Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Temmuz '09

 
Kategori
Edebiyat
 

13. Eon Kutsal Soy Bölüm XII: Tanrı'nın Soyu

13. Eon Kutsal Soy Bölüm XII: Tanrı'nın Soyu
 

Sabah olduğunu revire girip çıkanların seslerinden anlamıştı. Yatağından kalkıp camdan dışarı sabah güneşini görmek umuduyla baktı fakat biliyordu ki tek göreceği yere düşen küller ve gri bir karanlık olacaktı. Artık güneş o kadar kapanmıştı ki hava geceden bile karanlık gibi geliyordu. Bahçe ışıkları yanmasa etrafı görmek pek mümkün değildi. Dışarıdaki askerlerin hepsi yüzlerine maske takıyordu fakat yine de yavaş yavaş sülfürden rahatsızlanarak revire gelenler olmaya başlamıştı bile. Daha fazla orada kalmayı istemiyordu, giyinip revir dışına çıktığında kapının yanında duran asker hala orada bekliyordu ve onu görür görmez ''günaydın'' diyerek önüne geçti. ''Hiç de aydın bir gün değil ya'' şeklinde homurdanan Alper'in ne dediğini duyamadı ve ''efendim?'' diye sorduysa da Alper ''sadece günaydın dedim'' diyerek geçiştiriverdi.

-İyi uyudunuz mu?

-Pek sayılmaz, fakat yine de şikayet edemem.

Alper dışarı çıkmıştı fakat ne yapacağını bilemiyordu veya ne yapmasının istendiğini. Tek aklına gelen önce iyi bir kahvaltı etmek sonra da Eah'ı bulup hikayelerinin devamını dinleyip kafasına takılan soruları ona sormaktı. Askere göbeğini tutarak karnının aç olduğunu söyledi ve bunun üzerine asker de Alper'i yemekhaneye götürdü. Üstekiler kahvaltılarını çoktan etmişlerdi ve yemekhane orada görevli olan personelin dışında boştu. Masalardan birine oturdu ve asker de ona yiyecek bir şeyler ayarlamak için servis alanına gitti. Çok bekletmeden de elinde reçel, tereyağı, zeytin, peynir ve bir domatesten oluşan bir tabldot ve birkaç dilim ekmekle geri döndü. Alper şimdi ''bol sucuklu bir sahanda yumurta olsaydı'' diyordu kendi kendine ''ya da en azından bu fabrika malı dandik reçelin yerine annesinin elleriyle yaptığı o mis kokulu çilek reçelinden'' fakat yine de böyle bir durumda müstağni olmak gerektiğinin farkındaydı. Bir yandan yerken bir yandan da karşısında sessizce oturup onu bekleyen askerle sohbete başladı;

-Siz yemiyor musunuz?

-Hayır, diğerleri ile kahvaltı ettim.

-Biri seyrederken yemek pek rahat olmuyor da.

-O zaman mecbur yiyeceğiz ha?

Asker de bir dilim ekmek alıp üzerine yağ ve reçel sürmeye koyuldu ve Alper ile yemeye başladı;

-Bu arada, adınız nedir?

-Çapalı, Hava Asteğmen Sami Çapalı.

-Ne? Türk müsün?

Asteğmen Çapalı başıyla onaylarken Alper burada Türkler olduğunu bilse bile biri ile karşılaştığına şaşırmıştı. Eğer onunla bir Türk subayının ilgilenmesi istendi ise Türk ordusunun durumdan malumatının olması muhtemeldi;

-O zaman...Türkiye de bu işin içinde mi?

-Elbette, burası temelde bir amerikan üssü olabilir fakat Türk ordusunun haberi olmadan buradan bir kuş uçmaz. Ayrıca bizim yardımımız olmadan seni bulmaları pek kolay olmazdı.

