Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

“Unut gitsin!” demek kolay, ya unutmak?

“Unut gitsin!” demek kolay, ya unutmak?
 

Arkadaşım, iyi eğitim almış, herşeye bilimin merceğinden bakan akıllı mantıklı bir genç adam. Yaşı otuz bile değil; kariyer basamaklarını koşarak tırmanıyor. Önünde parlak bir gelecek var. İnsan davranışlarının altında yatan biyolojik ve psikolojik nedenleri iyi bilen, kendi yaşamını bu bilgiler ışığında düzenlemeye çalışan, hayatımda tanıdığım en soğukkanlı, en gururlu insanlardan biri.

O ana kadar bir şeye ağladığını, bir duygusal savrulma yaşadığını hiç görmemiştim. Ama şu anda karşımda bazen gözyaşlarını tutamayarak konuşuyor. O tanıdığım -ya da tanıdığımı sandığım- adamdan eser yok. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi öfkeli; en değerli varlığını yitirmişçesine üzüntülü; ağır bir depresyon geçiren hastalar gibi kontrolsüz ve yıkılmış. İçkiden, sigaradan nefret ederdi. Bize alkolün insanda yarattığı yıkımı, sigaranın vücudumuzda yol açtığı hasarları korkunç vaka örnekleriyle anlatırdı. Şimdi fosur fosur sigara içip, yolu meyhaneye düştüğünde kadehleri birbiri ardına deviriyor.

Bu derde herkes düşer, bir tek o düşmez sanırdık. Kendisi gibi birini bulur, mantıklı bir evlilik yapar; yeteri kadar çocuk sahibi olur; onları da kendisi gibi yetiştirir diye tahminler yürütürdük. Oysa arkadaşım âşık... Ama ayrılmanın eşiğindeler. Sevgilisi terk etmiş, üstelik ihanete uğradığını sanıyor. Sevgilisini tanımıyorum, ancak anlattıklarından ayrılığın en önemli sebebinin O’nun sorumsuzluğu ve arkadaşımın aşırı kıskançlığı olduğu sonucunu çıkarıyorum. Ona bunu söylüyorum o da kabul ediyor ama önüne geçmesi imkânsız. Klişeyi biliyoruz: “seven kıskanır”.

Aşkın ve terk edilmenin acısı diline vurmuş. Gururu kırılmış. Çok konuşuyor; hep konuşmak istiyor. Bu hali bana en çok içince dili çözülen sarhoşları hatırlatıyor. Hep ondan söz ediyor. Uçsuz bucaksız bir sevgi ve nefret gel-giti arasında salınıp duruyor. Onun güzelliğinden, eşsizliğinden, ona duyduğu sonsuz sevgiden, kendisi için ne kadar vazgeçilmez biri olduğundan, onsuz hayatın anlamsızlığından söz ediyor durmadan. Bir dakika sonra ise ne kadar hain, güvenilmez ve pespaye biri olduğunu söylüyor. Onu bir daha asla görmek istemediğini iddia ediyor, ancak o anda kapıda belirecek olsa dünyanın en mutlu insanı olarak boynuna sarılacağını ikimiz de biliyoruz. Ama bilmezden geliyoruz.

İlgisini başka yöne çekmek, hayatın o anda içinde bulunduğu çıkmazdan çok daha geniş olduğunu hatırlatmak için arada bir lafı değiştirmek istiyorum. Sorularıma, ortaya attığım fikirlere zoraki karşılıklar veriyor. Kendini zorlayarak konuyla ilgili bir şeyler söylüyor. Ama bunlardan konuşmak istemediği besbelli. Zaten konuşsak da sonuçta her lafın sonu bir biçimde yine bu konuya bağlanıyor.

