Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Kasım '12

 
Kategori
Eğitim
 

100 çocuk 100 hikaye... Dördüncüsü: Öğretmenimiz neden gelmedi?

Bu öğretim yılına kadar, birinci sınıftan alıp beşinci sınıftan mezun olmalarını sağlayabildiğim öğrencilerin öğretmenliğini; yani İlkokul öğretmenliği yapmaktaydım.

Mezun olduğum AÖF Türkçe Öğretmenliği belgemle, alan değişikliği hakkımı kullanarak,Ortaokullara Türkçe Öğretmeni oldum. Çok sevdiğim Türkçe Öğretmenliği'ni nihayet elde etme şansım doğmuştu. Bir okuma ve yazma tutkunu olmamın mükafatı idi sanki. Okumanın ve yazmanın insan hayatında acılara sebep olduğu da aşikardır; ama acıları da olsa, -ki o da insanlığa bir derstir- okumak ve yazmak her koşulda, bu fiilin, insanın  şahsına da tüm insanlığa da getirisi her zaman müsbettir. Burada ölçü; okuyanın da, yazanın da doğru insan olması ve okuduklarının da doğrulardan müteşekkil olmasıdır.

Türkçe Öğretmeni olmama rağmen, önceden de bir deneyimimin olması nedeniyle, bu öğretim yılında, okulumda, "Otizmi Olan Çocuklarla" Özel Eğitim Alt Sınıfı'nda, Özel Eğitim Öğretmenliği yapmaya başladım. Çok sıkça da, öğretmenlerin mazaretleri nedeniyle gelemedikleri sınıflarda, Türkçe ve başka derslere de öğretmenlik yapma imkanı elde etmekteyim.

Sabahçıyım...

Saat 07.00'de okulumda oluyorum. Otizmi olan iki öğrencim de o saatte servisle okula getiriliyorlar. Bir öğrencimin velisi, sürekli yanında olurken, diğeri velisiz gelmektedir. Velisiz gelen öğrencim, bir müddet uyuyup, sonra derse hazır hale geliyor. Öğlene kadar süren eğitim etkinliğimiz sürecinde, bu çocuğumuzun iki kez "çişi" gelmekte; iki su bardağı çay içmekte, koşmakta, top oynamakta, yazı yazmakta, resim yapmakta ve bazen de yemek yemektedir. Bütün bunların neredeyse tamamı, yardımla yapılmaktadır. Anılan saatlerde, bu çocuklarla kesintisiz bir eğitim, teneffüs ve benzeri etkinliğim olmaktadır.

Devletimiz, bu çocuklar için ailelerine her ay bir miktar maddi ödeme yapmakta, Rehabilitasyon Merkezleri'nde eğitim aldırmakta ve Özel eğitim aldıkları kurumlarına gidip gelmeleri için de servis araçlarına ücret ödemektedir.

Bugün öğlen sonu gibi dersim bitti.

Okul müdürüm, birinci sınıflardan birine öğretmen gerektiğini söyledi. Hemen koşup gittim sınıfa... Zaten de birinci sınıfları özlemiştim. Şarkılarla, oyunlarla, çocuklarla, bayram havasında ders yapacaktım, öyle de oldu...

Sınıfa girer girmez; göze girmeyi bilenler, cesurlar, güleç olanlar, konuşkanlar, soru sormayı sevenler, meraklılar... peşpeşe parmaklarını kaldırdılar:

-Öğretmenimiz nerede?

-Öğretmenimiz neden gelmedi?

-Öğretmenimize ne oldu?

-Bundan sonra o kız öğretmen gelmeyecek mi, hep siz mi geleceksiniz?

-Biz, son derslerde her zaman resim yapıyorduk, siz de yaptıracak mısınız?

-Siz ne öğretmenisiniz?

Sorular çoktu, soranlar neredeyse sınıfın tamamıydı. Çünkü asıl öğretmenleri de çok sevecen ve hoşgörülü zaten...  Önleri açık çocukların... Sevgi çocukları oldukları her hallerinden belliydi...