Alper içine düştüğü durumda en azından ülkesinin en güvenilir kurumunun da onun yanında olduğuna sevinmeli mi yoksa ordunun kendi ülkesinin vatandaşını gizlice kaçırmak gibi bir eylemde bulunabildiğine üzülmeli miydi bilemiyordu. ''Peki sizin bu işteki rolünüz ne?'' diye sordu biraz da hayal kırıklığıyla. Aslında hep aklının bir kenarında eğer Türk ordusu veya hükümeti amerikanların onu kaçırdığını bir şekilde öğrenirse farklı girişimlerle onu kurtaracağı gibi uçuk bir umut vardı ve o da sonunda tuzla buz olmuştu. Asteğmen de ''Bu konuda detaylı bilgiye sahip değilim, olsam da konuşacak yetkiye sahip değilim. Yani sorularının cevapları bende değil.'' diye yanıtladı. Bu sözlerden sonra Alper pek konuşmadan kahvaltısını etti ve Türk subaydan onu Eah'a götürmesini istedi. Birlikte yemekhaneden çıktıklarında karşılarında Eah'ı buldular ''ben de seni arıyordum'' dedi Eah telaşlı bir şekilde ''hazırlanmalısın, gidiyoruz!'' Kolundan tutup aceleyle çekiştirirken Alper neler olduğunu soruyordu fakat cevap alamıyordu. Sonunda kolunu bir hamleyle kurtararak ''Neler olduğunu söyleyecek misin yoksa beni buradan hareket ettirebilmek için vinç mi çağırırsın?'' diye çıkıştı. Eah'ın o kadar acelesi var gibiydi ki arkasını dönüp hızla yürürken ''Savaş başlıyor!'' dedi ''Kudüs vuruldu!'' Alper de hızlı adımlarla Eah'ı takip ederken kalbi de aynı hızla atıyordu. Dışarı çıktıklarında binanın önünde çoktan iki minibüs hazırlanmış Nikolai ve Fay onları bekliyordu. Araçların ön koltuklarında ikişer kişi vardı ve birinin de arkasına iki kişi daha biniyordu. Nikolai ''paketi almışlar ve Bağdat'a doğru geliyorlar, acele etsek iyi olur dedi'' ve Alper neler olduğunu bile anlayamadan Fay diğer iki kişinin bindiği araca, Nikolai ve Eah ise diğerine yöneldiler. Alper onları seyrederken Nikolai ''hadisene kaybedecek vakit yok'' diyerek Alper'e gelmesini işaret etti. Nikolai ve Eah da aceleyle kendi minibüslerinin arka tarafına bindi ve Alper de onları takip etti. Aracın arkası cephanelik gibiydi, tabancalar, tüfekler hatta bir roket atar bile vardı ve kutular dolusu mühimmat da yanlarına depolanmıştı. Aracın iki yanındaki koltukların bir tarafındakine Nikolai ve Eah, diğer tarafındakine ise Alper oturdu. Nikolai ön tarafla aralarındaki cama hafifçe vurdu ve minibüs hareket etmeye başladı. Alper ''Neler oluyor? Ne savaşından bahsediyorsunuz?'' diye bağırıyordu ikisine. ''Katil ilahın insanla olan savaşı. Kutsal sandığın peşine düştüler, yakında senin peşine de düşerler!'' diye yanıtladı Eah fakat Alper bu sözlerden bir şey anlamadı. ''Benim peşime kim düşer? Nereye gidiyoruz Eah?'' Nikolai aradaki camdan ön tarafa ve yola bakıyor, gerginlikten ayağını yere vuruyordu, Eah'ın ise sıkıntılı olduğu açıktı, ne söyleyeceğini bile denkleştirmek için epey düşünme ihtiyacı duyuyordu, sonunda ''Enlil, seni bulduğumuzu biliyor ise mutlaka peşine düşüp seni ortadan kaldırmak isteyecektir. Bu yüzden seni olabildiğince çabuk tanrının evine götürmeliyiz.'' derken Alper ''tanrının evi'' sözünü duyar duymaz zihninde yine tuhaf görüntüler canlanmaya başladı;

