- Kategori
- Kültür - Sanat
"Sanat" öldü; yaşasın "sanatçı"
Biz kültürü nasıl tanımlarız: “halkın kendi üretim ilişkileri içerisinde yapıp ettiği her şey”. Buradaki “halk” kavramı, elbette ki sadece köy/kırsal insanı değil, şehir insanını da kapsar. O halde şehirdeki üretim ilişkileri çerçevesinde üretilen her şeye de “kültür” demeyecek miyiz? Köydeki üretim ilişkileriyle kentin üretim ilişkileri kuşkusuz farklıdır. Üretim ilişkilerinin bu farklılığı nedeniyle şehirde, kırsalda üretilenden farklı bir ürünün ortaya çıkacağı açıktır. Ama aynı şekilde şehrin büyüklüğüne ve kozmopolitliğine bağlı olarak pek çok üretim ilişkisinin ve dolayısıyla insan-insan ilişkisinin de farklı olmasından dolayı üretilen kültür / sanat ürünlerinin farklılaşacağını kabul etmemiz gerekir.
Bu bağlamda şehir kültürüyle ilgili olarak, pek çok kişinin karmaşık / kaotik / kozmopolit bulduğu ve rahatsızlık duyduğu şeyi ben olumluyorum. Benim olumsuz bulduğum şey, kente gelmiş yerel kültürlerin kentle bütünleşip bir senteze ulaşamamaları ve bu kültürel olguya sahip kişilerin ona kabuk bağlatıp, onu bir “müzecilik” anlayışına hapsetmeleridir. Kültür denilen şey canlı bir organizmadır: doğar, gelişir, etkileşir ve dönüşür… Onu korumak adına dondurmak bir müzeci mantığıdır ve yanlıştır.
Bunun yanı sıra, bir şeyin kültür olmadığını, bu üretimi “SİSTEM”in yapıyor/yönlendiriyor olup olmadığına bakmakla da anlayabiliriz. Sistemin ürettiği daha doğru ifadeyle ürettirdiği ürünler ne kültürdür ne de sanat. Bunu sebebi basit: günümüzde kültür adına üretilen pek çok şey, sanki tek merkezden üretiliyormuş izlenimi veren, en büyük araçları (silahı mı desem) televizyon olan (çünkü her deliğe girmiştir), ve amacı zenginleştirmekten çok tek-tipleştirmeye uygun düşen, insan evrimini, düşünen insandan tüketen insan’a geri çevirme çabası içinde olan eserlerdir. “Sistem”in istediği kültür ürünleri ya da giderek sanat eserleri “sanatçı” tarafından yapılsa dahi artık sanat değildir. “Sanattır” diyen çoktur, görüyoruz, üzülüyoruz.
Sanat çoğu kez –özellikle batıda- sistemle işbirliği yapmış, onunla uyumlaşmış ve hatta ön açıcı bir rol oynayarak, insanların sistemi çabuk benimsemelerini sağlamıştır. Avangard akımının temsilcisi ve ilk sosyalistlerden bildiğimiz Saint Simon’un, sanatçı kimliğiyle yaptığı bir konuşma durumu özetlemektedir. Konuşma –dikkat edin- işadamları ve sanatçıların olduğu bir toplantıda yapılmıştır. Şöyle diyor Simon: “biz sanatçılar öncüyüzdür. Siz (işadamlarını kastediyor) bize nasıl bir toplum ve nasıl bir birey görmek istediğinizi söyleyin, biz onun romanını yazarız, şiirini okuruz, resmini çizeriz ve toplumu sizin istediğiniz hale getiririz.”
Öyle de olmuştur. Sistem / Burjuvazi / Sermaye / Kapitalist’in sanata ilgi göstermesi ve sanatçıları kollarının altına alarak onlara ürünlerini vermeleri için gerekli “özgürlüğü”! bahşetmeleri boşuna değildir. Sanatçılar da çoğunlukla sistemi besleyecek ürünler vermiş ve toplumu sistem için hazır hale getirmişlerdir. Bu açıklamalar size sanattan çok, günümüz reklâm sektörünün görevlerini çağrıştırmıyor mu? Kısaca, Simon’un işaret ettiği “kapitalizme uyumlaştırılmış birey tasarlama” işini yapan sanatçının yerini, günümüzde reklâmcılar almıştır. Yinelemekte fayda var: kapitalizm dininin günümüzdeki peygamberleri artık reklamberlerdir. (Türkiye’deki reklâmcıların çoğunun eski sosyalistlerden devşirme olması da tarihin garip bir tecellisi olmalı.)
