Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '13

 
Kategori
Kitap
 

"Mahşerin Esrarı'na dair

Kolektif bir çalışmanın ürünü… Mehmet Nuri Parmaksız ve İlhan Akın bu eserlerini kendi deyişleriyle “vuslatı mahşere erteleyenlere” adayıp, Şeyh Galip ile Beyhan Sultan’ın aşkını anlatmışlar… Nobelsiz, Oskarsız, saf ve tanıdık sözcüklerin yüreğimize bıraktığı çalkantılı duygularla…

Kitabın kapağı İstanbul; Sultan Ahmet, Kızkulesi ve Hisar… Arka kapak yine akşamın kızıllığıyla İstanbul manzarası…

Kitap Akçağ yayınlarından 2012 tarihiyle yayınlanmış. 224 sayfadan oluşan tarihin yüreğimizde yeniden canlandırdığı aşk romanının girişi her iki yazarın birer biyografileriyle başlıyor.

Ve roman… Numara veya adlandırılmamış dokuz bölümden oluşan roman…

Şiirsel bir dil kullanılmış… Eser okurken genel anlamda nesir haline dönüştürülmüş bir mesnevi. Geçmişle geleceğin iç içe geçmiş bir sunumu… Biraz sürrealizm, biraz postmodernizm eseri değişik bir görüntüyle görücüye çıkarıyor.

Yazar konuya başlarken Dede Korkut, Hızır Aleyhisselam, Şems üçlemesini birlikte kullanıyor, ancak Şemsi kullandığını doğrudan belirtiyor. Halk hikâyelerinde âşık olacak kişiye Hızır Aleyhisselam gelir ve aşk badesini içirip hiç bilmediği sazı çalmasını öğretip dilini çözerek deyişler söylemesine vesile olur.

Romanda Mehmet adlı roman kahramanı çocuk yaşta böyle bilge bir ihtiyarla karşılaşması Dede Korkut hikâyelerinde bulunmakta. Kurgu çok güzel… Yalnız benim takıldığım saklambaç oynayan bir çocuğa yüksek seviyeden bilgilerle yaklaşılıp konuşulması… Acaba yazar imam-ı azamın hayat hikâyesini mi burada kullanmak istedi? Malum, imam-ı azam dört yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği ve beş yaşından itibaren de diğer bilimler üzerine çalışmaya başladığı bilinmekte…

Üslup adeta akıyor…

“Demek hatıralar, üzerinden yıllar geçse de, sahibiyle buluşabiliyor, karanlığa ışık, kulaklara ses, yüreklere ilham olabiliyordu zamanla.” Ve “Gökyüzüne yükselen çınar ağaçlarının yemyeşil yaprakları, akşamdan sakladığı çiğ damlacıklarını gözlerine pınar yapmış; neyin yanık sesine ağlıyordu bu sabah.” Yine “daha dün sabah bu yapraklarda göremediği melâli kıskanıp kendi gözlerini yakaladı parmak uçlarıyla.”

Ve daha nice şiirsel cümleler…

Seher vakti benim için hep önemli bir zaman filimi olmuştur. Hastaların umudu, kuş, kurt, insan, hâsılı doğanın uyanışı seher… Serin bir yelin uyuyan bedeni yumuşak bir ürpertiyle kendine getirmesi seher. Bakın Mehmet Nuri’nin alıntı yaptığı Allah kelamı nasıl; “Benden bir şey isteyen yok mu ki, isteğini kabul edeyim.”

Ve Mehmet Nuri’yle İlhan Akın’ın seher yorumu:

“Kalp pınarı ile fikir rüzgârının birlik olup aynı mecraya doğru akıp gittiği seher vakti…

İlk ışıklarıyla minare âlemleriyle buluşup kubbelere kucak açan, sonra bütün âlemle bütünleşip dünyaya cenneti taşıyan seher vakti ne kadar da büyülüyordu insanı.”

“İnsanın bir eşref saati, bir eşek saati vardır” derler. Mehmet adlı kahraman da yaratan sevgisini tasavvuf aşkındaki gibi maddeden manaya insan gönlünü taşıyan bir araç gibi kullanıyor ve bu aşkın ürettiği beyitteki şu güzelliğe bakın:

“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir

Mübtelâ-yı gama sor kim, geceler kaç saat”

Ve aynı güzellikte yazarın kullandığı cümleler…

“Denizleri inciler gibi süsleyen, cennet güzelliğindeki ıssız adalara yelken açıp hatıralar denizinde kaybolup gittin mi?

Sevgiliyi görmek bir helâk, görmemek başka bir helâk bende…”

Doğayı kendisine dost edinmeye başlaması Mehmet’i mecnunlaştırmaya başlamış, her şeyden medet uman biri neden yardıma sıra gelince reddeder… Aşk budur işte; yaralarından huzur bulan biri âşık olmuş demektir.