Yine o tepedeydi, arkasından bir ses sürekli ''eve gir, yağmur başlıyor'' diyordu ''acele et!'' Tepeden aşağı baktığında her tarafın karanlık olduğunu gördü. Çok uzaklarda binlerce, milyonlarca küçük kızıl noktaların arasından çığlıklar, silah ve patlama sesleri, haykırışlar yükseliyordu fakat nedense bu sesler onu hiç rahatsız etmiyordu. Göğe baktığında orada da yüzlerce ışık gördü fakat bunlar yıldızlar değildi, ışıkların bazıları bir şeyleri tarar gibi bir taraftan diğerine doğru bir yanıp bir sönüyordu, bazıları ise aniden ortadan bir kayboluyor başka yerlerde ise yenileri ortaya çıkıyordu. Bu ışıklardan bazılarının yere doğru yaklaştığını, yaklaşırken de ağır ağır söndüğünü gördü. Yere inenlerden kendisine çok yakın olan birinin ışığı azaldıkça bu ışığın ardından daha metalik bir yapıya büründüğünü gördü. Onlar yere yaklaştıkça aşağıdan gelen acı sesler de artıyordu ve ses tekrar ''içeri gir'' dedi. Arkasını dönüp taşlardan oyulmuş binaya girerken göğe son kez baktığında onu da dehşete düşüren bir sahneyle karşılaştı, gök yarılıyordu!

Tekrar minibüse döndüğünde nefes nefese kalmış ''cehennem'' diyordu kendi kendine ''yine onu gördüm! Cehennemi!'' Nikolai artık camdan öne değil nefes nefese kalmış Alper'e gözünü kırpmadan hayretle bakıyordu. ''Bunu nasıl yaptın?'' dedi. Alper neyi kastettiğini bilmiyordu, hala nefes nefese ne demek istediğini sordu. ''Birden sanki Parkinson nöbeti geçirir gibi titremeye başladın, öyle bir titriyordun ki aracı sallıyordun. Sonra titremen iyice sıklaştı ve birden ortadan kayboldun!'' Alper son zamanlarda çok uçuk şey duyup görmüştü fakat bu onların da üzerinde bir şeydi.

-Sen neler saçmalıyorsun Nikolai?

-Bir şey saçmalamıyorum, gözümle gördüm...daha doğrusu göremedim çünkü ortadan kayboldun. Sadece anlık bir şeydi göz açıp kapayıncaya kadar olup bitti, hemen tekrar ortaya çıktın ve nefes nefeseydin.

-Fakat böyle bir şey nasıl olur?

Bunun cevabı Eah'dan geldi; ''Mahşer günü yaklaşıyor ve yaklaştıkça alemler arasındaki perdeler inceliyor. Sen de gaip alemle daha kolay bağ kuruyorsun.'' Alper hala boş gözlerle bakıyordu ve bu sefer ona Nikolai da eşlik ediyordu. Bu sırada araç ağır ağır durdu. Önde şoförün yanında oturan adam indi ve nizamiyedekilerle bir şeyler konuşup tekrar araca bindi ardından da tekrar harekete geçtiler. Üsten çıktıktan sonra doğuya yöneldiler, Alper tam olarak nereye gittiklerini merak etse de asıl merak ettiği Eah'ın son sözlerinin ne anlama geldiğiydi fakat ondan önce Nikolai ne demek istediğini sordu Eah'a;

-Bizler enerjinin bedene gelmiş, en katı haliyiz, farklı frekanslarda farklı enerji katmanları vardır ve bunlar arasında farklı canlılar yaşar. Kütle beden ve enerji beden oranın ve enerji frekansın ile bedensel rezonansın değişir ise bu katmanlar içerisinde geçiş yapabilirsin. Bunu bir radyo gibi düşün, sen radyoyu bir frekansa ayarladığında sadece o frekanstaki yayını algılarsın fakat diğer yayınlar da hala oradadır. Onları algılamak içinse radyonu onların frekanslarına ayarlaman gerekir. İşte ışık çağı yaklaştıkça bu alemler arası duvarlar inceliyor ve sen de diğer katmanlarla daha kolay bağ kuruyorsun. Az önce yaptığın, senin bilincin dışında boyutlar arası bir geçişti.

-Peki gördüklerim? Onlar ne anlama geliyor?

-Neler gördüğünü sen anlatmadan benim ne anlama geldiğini söylememi mi bekliyorsun?