Bazı yazarlar, sanatçılar için, övgünün yanı sıra, olumsuzluk içeren pek çok sıfat kullanmışlardır. Bu sıfatlar bazen “bohem, halktan kopuk, popüler olmayı reddettiği için kitle ile ilişkilenmeyen bir yaşam tarzı” şeklinde olurken, bazen de “popüler, halk dalkavuğu, avam” biçimindedir. Bir de “politik” ya da “apolitik” olarak ifade edilen kategoriler vardır.
Sanatın kendisi içinde benzer kategoriler yapılır. Bazıları için sanat halk için yapıldığında sanattır. Ve sanat ancak böyle yapılırsa politik olur. Bazıları için ise sanatçı halkın yanında değil önünde/üstünde olmalıdır. Bunlara göre, halktan kopulduğu sürece sanata yaklaşılır. Burada ise sanat anlayışları devreye girer; “sanat için sanat, halk için sanat, halktan kopuk sanat, popüler sanat” v.s…
Aslında bir eserin “sanat eseri”, eseri üretenin de “sanatçı” sıfatını kazanması, o eserin politik ya da apolitik olmasına göre belirlenmez.
“Sanatçı” ile “zanaatkâr” arasındaki farkın tespit edilmesi aslında her şeyi daha anlaşılır kılacaktır. Örneğin bir çömlekçi aslında var olan bir malzemeyi daha önce hiç olmayan bir başka şeye dönüştürmektedir. Bu haliyle, yani yaratıcılığı ve tasarımcılığı ile sanatçı kimliğine yakındır. Ancak sonrasında bu çömlek üzerine ya da daha başka yaratışlar üstüne düşünmez ve üretmez; hatta tam tersi aynısından yüzlerce binlerce çömlek yapar ve bununla yetinirse, sadece bir “çömlek zanaatkârı” olur. Bu bağlamıyla günümüzde müzik alanında adına sanatçı dediğimiz birçok kişi aslında bir “ses zanaatkârı”, bir “icracı” olmaktan öteye geçmez. Beste yapana da “bestekâr” denir. İşin gerçeği, nota bilgisinden besteye, güfteden icraya kadar, müzikle ilgili bütün özelliklere sahip olması da kişiyi sanatçı yapmaya yetmez. Sanatçı, yeni bir makam bulan, yeni bir tarz geliştiren, akım yaratan veya senteze ulaşan kişi de değildir dersem kızmasınız değil mi? Sabredin ve bunu açıklamama izin verin. Kişi, bu yeni makamı, tarzı ya da akımı veya ulaştığı sentezi tesadüfen bulmuş olamaz mı?
O halde sanatçı kimdir?
Evet, işte söylüyorum; SANATÇI, yeni bir makam bulan, yeni bir tarz geliştiren, akım yaratan veya senteze ulaşan kişi değildir ama bu istekle hareket eden, arayış içinde olan ve bu kaygıyla yaşayan kişidir. Belki bu hedefine ulaşamayacaktır ama bu “arayış” onu sanatçı yapmaya yetecektir.
“Arayış” halindeki insana SANATÇI diyebilmek için bir kavrama daha ihtiyaç duyuyoruz: BAĞIMSIZLIK.
Sanat ısmarlama yapılmaz çünkü sanatçının bağımsızlığına uygun düşmez. Duyulacak bir “çıkar kaygısı” özgürlüğü kısıtlar, sanatçı kavramıyla terstir. Muhalifliği de buradan gelir, nereden gelirse gelsin özgürlüğünü kısıtlayacak her şeyi reddetmek zorundadır.
Peki, sanatçı sistemle / iktidarla uzlaşmayan mıdır? Bu soru yanıltır. Sermayenin iktidarda olduğu kapitalist bir ülkede bu sorunun cevabı evet olur da, örneğin bir halk iktidarında bu soruya verilecek cevap hayır olur mu? Her ikisi de iktidar / sistem değil midir? Doğrusu şudur: sanatçı, sistemle uzlaşmayan değil, uzlaşma derdi olmayandır. Yoksa sanatçının, kendine göre (bağımsız bir şekilde) girdiği arayış, alacağı tutum, yarattığı eser, sistemle uyumlu da olabilir uyumsuz da…
Sanatçı kime hizmet ettiğine bağlı olarak bu unvanı kazanmaz, sanatçı bu unvanı kime hizmet edeceğine, her şeyden bağımsız bir şekilde, özgür iradesiyle ve kişisel çıkar gözetmeksizin yapmasıyla kazanır. Elbette ki bu hiç kimseye hizmet etmemeyi de kapsamaktadır.
Ancak yaşadığımız kapitalist yaşam örgüsü içinde her şeyde olduğu gibi sanatın ve sanatçının da parayla bütünleşmiş olmasına ve aynı zamanda sanatın, her şeyin şeyleştirilmesine verdiği katkıya bakıp ilan edebiliyoruz ki; sanat ölmüştür.