İki sanatı yazar romanında bolca kullanıyor; telmih ve hüsn-i tali’l…

Mehmet sanki İsmet Özel’in “Amentu”sunun esrarına kapılmış gibi; “Her şey zıddıyla değer kazanır” diyor.

Mehmet adlı roman kahramanına yazar Âşık Nuri divanından şiirler okuyor. Nasıl ki, roman kahramanı Mehmet; yazar Mehmet Nuri ise, Âşık Nuri de bana göre gene Mehmet Nuri… Ama ben yine de Erzurumlu Âşık Emrah çıraklarından Tokatlı Âşık Nuri’yi anmış olmasını da düşlüyorum. Âşık Nuri medrese eğitimi almış aruzu bilmesine rağmen genellikle heceyi kullanmış beni de çok etkileyen biri… “Vay Sebep” adlı koşmasından kısa bir alıntı yapmak istiyorum.

“İnkisar eylemem yazık serine

Yatak icre can veresin vay sebep

Ağzından burnundan hicran yerine

Parça parça kan veresin vay sebep

Ne düşmüşsün şu Nuri’nin kastına

Merak etme göz koymadım postuna

Dokuz ay yatasın bir yan üstüne

On bir ayda can veresin vay sebep”

İnsan bir buz dağı mı, yoksa volkan mı, bilinmez, ama Mehmet Nuri, roman kahramanı Mehmet’i buzdağı olarak nitelendiriyor.

Çelebi Mehmet ve Süveyda…  Çelebi Mehmet benim bildiği Yıldırım Bayezid hanın oğlu, bir de 28 Çelebi Mehmet var. Her ikisinin de hayatında süveyda’ya dair birinin varlığından haberdar değilim. Tarihte başka Çelebi Mehmet var mı, onu da ben bilmiyorum. Ayrıca Süveyda’ya mektuplar dizisindeki üslup ve anlatılanlara bakıldığında da tarihten bir sayfa değil, günümüzden bir kesit olduğu anlaşılıyor. Bu eserde yer alan ve varmış gibi görülen hayali belgeler ve bilgiler postmodern akımın güçlü bir versiyonu olarak bizlere sunuluyor.

Mehmet, ilhan artık törel değerlerden uzaklaşmaya başlayan ve bizim kuşağın yüreğinde bir sızı gibi büyüyen, yitirilmekte olan arkadaşlık… Ne de güzel işliyor romanda bu konuyu… Bir arkadaşının hayatını kurtarmak için parmaklarından vazgeçen kaç insan kaldı şunun şurasında? Yanında kalp krizinden ölüp, boylu boyunca yatan mevtadan etkilenmeden balık tutanlar… Ne denir ki…

Halis ile Mehmet arasındaki konuşmada halis:

“Aslında her sayı sonsuzluğu anlatır Mehmet. Sayılar sonsuzdur. Asıl önemli olan sayı ise, sıfırdır sadece. Hani 11 sayısını demiştim ya az önce…

1’den 1’i çıkarınca yine sıfır kalır elde…

Ya da şöyle düşün bir de: bütün sayıların dışında kalan her şey, yani “masiva” aslında sıfır değil mi?

Toplasan da Allah’a gidiyor, çıkarsan da Allah’a gidiyor, her yol “Mahşere” çıkıyor bak gördün mü?”

Buradaki mantık bana Gazali’yle Arabî’nin tartışmasını anımsatıyor. Arabî, Allah’ın her şeyi yaratıp kenara çekildiğini bir mağaradan bir rüzgâr esmesiyle bütün varlıklar dağılarak bir sistem oluşturuyor ve işleyen sistemin de bu olduğunu söylüyor Arabî. Gazali de inandığı Tanrı’nın yarattığı her canlıyı her saniye yaratmaya devam ettiğini yarattıklarına zaman zaman azgınlık boyutuna göre doğrudan müdahale ettiğini söyleyerek, Arabî’nin düşüncesi için; “Onun inandığı Tanrı iktidarsız bir Tanrı, aynı Tanrı’ya inanmıyoruz.” mealinde görüşünü belirtiyor. Arabî’nin mağara ve rüzgâr benzetmesiyle Halis’in sayılar benzetmesi birbirine çok yakın diye düşünüyorum.

Süveyda’ya mektupları okuyorum da Mehmet’in kendini kendine tanıtması… Ya da biz okuyuculara… Tarihten bir Mehmet sevgilisine yazmış anlam ve algı vermiyor. Sürreel bir yaklaşım dolayısıyla…

Şu cümlenin güzelliğine bakın:

“Sen göz önünde sır, göz önünde perdesin. Aslında sen, görebilene en aşikâr olansın.