-Sanırım hayır, fakat zaten sana birinden bahsetmiştim. O tuhaf cennet ve cehennemin anlamı nedir? Çünkü cehennemi yine gördüm.

-Cennet ve cehennem kutsal metinlerde anlatıldığı gibi şeyler değiller fakat bilinen cennet-cehennem kavramları bir tür ödül-ceza sisteminden farklı değil. Gördüklerin ise Eridu'da kurulacak gerçek cennet ve cehennem. Senin gördüğün cehennem kör alana girilmesi ile başlayacak karanlık günlerin bir öngörüsü, cennet ise ardından başlayacak ışık çağının. Karanlık dönemden kurtulanlar için ışık çağı cennettir fakat o zaman gün yine doğduğunda ve ışık Eridu'ya geri döndüğünde insanlar etraflarında karanlığın aldığı canları görünce cesetlerin arasında dehşet içinde ne yaptığını bilemeden dolaşacak.

-Peki tanrının evi diye bahsettiğin yer neresi? Neden oraya gidiyoruz?

-Bu tanrı için yapılan bir tapınak, tam olarak ne olduğu bilinmiyor. Tek bildiğimiz ise seni oraya götürmemiz gerektiği ve tanrı ile ancak oradan görüşüp onun katına çıkabileceğin.

Alper'in duydukları hayli rahatsız edici şeylerdi. Dünya üzerinde kurulacak ve iyi, kötü herkesin payını alacağı bir cehennem fikri bir türlü aklına yatmıyordu. Eğer bütün ömürlerini cennet hayali ile iyi biri olmaya çalışıp sonra da mahşer günü cehennem ile karşılaşacak ise o ömrü beyhude bir amaç için harcamış olmuyor muydu?

Aynı sıralarda Bağdat'ın güneyinde, Kerbela yakınlarında bir evin kapısı şiddetle vuruluyordu. Kapıyı açan genç adam karşısındaki iki amerikan askerini görünce göz bebekleri büyüdü. Askerlerin hemen ardından kapının önüne gelen adamı görünce ise bu uzun boylu siyahi adamın önünde eğilerek içeri buyur etti. Adam ve ardından da iki asker ağır adımlarla içeri girdiler. Kapıyı açan genç önlerinde evin salonuna yöneldiler. Salonda yaşlı bir adam camdan dışarı yolun karşısına park etmiş Hummer ve etrafındaki birkaç askere bakıyordu. Salona gelenlerin ayak sesleri yaklaştıkça sedirdeki genç kadın toparlanarak peçesini kapattı ve içeri hizmetkarın ardından giren siyahi adam kollarını iki yana açarak ''Mustafa Hazretleri'' diyerek eğilip selam verdi. Yaşlı adam da camdan gözünü ayırıp kapıya dönerken sedirdeki cariyeye de eliyle dışarı çıkmasını işaret etti ve kadın peçesiyle yüzünü kapatarak dışarı çıkarken misafiri de askerlere odanın dışında beklemelerini söyledi. Askerlerde odadan ayrılırken gözleri de genç ve güzel cariyenin üzerindeydi. Adam Şeyh Mustafa'ya yaklaşarak beyaz cübbesinden dışarı çıkan sağ elini öptü. Bu sırada genç hizmetkar da kapıyı kapatıp onları yalnız bırakırken Şeyh'de misafirinin başını iki elinin arasına alarak alnından öptü. Şeyhin iki elinin de yüzük parmağında birer yüzük bulunuyordu, sağ elindekini büyük bir safir, sol elindekini ise büyük bir yeşim süslüyordu; bunlardan mavi safirin göğü, yeşil yeşimin ise yeri temsil ettiğini söylerdi. ''Hoş geldin Hüseyin'' diyen Şeyh sedire oturdu ve Adam da elini göğsüne koyarak ''hoş bulduk'' dedi ve Şeyin karşısına oturdu;

-Kudüs düşmüş. Sandık da yok edildi mi?

