Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Aralık '14

 
Kategori
Öykü
 

"Yaksana bir Gelincik içelim"

"Yaksana bir Gelincik içelim"
 

Sonraları yaz tatillerini geçirmek üzere gelirdi oraya. Geldiği zaman da kasabanın çeşitli yerlerinden, havasından, denizinden, okuduğu ilkokul binasından, zeytinliklerinden yükselen bir anılar yumağına dalardı memnun... İlk gittiği yer üçüncü sınıfın sonuna kadar okuduğu ilkokul binası olurdu. Çatısını örten kiremitlerde, yan duvarlarında sonraları yapılan çeşitli boya katmanları altında silikleşse de hafiften hala görünmekte olan Kızılay'ın gölgeleri dururdu. Hastane olarak kullanılmıştı Çanakkale Harbi'nde. Bahçesinin duvar kenarlarında ikinci sınıfta iken hocaları Memduh öğretmenle diktikleri kavak ağaçlarının her yaz biraz daha boy atmış olduklarını izlerdi sevinçle.

Daha Olimpos marka gömlekli lüks lambalarının olmadığı yıllardı. Kışsa eğer erken bir karanlık giderek hareketlenen martıların çığlıkları, sessizliğe bürünen sokakları dolduran dalga sesleri denizin, çekilen perde aralıklarından karanlık sokaklara ölgün süzülen gaz lambası ışıkları ile gelir, abanırdı kasabanın üzerine. Dört çifte kancabaşlar kıç üstünde katlanmış ağlarını sermek üzere açılırken denize, balıkçı evlerinde kadınların gözlerine büyüyen bir endişe takılıp kalırdı. Köşedeki döküm Şakir Zümre soba keyifli iç çekmelerle yanar ve gaz lambasının ışığının ulaşmadığı yarı karanlık duvarlarda ön kapak aralığından ve üst kapak açıklığından yansıyan ateşin ışıklarıyla bir bildik, bir eski kış masalı hikayesinin gizemli dansını yapardı. Arada bastıran ters bir rüzgarın etkisiyle ön kapak aralığı ve bacaya uzanan boruların ek yerlerinden ters tepen kömür kokulu duman ne üzerinde cızırtıyla kaynamaya duran çaydanlığın, ne içeride sıcaklıkta gevşemiş olanların, ne de pilli radyodan cızırtılı sesler arasında duyulan ince fasılın keyfini kaçırmazdı.

Sessizliği köşede gaz lambası ışığı altında Cumhuriyet'i okumakta olan mal müdürlüğünden emekli dedenin burnuna düşürdüğü yakın gözlüğünün yarım camları üzerinden mutfak kapısına doğru dönerek "Yahu, daha hazır olmadı mı yemek, neredeyse ajans başlayacak." diye seslenmesi bozar, diğer köşede kerevetin üzerinde ayaklarını kıvırarak altına almış, kamburuna kapaklanmış yaşlı büyük hala daldığı şekerlemeyi yarım bırakarak kalkar, orta yere sofra altını serer, ortasına yuvarlak tahta sofrayı oturtur, tabak, çatal, kaşıkları koyarak ekmeği kesmeye başlardı. O zaman mutfaktaki yaşlı babaanne pompalı gaz ocağının ateşini biraz daha açarak her akşam yapageldiği işlerden bir yenisine başlardı. Hemen her evde benzer görüntülerin sergilendiği bu sessiz ve yavaş dünyada akşamlar, girilen soğuk yataklarda dertop olmuş yatarken, uyku tutmayan gözlerde büyüyen bir hayal dünyasının kapılarını aralardı.

