- Kategori
- Sinema
" İyi bir yıl "

Küçükken bir hayalim vardı.
Günleri çocukluğun o coşkusuyla bir bir devirip senenin sonuna doğru yaklaştığımda, yeni yılla beraber o olmak istediğim insana dönüşeceğimi hayal ederdim.
Böylece hayallerime bir adım daha yaklaşmış olacak, belki de gerçekleştirecek ve tabii daha mutlu olacaktım.
Büyüdükçe o yılbaşları önce aybaşlarına, sonra da bir sonraki güne dönüşecekti…
Ama artık uzun zamandır biliyorum değişimle gelen gelişimin uzun ve zorlu bir yol olduğunu… Ve gelişmek, o hayallerini gerçekleştirebilmek için aslında önce kendimizi keşfetmemiz gerektiğini…
İnsan çoğu zaman başkalarıyla, ailesiyle, aşkla buluşurken, kendiyle buluşmayı erteler!
Niye böyle olur? Niye insan nerdeyse her cümlesine o bayıldığı özne olan “ ben ” ile başlarken, kendini “ bilmez ” , tanımaz?
Bir insanın kendine “ başlaması ” için illa büyük bir olay, duygusal bir deprem, zor bir hastalık, ansızın gelen bir ölüm haberi mi gerekli acaba?
Belki de öyle... Geçenlerde izlediğim “ İyi Bir Yıl ” (A Good Year) adlı film bunları düşündürttü bana.
Filmdeki Max Skinner’ ı (Russell Crowe), Londra borsasında spekülasyonlar yaparak büyük paralar kazanırken görmemizle açılıyor film... Hırslı Max için en önemli şey kazanmak ve hayatta başka hiçbir şeyin kıymeti yok. Fransa’ da yaşayan amcasının öldüğüne dair haberi aldığında, iktidarı simgeleyen penis biçimindeki çalışma binasında ve kent manzaralı evinde paranın ve zaferin zevk deryasında yüzmektedir.
Annesi ve babasının yanında değil, çocukluğunu Fransa’ da, üzüm bağları içinde bir konakta amcasının yanında keyifle geçiren Max, bir yandan amcasıyla dolu çocukluk hatıralarını anımsarken bir yandan da geçmişiyle yüzleşecektir.
Ancak Londralı yatırım danışmanı, Provence’ taki amcasından kalan şarap bağlarını ve evini satmaya gider. Bu gezi hayatında yeni bir dönemi de beraberinde getirecektir. Max bu anılarla süslü güzel konaktan yeni bir kazanç sağlamayı düşünürken hiç hesapta olmayan ve daha önce tanımadığı bir akrabası çıkagelir. Kaliforniya’ lı bir kız olan Christie Roberts amcasının gayri meşru kızı olduğunu iddia etmektedir. Bir yandan şarap bağlarına çocuğu gibi bakan çocukluk arkadaşıyla evi boyayıp satmaya çalışırken, bir yandan da arabasıyla hız yaparken fark etmeden devirdiği kızla tanışır.
Max kendiyle, çocukluğu ve amcasıyla yaşadığı anılarla yüzleşir, Provence’ in yerlisi olan güzel bu kıza gönlünü kaptırır. Ve derken neyin önemli, neyin önemsiz olduğu hızla yer değiştirmeye başlar.
Aşk ise, şarap kadar lezzetli ve şarap kadar hızlı kana karışmaktadır...
İnsanın kendiyle buluşabilmesi için, önce kimliğini bulması ve tanıması gerekir. İşte bu bazen bir ölümle, bazen çocuklukla, bazen aşkla başlar.
Aslına bakarsanız şarap tadında renkleriyle içimizde demlenen güzellikleri ortaya çıkarmak için her şey bir fırsat! Tıpkı arabayla hızla aralarından geçerken bisiklet yarışçılarına orta parmağını kaldırarak “ Lance Amstrong ” diye bağıran Max için, romantik bir buluşma ayarlamak için sevdiği kadının restoranında seve seve garsonluk yapması gibi… Ya da ilk romantik buluşmalarında açık havada film izlerken, aniden bastıran sağanak karşısında herkes dağılırken onların şemsiyeyi açıp “ ilk öpücüğü ” tatmaları gibi...
Akıp giden zamanın içinde çocukluğumuzdaki saflığı ve mutluluğu örtbas edip şehrin hızlı hayatı içinde kirlenmek yerine, insanın kendi özüyle buluşması için bazen de bir film sebep olur...
Belki o zaman “ başaramazsın ” diyenlere, sevdiğinizin gözlerine bakıp (hiç olmazsa) “ deneyeceğim ” diyebilirsiniz.
Yeni bir yıl, yeni bir şans demeyin… Çünkü her nefes, her yeni adım, hayallerinize, amaçlarınıza ulaşmamız için en büyük şans!...