-Hayır Şeyh hazretleri, amaç zaten sandığı yok etmek değildi. Onu kadim teknoloji hakkında bilgi sahibi olabilmek için elimizde tutmayı tercih ediyoruz. Kudüs yılanı deliğinden çıkarmak için bir yemdi sadece.

-Yılan deliğinden çıktı mı bari?

-Evet, şu anda Bağdat'a doğru yola çıkmış durumdalar.

-Küçük bir çocuk için koca bir şehir nasıl yok edilir anlamak güç. Aksa'nın güzelliği nasıl gözden çıkarılır. -Adam derin bir iç çekti.- Aah ah, Harem-i Şerif'te sabah güneşinin kızıl ışıkları vururken Kubbetüs Sahra ne de güzel parlardı.

-Yerle bir olan birkaç binayı bu kadar düşünmeyin. Daha kim bilir neler yerle bir olacak biliyorsunuz, önemli olan tarafımızı iyi seçmek ki biz de bunu yaptık.

''Doğru'' diyordu Şeyh fakat gözündeki bir damla yaş da yere düşmemek için kirpiğine zorlukla tutunuyordu. Senelerce ziyaret edip dualar ettiği, kendini Allah'a hep en yakın hissettiği yer artık yerle bir olmuştu. Şimdi Musevilerin ağlama duvarında hissettiklerini ve döktükleri gözyaşlarını anlıyordu.

-Peki çocuk Bağdat'a geldikten sonra ne olacak? Eğer öldürecekseniz neden hemen ele geçirdiğinizde yapmadınız?

-Çocuğu öldürüp kurtulmayı ben de istiyordum fakat onu canlı istiyorlar, ne olursa olsun kutsal soyun son varisinin bizim yanınızda olmasının insanların boyun eğmesini kolaylaştıracağını düşünüyorlar. İnsan ilimde ne kadar ilerlemiş olsa da dogma hala hayatının çok önemli bir parçası ve böyle bir manevi kuvvetin arkamızda olması önemli. Özellikle müritlerinizin ne kadar dini değerlere bağlı olduğunu bu sebeple de onları ve onlar gibi çok kişiyi kontrol etmenin en kolay yolunu da benden iyi bilirsiniz.

Adam beyaz sakalını sıvazlayarak biraz düşündü ve ''haklısın Hüseyin'' deyip ayağa kalktı. Camdan göğü seyretti bir süre, sonra da etraftaki binalara baktı. Çoğu müritlerinin yaşadığı ve koca mahalleyi silahlı adamlarının onu korumak için kol gezdiği bu sokaklar, binalar, hatta insanlar kısa süre sonra belki orada olmayacaklardı. Gerçi bu etrafta harap binalar, sokaklar ve bunların arasına serpilmiş cesetler göreceği ilk felaket olmayacaktı fakat en büyüğü olacağı malumdu.

-Mısır'a götüreceksiniz o zaman çocuğu...

-Evet!

-Peki ne zaman öğrenecek?

-Ne kadar geç olursa o kadar iyi olur, hatta mümkünse son ana kadar öğrenmemeli.

-Allah yardımcımız olsun...

Şeyh kafasını çevirip misafirinin yüzüne hafif müstehzi bir tebessüm ile baktığını gördüğünde o da gülümseyerek ''Ne var? Alışkanlıklar kolay kaybolmuyor.'' dedi ve bu sırada da vurulan kapının ardından hizmetkarları ellerinde içkiler ve yemeklerle içeri girdiler.

