Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ocak '12

 
Kategori
Edebiyat
 

“Korku Islığı”yla Mermer Senfoni-1

Cevat Akkanat’ın bir kitabı… “Korku Islığı” Lika Yayınları’ndan çıkmış. Üç bölüm, 39 şiir ve 64 sayfadan müteşekkil…

Kapak esrarengiz bir görünümde… Yüzeysel bir siyahlıkta derin bir silüet… Kendi hücresinden kendini seyreden bir militan… Buluttan bir kümeye itilmiş bir yalnızlık… Koyu bir gerilla yahut Cevat Akkanat.

Cevat, biyografisinin sonunda kitabın adını “Çocukluğumda gecenin zifiri karanlığından korktuğumu fark eden babamın, ‘Besmele çek, yürü karanlığın içine, ıslık çal bir de!’ şeklindeki telkinine telmihtir. Fakat ‘karanlık’ artık o karanlık değildir.”

Şairlik insanın kendi içindeki yalnızlık ve korkuyu fark etmesibence. Soyut bir inceliği çok boyutlu gösterme becerisi belki de.

Tanıklar

 Saint-John Perse “Övgüler”den üç dizelik bir alıntıyla renkleniyor bu ilk bölüm:

      “Ve ötekiler çıkıyor, sırasıyla, güverteye
        ve ben yalvarıyorum, gene de, germesinler diye yelkeni…
        iş bu fenere kaldıysa söndürebilirsiniz elbette…”


Sonra “bireysellik, toplumsallık ve hep aynı acı” adlı Gencay Gürsoy’dan alıntıyla başlayan dört bölümlük bir şiir… On iki Eylül yorumu bu şiir bence. Kayıplar, fail-i meçhuller için uyuyup uyanan ve hep aynı korkunç gerçeğin gırtlağını sıktığını hisseden ebeveynler… Çalınan hayatlar, dinler, imanlar, hanlar, hamamlar olmasa da… Latin mitolojisini aratmayan kanlı arenalarda yitirilen düşler ve onlara ağıt bu şiir.

       “4/
        her şey boş demek yetmiyor gayri
        bak kaçıncı / bu kaçıncı acı
        …”

“Yadsımalar” 1985’te yazılmış bir şiir. Şuurun şiire yansımış bir gölgesi bu şiir, bir militanın yürek anatomisi. Sır değil, sur kalemden yükselen ses…

        “…
         ağlama yüzüm / kimler öldü kimler gelir
         zımba delmez etini
         tuza da direnir keskinleşmiş yaramız
         …”


Her şeyin ekonomi olduğu, dinin imandan, imanın ekonomiden geçtiği düşüncelerin varlığını kabul etttirdiği günlerde insan satılık bir nesneden başka birşey değilken, ben bu şiiri yani “bütün canlar affedilmiştir”i okurken hararet bastı. Mehtabı sırtımdan çıkardım, ama üşüyor gibi oldum. Çünkü:

        “…
         kapitalist ülkeler kulübüne bağlı lokantalarda
         soğan doğrayıcılık yapan bilgili çırakların
         acemi-fakat yaralı şiiridir
        (ama şu kesin: kendi çapında keskindir)
         …”

Ve şimdi ölülerin duyguları kangren… ben kendimden arda kalanı merhem diye sürülecek yerden ilkinmeden (iğrenmeden) seni bekliyorum. Sözcük koalisyonuyla yeni bir direniş ediniyorum “yaşamaları yasaklamalarda” saptayan bir şairin parmak uçlarından.

      “…
       şimdi, evet. yürekleri avuçlara alarak
       şimdi, evet. avuçlarla gülleri sarmalayarak
       şimdi, evet. ağlamalarsınız…
                                 ne kaçarak ölümlere
                                 ne ölümlerden kaçarak
       yaşamak
       yaşamak
       yaşamak…”


“yol-a-daşım” adlı şiiri okuyunca bir an İsmet Özel’e gittim geldim. Şair Cevat Akkanat da bu şiiri yazarken İsmet Özel’e gitmiş gelmiş olmalı. İki kısa bir uzun kiprit çöplerinden uzunu çekmek gibi, çekip okumuş ve direnememiş esinlenmeye Cevat Akkanat.