Bitişik komşu Recep amca yokuştan aşağı kasabanın merkezine, deniz kıyısındaki çay bahçelerine doğru dondurma arabasını sürüp indirmeye başlamışsa yaz gelmiş demektir. İskelenin başından denize atlayıp Zeytinliada'ya doğru bir kaç afacan köpükler içinde çınlayan neşeli çığlıklar atarak yüzmeye başlamışsa gerçekten yaz gelmiş demektir. Çay bahçelerinde oturanlar, sokaklarda gelip gidenler, zeytinliklerde tüten ince dumanlar, yeşile kesen Kapıdağ'ın sırtları, sıcak bir dost eli gibi sokulgan bir deniz, uçuşan renkler ve uçuşan martılar... Yaz gelmişse eğer, kışın Kapıdağ'ın kuytularına gömdükleri karı kalıplar halinde kesip, eğrelti otlarına sararak kasabaya indiren karcı Halil işe başlamış demektir. Torunlar'dan yarım kilo kaymaklı koyun yoğurdu, yanındaki büfeden gazete kağıdına sarılı yeşil pürtüklü şişesinde bir "Fahrettin Kerim" - bu rakı şişesine küçüklüğünden dolayı bu isim takılmıştı- ve Halilden yeteri kadar buz kestirip hızla eve dönerdi buz kalıplarından sular damlarken. Mükafatı yoğurdun kaymağını yemekti. Buz kalıpları parçalarından çoğu cam sürahideki suya, bir kısmı da hazırlanan cacığın içine konmak üzere temiz bezlere sarılırken, artık köşeye yerleştirilip üzerine işlemeli bir örtü serilen ve üzerine bir çiçek saksısı oturtulan sobanın üzerine artan para üstünü bırakırdı. Yemekte içtiği bir duble rakının keyfindeki kırmızı gülün alı var türküsünü yarım kesen dede- bu Rumeli türküsünü çok severdi nedense- seslenirdi. "Gel lan buraya, ben bilmiyor muyum aldıklarının kaç para ettiğini. Ne getirip her seferde paranın üstünü oraya koyuyorsun. Cebine atsana," Kızar mıydı ona, yoksa kendine mi, anlayamazdı baştan. "Ama dede..." sonraları anladı, aslında ne çok şey vermişti ona.

Günler uzamış, Girit kökenli kadınlar kasabayla iç içe zeytinlikleri örten yeşilliklerden ebegümeci, radika, turp otu, sarhoş bacağı, arap saçı, yabani sarmısak, radikakadan oluşan bir yeşillik armonisi toplamaya durmuşlardır. Tembel bir güneşin ısıttığı ikindilerde balıkçılar rıhtımda ağlarını tamir etmekte, kaderlerine ilmik atmaktadır.

Bayram harçlığı ile aldığı şapkası başında midye taktığı oltasını denize atmış izmarit tutmaktadır. Ne çok günlerini yem etmiştir burada kaya balıklarına. Ani bir rüzgarla başından uçup denize düşen, dönerek uzaklaşan, uzaklaştıkça biraz daha suya batan şapkasının ardından kırgın bakarken, hafiften hayıf-lanmıştır bu kayıba. Sonraları büyük kırgınlıklara neden olan ne kayıplar yaşayacaktır oysa. Diğer köşede balık tutan iki kişinin konuşmaları duyulmaktadır. "Geçen gün lüfer burayla sırataşlar arasına istavriti kıstırmış, suda bir şapırtı görmeliydin. Sudan can havliyle fırlayan bir istavritin ardından iri bir lüfer havaya sıçrayıp tam kapacakken bir martı dalıp istavriti lüferin ağzından kaptı." Bir inanmamışlık vurgusuyla diğerinin cevabı işitildi. "Ya len, ama attın be sadıç."

Yavaşlamış neredeyse durur gibi olan zaman ihtiyarlar için hızlanmış, dedeyi ve büyük halayı önüne katıp bir yitik diyara sürüklemiştir. Yaşamın gel gitleri herkesi bir yerlere savurmuştur. Babaanne hastadır, son günlerine yetişmek için gelmiştir bir yerlerden, Yaşamın gerileyip gelip gözlerinde kısılıp kaldığı uhrevi bir dinginlikte kıpırtısız yatmaktadır. Belli belirsiz soluk alıp verişleri terk etmek üzere olduğu hayatı artık umursamaz bir boşvermişlik içindedir.

Gecenin bir saati uyku tutmamış, yatakta karanlıkta düşünmektedir geçen günleri. Yorganı aralayıp sessizce yanına uzanan babannesinin hareketiyle ürperir. Rumeli ağzıyla görmediği babasının ismiyle ona seslenip "Necip, yaksana bir Gelincik be ya içelim, tüttürelim karşılıklı. A bu kızlar kızar sigara içmeme." Odaya giren halanın kızgın bakışları altında sigara içmeye devam ederler. Bu onun son sigarası ve son isteği olmuştur. Gece babaanneyi alıp giderken, dışarıda çiçeğe durmuş taptaze bir yaz sabahının ışıkları odanın karanlığına düşmüştür. Bitişik evlerden birinden bir bebek ağlaması, bitişik odadan sessiz hıçkırıklar duyulur...

Akın YAZICI

16 Aralık 2014

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..