E90 karayolunda olabildiğince hızlı ilerlerken doğuya gittikçe göğü kapatan kül tabakası da inceliyordu. Alper daha da doğuya gittikçe belki güneşi tekrar görebileceğini umuyordu. Bir süredir kimseden ses çıkmamıştı ve zaten uzun yollardan sıkılan Alper iyice düşüncelere ve sıkıntıya boğulmuştu. Motor sesinin uğultusu neredeyse uykusunu getiriyordu ki ön taraftan aradaki cama vurmalarıyla irkildi. Nikolai camı açıp baktığında yolcu koltuğunda oturan adam radyoda duydukları bir haber üzerine televizyonu açmalarını söylüyordu ve Nikolai da minibüsün tavanına monte edilmiş ekranı aşağı çekerek televizyonu açıp bir haber kanalı aradı. Bu sırada televizyonu gören Alper de homurdanarak ''madem televizyon vardı niye bu kadar sıkıldık ki'' diyordu fakat haberleri gördükten sonra sıkılmayı tercih ederdi; Türkiye'nin yıllardır beklediği felaket gerçekleşmişti. Yarım saat kadar önce İstanbul ve çevresi Marmara açıklarında meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremle 4 dakika 39 saniye boyunca sallanmıştı. Bir canlı yayın helikopteri havadan boğazın etrafını görüntülüyordu ve bütün şehir yerle bir olmuş, hey yer toz duman içindeydi ve binaların çoğu yıkılmış büyük bölümü de alevler içinde yanıyordu, kıyı şeridi ise sular altında kalmıştı. Burgaz Ada ve Kınalıada'nın tamamı Büyük Ada ve Heybeli Adanın ise büyük bölümü Marmara yüzeyinden silinmiş gibi görünüyordu. Avrupa yakasında sular Alemdar, Binbirdirek ve Topkapı sulara gömülürken güneyde Koca Mustafapaşa Caddesi şeridine kadar dalgalar ulaşmıştı, Anadolu yakasında ise D100ün güneyi büyük ölçüde sulara teslim olmuştu. Dalgalar boğaz kıyılarında da etkili olurken Boğaz ve Fatih Sultan Mehmed köprüleri ise hala ayaktaydı fakat Sultan Mehmed köprüsü oldukça hasar görmüştü, Boğaz köprüsünde ise kopan bir iki halat endişe yaratırken kopan halatlardan biri şiddetle çarptığı araçlardan birini neredeyse ortadan ikiye bölüyordu. Dalgalar Gebze ve Çınarcık gibi yerlerde de can alacağa benziyordu. Bir süre sonra helikopter bağlantısı kesildi, zaten hava koşulları göze alınırsa bu görüntüleri canları pahasına çekmiş olabilirlerdi ki araçtakiler de helikopterin akıbetini tahmin edemiyordu. Alper iyice morali bozulmuş halde ''kapatın şunu'' dedi ''zaten yeterince felaket görüp duymadık mı?'' Nikolai televizyonu kapatıp ekranı tekrar yukarı kaldırdı;

-Doğru, fakat arkası da gelecek. Zor fakat alışmak gerek. Orada tanıdıkların var mıydı?

-Vardı, fakat neyse ki orada değillerdi. Gerçi şanslılar diyemem çünkü yine de akıbetlerinden habersizim. O gün bizimleydiler, beni kaçırdığınız evde!

Nikolai ses tonundan Alper'in öfkeyle karışık üzüntüsünü fark edebiliyordu, ne diyeceğini tam olarak bilemese de Alper durumu anlamalıydı; eğer ailesine gidip durumu açıklayıp oğullarını isteselerdi sanki ''ne demek azizim buyurun eti sizin kemiğinin de suyuna çorba yaparsınız'' deyip onlara teslim mi edeceklerdi? Fakat edeceği böyle bir sözün öfkesini daha da arttıracağını biliyordu. ''Merak etme'' dedi onun yerine ''ailen iyi ve onlara tekrar kavuşacaksın.'' Alper biraz da umutsuzca ''umarım'' dedi. Yine ailesinden söz edilmesi aklına unuttuğu bir şeyi getirmişti, İncirlik'te bayılmadan önce duyduğu sözler. Birden Eah'a dönüp sordu;

-Eah, brifing salonunda ben Nikolai ile konuşurken bana bir şeyler söylemeye çalışıyordun. O'nun soyundansın diyordun, bu kimin soyu? Ben kimin soyundanım?

Eah cevap vermeden önce Alper'i bir süzdü;

-Bunu şimdiye kadar anlamış olmanı umuyordum. Sana efendimin insanı kurtarmaya çalıştığından bahsetmiştim, bu çalışmalarından birinde beni de görevlendirmişti fakat ben görevimi yerine getirmeyi başaramadım. Efendim insanı kurtarmak isterken insanlar içinde özellikle kurtulmasını istedikleri de vardı. Bu Lemek oğlu Nuh'tu.

