Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '10

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

"Teta Hatçe" Ya da anlayana Sivrisinek saz... (3)

"Teta Hatçe" Ya da anlayana Sivrisinek saz... (3)
 

Düğün, gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Ben, hâlâ Römork'un demirinde oturmuş gelen yiyecekleri yiyor, kafaları tamamen “dumanlanan” Pomaklar’ı dinliyorum. Yarı Türkçe yarı Pomakça bir şeyler anlatıyorlar. Bir ayrımın farkına varıyorum galiba: Küfür etmek istediklerinde (zaten çok küfürleri yok) Pomakça’yı kullanıyorlardı. İnce saz heyeti yorulmuş gibi. Klarnet tekliyor, kemancı doğru notalara basamıyordu. Onlar da “Kafayı bulmuş” olmalılar. Domates kasasından yapılan küçük sehpanın üstündeki şişeler boş…

Muhtar son kadehi kaldırdı, ağzına yaklaştırırken:

-Şerefe arkadaşlar, dedi ve su bardağı içindeki şarabı bir dikişte içti.

Ağzını sağ elini yumruk gibi yaparak sildi. Bana döndü:

-Hocam, kusura bakam seni de uykusuz bıraktık. Gidebiliriz artık isterseniz, dedi.

-Yok Refik Bey, iyi oldu. Yeni bir kültürün izlerini öğrenmiş oldum. Eve gidip de ne yapacaktım? Ben memnunum hâlimden muhtarım.

Düğün evinden çıkıyoruz. Ölgün sokak ışıkları yolumuzu aydınlatıyor. Evlerin kenarlarındaki küçük arklardan akan sarı sular gümüş renginde. Işıldıyor. Açık bir labirent gibi 3 sokak geçiyoruz, okulun yanındaki evimin önündeyiz. Kapısız bahçeye geçiyoruz. Aklıma geliyor:

- Refik Bey tuvalet ihtiyacı… dememe kalmıyor, geniş yüzüyle gülümsüyor.
- Bak hocam bahçenin hemen kenarında, çitin yanında dört tarafı tahta ile çevrilmiş bir yer görüyor musun, dedi eliyle orayı göstererek. İşte tuvalet orası. Olmadı evin arkasında okul tuvaleti.

Gülüyor, sırtımı sıvazlayarak.

Yürüyoruz. Sundurmaya açılan baklava örgülü tahta kapının önüne geliyoruz. Ortadaki odanın tavanından bir karpuz aydınlatıyor etrafı. Sundurmaya geçiyoruz. O da ne? Soldaki odanın önündeki sundurma boşluğunda biri oturuyor. Yanında basit bir baston. Bizi görünce kalkmaya yelteniyor. Muhtar:

-Otur otur “Teta Hatçe”, diyor. Sana yeni kiracını getirdim.
-Selamün Aleyküm, diyoruz.

Titrek ve kısık bir sesle:

-Aleyküm Selam, diyor.

Ortak birkaç kelimemizden biri: Aleyküm Selam…

Muhtar izin alıp gidiyor. Kalakalıyoruz “Teta Hatçe” ile öylece. Ne konuşacağız? Nasıl konuşacağız? Nasıl anlaşacağız?

Ben, ona anlamadığım dil “Pomakça”dan konuşmaya başlamasına fırsat vermeden odama yöneliyorum. O, ardımdan bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Odamın kapısını açıyorum. Bavullarım, karton kutularım düzenle kapının soluna yerleştirilmiş. Basit de olsa temizçe bir kilim serilmiş odaya. O da ne? Karyolama temiz bir çarşaf serilmiş; parlak, koyu mor bir yorgan yarı katlanmış yatağın üstüne konmuş. Yandaki pencerenin çiçekli perdesini aralıyorum. Küçük bir ara yol. Okulun hemen önündeki sokak lambası aydınlatıyor yolu. Hemen karşıda kerpiçten bir küçük yapı. Üstü ayçiçeği saplarıyla örtülmüş. Kömürlük olmalı.

Uykum yok. Portatif masayı çıkarıyorum dışarıya. Odamın sundurmaya bakan penceresinin hemen önüne koyuyorum. Kutuların içinden okuma lambasını buluyorum. Ordu’dan ayrılırken eski bir öğretmen olan Methi Amca’nın hediye ettiği “Eski Türkçe” (1928 yılına ait) “Hutbeler” kitabını alıyorum poşetten. Sundurmaya ikinci dönüşümde “Teta Hatçe” sandalyemi hazırlamıştı bile. Kendisine de bir sandalye koymuştu tam karşıma.

Oturuyoruz karşılıklı. Kablosu epey uzun olan okuma lambasını onun yüzünü aydınlatacak gibi koyuyorum.

Yüzüne bakıyorum. Siyah tonun ağır bastığı çiçekli bir yazmayla saçının tek teli görünmeyecek şekilde örtmüş başını. Masmavi gözler, içe çökmüş gibi. Yuvarlak bir yüz. Ne kadar da güleç! Yüzünde ve masanın kenarına koyduğu ellerinde 80 küsur yaşın derin izleri. Kırış kırış.

Işıktan rahatsız oluyor. Kitaba çeviriyorum lambayı. Sözün bittiği yer asıl bu işte. Susuyoruz ve öylece bakıyoruz birbirimize. Hadi konuş da anlasın, ya da o konuşsun da sen anla. Ne gariptir: Böyle anlarda karşımızdaki kişi veya biz, birbirimizi anlamayacağımızı bildiğimiz halde, kendi dilimizden konuşuruz.

Gecenin en karanlık zamanı. Belli ki “Teta Hatçe”nin de uykusu yok. Koca bahçeye bakıyorum. Ara ara köpek uğuldamaları geliyor çevreden ve bir de Ağustos böceklerinin sesleri…

Aklıma portatif televizyonum geliyor. Odadan alıyorum onu ve mutfaktan aldığım sandalyenin üstüne koyuyorum. Fişe takıyorum. Tek kanal siyah beyaz TRT1 . Açıyorum kanalı. Gözlerini ekrana dikiyor “Teta Hatçe”. Hiçbir şey anlamıyor ama akan giden karelere dalıp gidiyor. Ben de kitaba dönüyorum. Bir ara gözü okuduğum kitaba takılıyor.

-Arapça, diyor.

Başımla onaylıyorum. Aslında hutbe metni öncesi âyet ya da sure Arapça, hutbe Osmanlı Türkçesi. Devlet o yıllarda bütün cami imamlarına bu kitaptan göndermiş, böylece her Cuma namazı öncesi imamlar bu metinlerin dışına çıkmadan (kalıp) hutbeyi okuyorlarmış.

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..