Sen, uzağımda duran diğer yarımsın. Ya da ben senin içinde yarım…”

Bir İstanbul hayranlığı… Camileri, çeşmeleri, kuleleriyle… İstanbul… Eşi benzeri bizim için bulunmayan İstanbul… İnsan bazen her ne kadar görmek istese de göremedikleri, bazen görmek istese de görebildikleri şeyler vardır; bunlar kişinin ruh dünyasıyla ilgilidir. Roman kahramanı Mehmet’e de yazarlar böyle bir algıyı yüklemekteler.

Bir tarikat hayranlığı ve bu tarikat yoluyla varılan Hak yolu… Tarikat bana göre bir kültürel değer… Ben insanları mutlu eden her kültürel değere önem veririm. Tarikat bana mutluluk vermiyor, ama mutluluk verdiği bir kesim var tarikatın. İnançlar, farklı düşünüp farklı yaşayan insanların hayatlarına müdahale edip mutluluklarını bozmadığı sürece yaşanmaya değer. Zaten Allah dini insanların mutluluğu için göndermiş. Bundan mutlu olmayanlar dine inanmak zorunda değiller. Utlu oldukları hayatı tercih edebilirler. Tıpkı Allah’ın dininin inananların, diğerlerine müdahale etme haklarına sahip olmadıkları gibi… Bakalım roman kahramanı Mehmet de tarikat yoluyla mutluluğu yakalayacak mı?

Çelebi Mehmet Necip Fazıl’dan da haberdar görünüyor, “Süveyda’ya Mektup / 7”de “Serseri Kaldırımlar”dan bahsederek.

Kitabın yarısında Şeyh Galip mesnevisini yarı sarhoş biri okuyor. Ben burada yazarların kültürel değerlerimize ne kadar yabancı kaldığımızı, bilgisizliğin ve ilgisizliğin hat safhaya ulaştığını bir kere daha göstermelerine tanık oluyoruz. Oysa araştırılsa ülkenin her üç vatandaşından birinin şair olduğunu görürsünüz. Hiçbir yere şiirlerini yazamayanlar, ya ayakyolu duvarlarına, ya da ayakyolu kapılarının arkalarına yazmaktalar.

Roman kahramanı ve bizler bu olayı takiben ilk kez Şeyh Galip’le de sürreel bir biçimde tanışıyoruz. Roman kahramanı Mehmet her yerde aradığı Süveyda’sını yaşadığı ev güzergâhında olan Mevlevi dergâhında Şeyh Galip’in bünyesinde buluyor.

Mehmet’in okuduğu şu iki dize beni gerçekten etkiledi:

“…

Gönül kuşum yoruldu artık kaçacak yer yok!

Hayâllerimden başka yelken açacak yer yok!”

İnsanın en dar ve en geniş ummanı hayal…

Mehmet ve Mevlevi şeyhinin buluşmasıyla bir kişinin nasıl mürit olduğu geleneğini de öğrenmiş oluyoruz. İnsanların birbirine saygısı ve itaati de gösteriliyor bu eserde.

İlginç bir kurgu… Mehmet’i Mehmet’te birleştirmek… Nuri’yi Nuri’de… Ve bunları Şeyh Galip’le Mevlevilikte… Ne dersiniz?

Halk edebiyatı geleneğindeki âşık atışmalarının divan şiirinde de var olduğunu öğreniyoruz. III. Selim ile Şeyh Galip’in karşılıklı şiir okumaları bunu gösteriyor.

Kitabın son iki bölümü Şeyh Galip ile Beyhan Sultan aşkına ayrılmış. Galip’le Beyhan’ın karşılaşması anlatılmıyor. Galip’in aşkından söz edilip Beyhan’dan mektup almasına geçiliyor kitapta.

Yazarlar, Beyhan Sultan ve Şeyh Galip aşkının yanı sıra “Hüsn ü Aşk” mesnevisi hakkında da bilgi vermekteler.

Ve Mehmet’in nasıl bir gecede Esrar Dede olarak 145 beyitlik “Mübarekname” mesnevisini yazdığını da öğreniyoruz. 

Son bölüm Âşık Nuri ile Mehmet Nuri’yi aynı kişilikte birleştirerek, Esrar Dede’ye dönüştürüyor. Ve Galip’in mesnevisi… Hem orijinali, hem bugünkü Anadolu Türkçesine çevrilişine ayrılmış.

Biraz tashih hataları ve biraz da aceleden neredeyse her cümlenin paragrafa dönüştüğü şekil ve anlam yapısı dışında, mutlak bir şeylerin öğrenileceği bir eser olmuş. Okuyun, bulacağınız şey kendinizden bir şey olacaktır.

30 Nisan 2013

Bodrum 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..