Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mayıs '18

 
Kategori
Anılar
 

"Bir Anıyı Görmeye Gittiğinizde Neye Dokunsanız İçiniz Yanar."

"Bir Anıyı Görmeye Gittiğinizde Neye Dokunsanız İçiniz Yanar."
 

Nevrekop'da 600 yıllık cami kalıntısı önünde


 Neredeyse altı yüz yıllık geçmişe uzanan, şimdilerde bir harebeye dönmüş cami kalıntısı önündeydik. Minaresi hala ayaktaydı. Arkadan vuran güneş, gölgesini bir gece önce yağan yağmurun ıslaklığına düşürmüş, beni tarifsiz duygular içinde bırakan bir geçmişe uzanır gibiydi. Dalmıştım. Kulağıma Fuat'ın sesi geliyordu arasıra.

"1938 e kadar burada on iki cami varmış, sonra Bulgar'lar yıkmış hepsini. Geri kalan bir tek bu..."

 Fuat, Nevrekop'da kalan sayıları artık bir elin parmakları kadar azalmış olan Türk'lerden birisiydi. Burada doğmuş ve yaşıyordu. Bir ara İzmir'de bulunmuş, sonra dönmüş tekrar. Tütün eksperliği yapıyordu.

"Yapamadım. Ata toprağı, doğup büyüdüğüm yer. Döndüm tekrar." Düzgün bir Türkçe konuşuyordu. 1951 de adı Gotse Dolchev olarak değiştirilen Nevrekop'u gezdiriyordu bize. "Bir zamanlar burası Türkler'in yoğun yaşadığı bir yerdi. Kalmadı şimdilerde kimse. İki katlı, cumbalı, renkli boyalı eski Türk Evleri de. Bir Paşa'nın Konağı var ayakta, bir de eski bir konak derenin öbür yanında."

 Sesi arkada, kasabanın sırtını dayadığı yer yer sabah pusu içindeki yemyeşil dağlardan kopup gelen, asırlık çınarların iki yanlı gölgelediği yatağında çağıldayarak akan suyun gürültüsüne karışıyordu. Su, bir eski zamanı önüne katmış, şimdiye, ovada akıp geçen Karasu Nehri'ne doğru koşuyordu. Sabah esintisinde tembelce yer değiştiren bulutlar gibi belleğim, şimdiyle geçmiş arasında bir hüzünde gidip geliyordu.

"Bulgar çeteleri basardı geceleri. Hiç susmazdı silahlar sabah ezanına kadar. Çok çektik. Koca çiftliği bırakıp geldik. Bir canımız, üstümüzde başımızda ne varsa, bir de elde avuçta..." Çocukluğumun çoğu geceleri babaannemin buraya ait anlatılarıyla geçmişti. "Gavura bırakıp geldik ne varsa."

 Dağ yamaçlarındaki yeşil kuytuluklara sinmiş, atların çektiği yaylı arabaların tekerlek gıcırtılarını duyar, karanlıkta büyüyen açılmış gözlere düşmüş korku gölgelerini görür gibi oluyordum. Bu dağları nasıl aşmışlardı, neler çekmişlerdi, bilinmez... Dağlar bir acılı kuşağın göç yollarında çektiklerine çaresiz tanıklık etmiş olmanın ağırlığında dilsizdiler. Dağlar suskundu, Fuat anlatıyordu. Akıp geçen su geçmişi taşıyordu...

 Bir kaç gündür Kuzey Yunanistan, Kavala, Selanik, Makedonya, Strumca Çalıklı Köyü, Bulgaristan arasında günlük geçişmelerle yollarda geçmişin izindeydik. Makedonya'nın dağ köylerindeki Yörük evlerindeki Türk Bayrakları, Hıdırellez şenliklerinde Türkçe türküler ve eski adetler, düğünlerin bildik halayları, geçip gittiğimiz yerlerde uzaktan biz hala buradayız diyen minareler ve Üsküp'de bir akşam alacasına karışan ezan sesi bize "Bizim Rumeli" yi anlatıyordu.

 Nevrekop, baba tarafımın ata yurduydu. Dördüncü kuşaktan torunu olduğum Salih Aga'nın 1800 yılların ortalarına kadar uzanan. Kim bilir, belki de dedem şimdi harabe olan bu camide namaza geliyordu. Hiç ortak anımız olmayan babam bu sokaklarda oynamıştı. Kim bilir belki de büyük halamın gözlerindeki eşsiz mavideki duruluk bu Balkan göğünün yansımasıydı. Onlar Balkan Savaşı'nın acılı günlerinde yaşamın önlenemez kaderi önünde topraklarından savrulup, anavatan topraklarına tutunan inatçı yaşam ağaçlarıydılar belki de...

 Arkadaki yüksek, her türlü ağaçla örtülü anlatılamaz yeşillikteki dağlar arasında kıvrılıp inen, kimi zaman çıkan ıssız yolları aşıp gelmiştik. Önümüzde aynı yeşillikte bir ova uzanıyordu. Onun ötesinde arada bir bulutlardan sıyrılan zirveleri hala karlı Balkan dağları. Omuzlarımda ağırlaşıyoru çektikleri acıları düşündükçe zaman. Niye dalıp dalıp gittiklerini, niye pek fazla konuşmadıklarını, niye pek gülemediklerini, neden bizi hep gözleriyle sevdiklerini biliyordum da, şimdi daha bir iyi anlıyordum.

"Biliyor musun?" diyoru sanki babaannem. "Ben bu adamın sesine vuruldum." Eklemeden de yapamıyordu. "Ah, ah; herşeyi gavura bırakıp geldik." Onlar gelmişlerdi, onun için biz buradayız; vatanımızda...

 İçerden dedemin sesi geliyordu. Akşam tek rakısını içmiş, neşelenmişti. Her zamanki türküsünü tutturmuştu buram buram. "Kırmızı gülün alı var..."

 Burası Osmanlı dönemi adıyla Nevrekop. Cami yıkıntısı arasında kendiliğinden büyümüş bir kırmızı güle takılmıştı gözlerim. Geçmişe kanar gibiydi...

 

Akın Yazıcı

12 Mayıs 2018/İzmit

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..