    “sürdüreceğim uyumamayı
      sürdüreceğim.
      …”


 Diyor Cevat Akkanat. Ve İsmet Özel “Partizan” adlı şiirinde:

       “…
       Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir
       uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor
       …”


Ve “Mataramda Tuzlu Su” adlı şiirde İsmet Özel:

       “…
         mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
         uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
         …”


Demekte. Cevat Akkanat ise sanki İsmet Özel’e karşılık veriyor:

        “…
          evet, tuz olmayı seçtim, yaralarıma basılan tuzlara
          tuzluluğumda yanıt vereceğim, tuzum ben!
          …”


Beni kimliği şiir diye uyanan nehirlerde yıkayın ki, suskum evren askısına utanç levhası olarak asılsın ki, Cevat Akkanat dizelerinde başkaldıran ruha dönüşebilsin. “ölümsüzlüğe gene de” umutla bakarak kaynar kar terleyebileyim.

          “3/
            alacaklısına ulaşamadan yırtılan sevinçlerimin
            yasa içi yırtıcıları
           (evet, söylediklerimden alınabilirsiniz)!”


Alınmadık dostum, alınacak kişilik kalmadı. Kaşarlanmış duygular, küflenmiş iradeler ve manda derisi nakilli yüzler taşıyoruz. Bu korkunç değişime kendimiz de şaşıyoruz milattan önce ve sonra.

“zamansızlıklarda / korunmalar / sorular” adlı şiirde Cevat Akkanat, düzeni ve kendini sorguluyor. Bence bu şiirde toplumsal sorunları fark edip, ancak onları duyarsızlık abidesine dönüşmüş topluma nasıl fark ettireceğini bilemeyen yorgun bir gerillanın boşa giden çabasına değinilmiş.

          “…
            kadının rengi değişti de
            bundan mı bungun yüzler?
             
            bu cılızlar
            bizler
            mi
            tutacağız güreşi
            başkanımız adına düzenlenen kupada?
            …”


“hav” diye bir şiir… Geceyi iç cebinde taşıyan bu şair, akademik ilkelliklerin boyutunu sergiliyor bize. Mevsimleri değişen bedenimizde hissederken bizler, onlar neyi görüp hissediyorlar lütfen şiiri okuyarak öğrenin.

         “mannequin-pis 1-2” şiirleri… Bana Can Yücel’in “Pasaklı Kontes”ini anımsattı bu pis manken. Bakın nasıl çarpıcı bu şiir:

         “…
          ışık yanar söner geçer gider
          sen arkasından işer işer işer
          kalırsın”

Bizler bütün haylazlıkların, hayvanlıkların, güzelliklerin arkasından işemekteyiz. Şeytana, topluma, kendimize inat her gün susmaktayız, ta ki “ayaklanma”ya kadar; işte o zaman konuşacağız.

        “…
          acemi olacak gene,ama nasıl olsa
          sizin rahatınız
          pek âlâ orada!:
          geçmiş kıçınıza bulunduğunuz dünyanız
          zevkten dört köşesiniz
          …”

“büyüyünce söyleyeceğimiz şiirler için şimdiden (büyümelerimize) bir katkıdır” diyor Cevat Akkanat. Gel gör ki, biz yazarız, biz okuruz, biz bizeyiz kime ne? İnsanlar (çocuklar) okula giderken okumadan çok yazmayı öğrenirler. Kelimeleri, yanlış da olsa, yazacak kadar öğrenince kimi yazar, kimi şair oluyor ya… Cevat Akkanat da bu çocuklara ithaf ediyor galiba bu şiiri katkısız olarak.

        “şimdi bir
          dalgalara binmek gelir içimden
          …”


Ama dalgalara binenler o kadar çok, o kadar mızıkçı oluyorlar ki, bize binecek dalga kalmıyor be Cevat’ım, ne dersin?

Ve kitaba adını veren şiir; “korku ıslığı 1-2”. Varımı yoğumu okurken yeniden gözden geçirdiğim iki şiir… İki şehrin tereddütlü yüzünde güleç maske… Nefret ve ihanete dair geceleri çekip alamadığımız yaşam korkusu ve korkuya yürürken çalınan ıslık…

       “…
         yazıyorum özgür adım:
         kızıl meyveler veren ve hep yeşerik bir ağacım ben,
         sızlanmam.
         …”


Bu karanlıklar çocukluğumuzdaki o karanlıklardan çok daha korkunç. O karanlıkları ıslıkla aşıyorduk, ama bu karanlıkları ne ile aşabiliriz, bilemiyorum.bu tehlike ancak bir şairin dikkatini celbediyor, korkarımbaşka kimseyi de ilgilendirmiyor. O ıslık bu korkuyu bastırmıyor.