Aldatıldığından kuşkulanıyor. Şüphe uyandıracak telefon konuşmalarından, habersizce ortadan kaybolduğu saatlerden, başkalarıyla hemencecik yüzgöz olma özelliğinden, başka erkeklerin ona tehlikeli yaklaşımlarından söz ediyor. Biraz sonra ise onun birine asla ihanet etmeyecek derecede bir güven abidesi olduğunu vurgulamak gereğini duyuyor. Yaşadıklarını, aralarındaki bağın gücünü, herşeyi nasıl da kendilerine özgü biçimde paylaştıklarını anlatıyor.

Aynı şeyleri döne döne defalarca dinlemekten, konuşmaktan yoruluyorum. Zaman zaman dikkatim dağılıyor. Ama bunu ona açıkça söyleme ya da dolaylı biçimde belli etme niyetim yok. Aksine elimden geldiğince dikkatle dinlemeye ve konunun seyrine göre müdahalede bulunmaya çalışıyorum. Aşktan, ihanetten ve acıdan o kıtaları ilk keşfeden bir kâşifin heyecanıyla bahsediyor. Aşkın yüceliğinin farkına varan ilk insan olduğunu sanıyor ve bana bunu tarif etmeye çalışıyor. Anlatmaya hazırlandığı şeylerin bazılarını daha kendisi dile getirmeden benden duyunca şaşırıyor ama yine de anlatmaktan kendini alamıyor.

O anlatıyor ben dinliyorum. Hissettikleri ve bunları dile getirme biçimi hiç de yabancı değil. O kadar tanıdık ki, kimi zaman, “acaba bir aynanın karşısında mı konuşuyorum, şu karşımda konuşan kişi gerçekte ben miyim?” diye soruyorum kendime.

Anlattıklarından çıkardığım sonuç, artık geri dönülmez bir noktaya gelmiş oldukları. Tamiri imkânsız bir arıza sözkonusu. Ben şimdi konuşan değil dinleyen olarak gayet soğukkanlı, tarafsız, objektif ve mantıklıyım! Duygularıma hakim olabiliyorum! Bu sonuca varılmasında kendisinin de hataları olabileceğini söylüyorum zalimce. Oysa onun yerinde olsam???... Bazılarını kabul ediyor ama yine de suçun büyüğünü ona atma eğiliminde. O zaman kolaylıkla, “bırak gitsin”, “değmez” “kendini boşuna yıpratma”, “unut”, “başkasıyla ilgilen” gibi nasihat kipleriyle yol göstermeye çalışıyorum. Ama bunlara rahatlıkla uyabileceğine kendim inanıyor muyum? Hayır! O anda içini dökme pozisyonundaki ben, dinleyen o olabilirdi. Kaç kez olmuştur kimbilir?

Nasihatlerime kendim de inanmıyorum ama işin garibi, aslında hemen hemen tek çıkar yol da unutmak. Bunu da biliyoruz. O an en olmayacak şeymiş gibi gelen önerinin zamanla en mantıklı ve onurlu çıkış yolu olduğunu anlayacak ama o an gelinceye kadar çekmesi gereken epey bir acı var. Yapabileceğim tek şey bu süreci olabildiğince az hasarla atlatmasına yardımcı olmak. Bunu yapmaya çalışıyorum.

Arkadaşım âşık. Üstelik terk edilmiş bir âşık. İşi gerçekten çok zor. Aşk bir sarhoşluk hali. Sarhoş kalabildiğin sürece harika. Bulutların üstünde uçarken aşağıda aşkın dışındaki herşey, âşıkların dışındaki herkes çok önemsiz görünür. Ancak çoğu zaman her büyük sarhoşluğun ertesi günü gibi ağır bir bedel ödemeyi göze almak gerekiyor. Halsizlik, başağrısı, ümitsizlik, pişmanlık, tövbe...

Ama o günün de ertesi var. Bedeli ödenip hesap kapatıldıktan sonra hiç beklenmedik bir anda, akla gelmeyecek bir yerde yeni bir serüven başlayacak. Bir döngüdür: başla, unut; unut, başla; başla unut; unut başla...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..