Yerde, dışı beyaz tiftikimsi bir kalem kutusu vardı, yerden aldım ve sordum:

-Bu çok güzel kalem kutusu hanginizin, çocuklar? Bu sınıftan kimsenin olmadığı ortaya çıktı, kalem kutusunu Öğretmen Masası'nın üzerine koydum.

Öğretmenimizin verdiği ses ve kelime çalışmalarının tekrarıyla Okuma-Yazma etkinliklerini sürdürdüm. Öğrencilerin defterlerine tek tek baktım. Bu gözlemim sırasında, sıra bir öğrenciye geldiğinde hep bir ağızdan: "Öğretmenim o çocuk hiç yapamıyor!.." demezler mi!..

Çocukların karşısına geçerek:

-Bu yargınız, bu düşünceniz, arkadaşınıza karşı olan bu kanaatiniz doğru değil çocuklar, dedim... Hepiniz çok başarılısınız, o arkadaşınız da çok başarılı... Arkadaşınızla ilgili böyle düşünceler söylemeyin...

Tahtaya güzel bir ağaç, epeyce çiçek, çocuk, kuş ve çit içinde yer alan  yeşilliklerle çevrili bir ev resmi yaptım...

Çocuklar da bakarak benzer bir resim yaptılar... Bir süre sonra resimlerini tamamlayanlar, resim defterlerini alarak yanıma geldiler:

-Öğretmenim, ben, resmimi yaptım. Siz, evin bacasını yapmayı unutmuşsunuz, ben, bacayı da yaptım...

-Öğretmenim, siz, çitin kapısını neden yapmadınız, bakın bu çitin kapısı...

Birinci sınıfın çocukları işte böyle akıllı oluyorlar; okuma yazmayı da bu nedenle çok çabuk öğreniyorler...

Çocukların öğretmenleriyle ilgili soruları bitmek bilmiyordu:

-Öğretmenimiz neden gelmedi?

Artık daha fazla dayanamayıp, kısaca anlattım:

-Çocuklar, öğretmeninizin sizin gibi, ama sizden küçük çok şirin bir bebeği var. Bebek uykuda olduğu halde karyolasından düşmüş ve dudakları kanamış...

Sorular durur mu?!.. Devam ettiler sormaya:

-Öğretmenim, çok mu kanamış?

-Öğretmenim, karyolanın kenarlarında korkuluk yok muymuş?

-Öğretmenim, uyuyan bebek nasıl düşer?

Teneffüslerde de farklı oyunlarımız oldu. Derse her girdiğimde daha çok soru ve düşünceyle başbaşa kaldım.

-Öğretmenim, kaybolan beyaz kalem kutusunun sahibi geldi, aldı kalem kutusunu. Kalem kutusunu bulan çocuk çok sevinmiştir, değil mi öğretmenim?...

Biraz da rahat ortam buldular ya:

-Öğretmenim ben şu arkadaşımla oturabilir miyim? "Olur, tamam" diyorum, sonra da ardı arkası kesilmeyen aynı istekler gelmeye devam ediyor... Bütün bunları geride kalan meslek hayatımda kimbilir kaç kez yaşadım, ama çocuklara "Hayır" diyemedim... Sonra tuvalet istekleri... Biliyorum ki, parmaklar peşpeşe kalkacak... Ama kıyamam ki ben onlara!.. Teneffüslerde, bir öğrencinin yaşayacağı tuvalet zorluğunu bilirim... Her katta çok sayıda öğrenci olur okullarda, ama üç, bilemedin dört göz tuvalet olur ayrı ayrı kızlara ve erkeklere... Bu da yetmez...

İlkokul birdeyken öğrendiğim bir şarkıyı öğrettim onlara... Şimdi söylenmiyor, unutuldu... Neleri unutmadık ki!..

"Daldalan daldalan daldan aşağı   /    Bir saat bir köstek belden aşağı   /   Daldalan daldalan daldan aşağı  /   Saçların dökülür belden aşağı..."

Ders etkinliği sırasında o anda aklıma gelen bir şarkı sözü uydurdum ve ezgisini de eşleştirip, söyleyip, ezberlettim çocuklara...

