hak şerbeti diye geçer. 

‘’Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur’’ derken Yunus neleri sığdırmış bu dizelere. Bu gönül ne muazzam bir şey. Karşılığı yok.

Gönül gel seninle muhabbet edelim araya kimseyi alma sevdiğim. Ya benim kimim var kime yalvaram kaldır ara yerden perdeyi gönül’’ Kim söylüyordu bunu. Hatırlayamadım şimdi bantlar eskimeye başladı artık tabii. Ha evet, Ali Ekber Çiçek’e ait. İsmim Zeki ama o kadar da zeki değilim(gülüyor). Beden kocarmış, gönül kocamazmış!

Sohbet için ne kadar teşekkür etsem az. Sizi görmeye gene geleceğim.

Efendim bizim oralarda bir deyiş vardir. ‘’yukari gel, yukari. İrmağin gözündeyim. Eller ne derse desin ben gene sözümdeyim.’’ Sözümüzdeyiz. Her zaman bekleriz.  Bu sohbet bana da çok iyi geldi. Bu çay valla ‘abu hayat’ gibi oldu. Dolu hissediyorum kendimi. 80’in üstündeyiz tabii. Kim bilir ne kadar zamanımız kaldı. Hayat işte, geçip gidiyor. Sana öyle bana böyle…

 

 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..