12 Eylül bir ülkenin yazgısını değiştiren dönüm noktası… 12 Eylül öncesi aynı amaç için çabalayan ülkücüler, devrimciler, islamcılar ve bunları seyreden ve üzerlerinden rant sağlayan alçaklar… 12 Eylül sonrasında faili meçhullar, idamlar, mutasyonla kapitalistleşenler ve 12 Eylülcülerle işbirliği yapan ve toplumu sömürmeye devam eden alçaklar… bu sosyal perişanlıktan kurtulanlar kendilerine yeni sistemde yer edinebilmek için para, makam ve şöhret hırsına kapılanlar… Artık amaç ne ülkücülerin vatan sevdası, ne devrimcilerin hak ve adalet sevdası, ne islamcıların Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda bir toplumu huzur ve güvene kavuşturma sevdası… Bencillik, geleceği sanal huzura bağlama kaygısı almış; bu durumda olmayansa ya ölmüş, ya da ölmekten beter olmuş. Bu başı ve sonu bozuk düzeni aşabilme umut ve hayalleri 1986 yılında “yazılan yarın 1-2”de Cevat Akkanat nasıl anlatmış:

        “…
          evet, çekirge parmağı gülünün varlığından
          habersizdi düşmanlarımız.
          şu, onları yerin dibine batıran gülümüzün.
          şu, akasya açımlı ve yalnız bizlerin bildiği…
          …”


Haberliydi düşmanlar aslında; hangi ırktan, hangi düşünceden, hangi kültürden, hangi siyasi yapılaşmadan ve hangi dinden olursa olsun; düşman hâlâ aynı düşman, biz aynı biziz. İktidar değişmiş, zihniyet değişmemiş. Oysa değişme beklentilerimiz ne kadar yüksekti. Hak ve adalet, yaşayan her canlı için var olacaktı. Olmadı… Hak ve adalet iktidar sahiplerininmiş ve öyle kalacakmış, sanki… Biz direnmeye devam etsek de, etmesek de… Yürümek kendi isteğimiz değil, Hakk’ın isteğği olduğundan devam edeceğiz peygamberim direnişi gibi bir direnişle.

         “5/
           demirler ve duvarlar.
           demirleri demirler
           duvarları duvarlar olarak göğüslüyorum

           6/
           kolay değil:
           her koşul ve konumda
                               yeğnileşmeliyim.

           7/
          açlığımla damıttığım
          kitaplarım
          kağıttan sabun yapmak
          olanaksızsa
          da
          açlığıma katık yaptığım kitaplarım
          yakılıyor
          …

         10/
         ne konuşabiliyorum doğru dürüst ne ağlayabiliyorum
         ne de müzik
         yapabiliyorum
         
         çoğaltılıyor güvenlik memurları:
         liseyi başarıyla bitiren yoksulluklar.
         ekmek parası
         ama andolsun ama ve illa ter ve inat!

         11/
         şiirlerimde
         coşkusu sevincin
         acının ve kanın rengi
         terin onuru
         aşkın ve direnmenin
         gururu olacak
         kudursun
         benden
         “düzene
         ve zamana
         göre”
         nane!
         bekleyen taslaklar!”

         

“suskunluklarda” tepkimizi yansıtan birer ayna, değil mi? Sevgili dostum, “mırıltı” adlı şiirinde insanı hiçe sayan yaratıkları kuduz olarak değerlendiriyorsun:

        “…
          ne yani
          ısırmadınız mı bu bedenleri?
          nedendir bu yaralar, nelerin eseri?
          ve bu salyalar, bedenlerdeki
          sizin değil mi?
          …”


Onların be dostum, kimin olabilir ki… Yalnız kuduz canlıların isteyerek düştükleri bir durum olmadığı için, kuduz olan canlıları kendi adıma tenzih ediyorum ve bu tür yaratıkların kuduz olamayacak kadar alçak olduklarını, kuduz mikrobunun bile bunlara bulaşmayacak kadar haysiyetli olduğunu düşünüyorum. Bilmem sen ne dersin?

        “…
          emgiçler! emgiçler!
          (sevgili kuduzlarım benim)

          ah, bereket tanrılarım!”


Demen dışında… Sahi “ıslıklama” yoluyla bu “emgiçler”i toplayabilir misin, dağıtabilir misin? Acemi bir cindar cinleri toplayıp dağıtmaya çalışması gibi… Neyse, sen başını eğme, alnındaki nur, karşındaki alçakların gözlerini kamaştırsın. Karanlığa korkarak değil, karanlığı yararak yürüyelim, Allah’ın ilkelerini sloganlaştırarak… Korku yakışmaz bize ve inandıklarımıza. Senin de dediğin gibi:

         “…
           aykırıysa aykırı olmalı yanıtım
           hayır diyebilmeliyim
           korku yakışmaz bana
           dikbaşlı ve devingen
           dirençli olmalıyım

           alabilmeliyim ipince ipleri boynuma
           gerektiğinde kurşunlanmalıyım
           …”


          31 Ocak 12
            Bodrum

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..