Gökyüzünde ne güzel bulutlar var

Damla damla yağmur yağdırır toprağa

Çiçekler sevinir

Kuşlar su içer doya doya

Ne güzel ne güzel

Bulutlar

Ne güzel ne güzel

Yağmur

Ne güzel ne güzel

Çiçekler

Ne güzel ne güzel

Kuşlar

Ne güzel ne güzel

Bu şirin çocuklar

Bir güzel gün daha yaşamanın, öğretmenliğimin o doyulmaz tadını doya doya almamın, mutluluğunu anlatmam için daha çok yazmam lazım aslında... Zaman da ne çabuk geçmişti...

Ve hiç farketmeden son zilin çaldığını söyledi çocuklar.

Haftanın da son günü idi.

Karanlığı, okulumuzun dış cephe duvarlarındaki büyük elektrik lambaları aydınlığa dönüştürüyordu. Çalışkan, becerikli, her işi en fazla üç günde halleden Müdürümüz komut verdi:

-Rahat!..

-Hazırol!..

Kendisi de hazırolda bayrağımıza dönerek ve bayrağımıza bakarak:

-İstiklal Marşı'mız için dikkat!..  Hepimiz bayrağımıza bakacağız ve İstiklal Marşı'mızı her zamanki gibi gür bir sesle söyleyeceğiz!..

Öyle yaptık!..

Ben, bir yazar algısıyla, acelece; velilerimize, çocuklarımıza, birer gelecek kalesi olan eğitim yuvamız okulumuza, meslektaşlarıma, dalgalanan ve dalgalandıkça, bana, her zaman içimin içime sığmadığı bir coşku veren bayrağımıza, İstiklal Marşı'mızı okutan öğretmenimize baktım... Yüzü bayrağa dönük olduğu halde dimdik duran müdürümüze odaklandı bakışlarım... Sevinç, hüzün, kaygı sardı içimi...

İstiklal Harbimizi düşündüm bir an...  En çok şehit veren ilimiz olan Kastamonu aklıma geldi... O İstiklal yolu aklıma geldi... Kar, kış, kıyamet, yoksulluk, kağnılar ve Şerife Bacı...

Kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyetimizi kuranlar ve nasıl kurdukları geçti aklımdan...

Coşkuyla kutladığımız Cumhuriyet Bayramı törenleri geçti zihnimden... Milli bayramlarımız, okulumuzda, her zaman tam bir hazırlık ve coşkuyla kutlanır... Bu bayramda da, o coşkuyu çok güzel yaşadık...

Bir 10 Kasım sabahı, yağmur altında, okulumuzda andığımız Atatürk'ümüz canlandı zihnimde... O'nun okuma tutkusu, milletine, çocuklara, ağaçlara olan sevgisi... Korkusuzluğu...  İnancı... Başarısı ve yarının adamı oluşu...

Ve hüzünle karışık daha yazılacak neçe düşünceler...

Genç bedenler üzerinde dimdik başlar... Okulun duvarlarında ışıldayan karanlığı yaran ışıklar...

İstiklal Marşı'nın coşkusu...

İçimden:

-Allah, bugünleri Türk Milleti'ne Aratmasın! diyorum...

Etrafımı sarıyor çocuklar, sınıf öğretmenleri yok, tedirginler... Önce üç tanesi gelip tutuyorlar ellerimden sıkı sıkı:

-Öğretmenim, bizi; siz bindireceksiniz servise...

Servis okulun dışında, biraz uzakta... Dediklerini yapıyorum. Götürüp bindiriyorum çocukları servislerine...

Sonra diğerleri:

-Öğretmenim, annelerimiz gelinceye kadar bizi bekleyeceksiniz...

Öğretmenlik böyle bir şey işte!..

Öğretmen olmak ister misiniz?

Hem anne, hem öğretmen olmak zordur; ama çok yararlıdır da...

Her çalışan emekli olur belki... Her işin bir zorluğu vardır muhakkak... Öğretmenliğin bir tek ders saati; o kadar çok değere, emeğe sahip ve o kadar çok da yıpratıcı ki; bunu ancak canı gönülden yaşayarak bu mesleği yapanlar bilir...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 323
: 2029
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Yaşanan her hayat en iyi hayattır; yeter ki içinde kötülük olmasın!.. ..