-Yani Nuh'u tufandan kurtaran sizdiniz ve tufanı gönderen de Enlil...

-Tufanı gönderen Enlil değildi, bizdik.

-Siz mi? Neden?

-Enlil nükleer bir saldırı ile bütün insanlığı kıyıma uğratmak istiyordu fakat biz bu planı sabote ederek ancak tufan ile insanı kurtarabildik fakat önemli olan efendi Ki'nin kurtulmasını istediği kişinin neden Nuh olduğu.

-Nuh tanrıya bağlılığı ve peygamberliği için tufandan haberdar edilmedi mi?

-Nuh kadimlere ve özellikle Enki'ye son derece bağlı biri olmasına rağmen özellikle kurtulmasının istenme sebebi bu değildi. Nuh'un efendi Enki için farklı bir önemi vardı, kişisel bir önemi.

Alper o anda kafasına dank eden şeyi söyleyiverdi ''Nefiller''

-Evet, kadimler ile insanların çocukları böyle oldukları aşikar veya öyle olduklarına dair kesin bir kanıt var ise ancak idam edilebiliyorlardı. Bunlar içinde idamı yapılmayan bir nefil vardı, ilk nefil; Şît!

''Bozulmayan soy!'' Alper gözleri yerde öylece durdu, babaannesinin vefat ettiği günün gecesi gördüğü rüyayı sonunda hatırlamıştı. O adamı hatırladı, gözlerinin içine baktığında hissettiklerini. Gözlerine baktığında gördükleri, işittikleri, hissettikleri tarif edilir şeyler değildi. Ne kadar kaçırmaya çalışmıştı ise de gözlerini başaramamıştı...

-Anlamaya başlıyorsun! Enlil nefilleri infaz ederken bilmediği bir şey vardı. İnsanları koruyan kardeşi de bir nefil babasıydı, Enki doğan ilk nefil olan Şît'in babasıydı. Nuh ise tufan zamanında o soyun son varisiydi ve bu yüzden hep o soyun çocukları insanlara peygamberlik etti. Sen Alper...

-O soyun son varisiyim!

Alper ne dediğine kendi bile inanamıyordu; insanı yaratan dünya dışı varlıklar, tanrı diye tapılanlar, kıyamet, savaş, felaketler ve bütün bunların üzerine bir de bu; kendini yaratan tanrının soyundan oluşu. Artık her şey iyice çığırından çıkmış gibiydi, bunların gerçek olduğuna ne kadar inanıyor ise de bir o kadar hepsinin gördüğü açık ara en garip rüya olduğunu da düşünüyordu. Fakat bir sorusu cevaplandığında kafasında bin yeni soru beliriyordu; bozulmayan ne demekti bunu da merak ediyordu ve sorduğunda ilk cevap Nikolai'dan geldi;

-Dini otoriteler yeterli bir referans olarak görmemeyi tercih ettiler fakat Yahuda İncili'nde iki önemli soydan bahsediyordu. Birincisi insanın da yaratıcısı olan göğün muhteşem soyları ve diğeri de Şît'in asla bozulmayacağı söylenen soyu bizler bu soyun nasıl bozulmayacağı konusunda tam bir bilgiye sahip değildik fakat Eah ve kadimlerin bizimle iletişimi sayesinde bunun ne anlama geldiğini çözdük. En hanedanının da çoğu insan hanedanları gibi belirli üstün genetik özellikleri var, buna örnek vermek gerekirse kendi tarihinize bakabilirsin; Osmanlı hanedanından herkesin görüntü olarak haşmetli burunları vardır, bu çok baskın bir genin etkisiyle bütün sultanlarda görülür. İşte En hanedanının da böyle çok baskın bazı genleri insanlara böylece geçmişti ve Şît soyu bu baskın genler ile tanrısal özelliklere de sahip oldular, bu özellikleri ile insanları ilahi yola sevk edebilmeleri de kolaylaşmıştı aslında.

-Yani ben de bu genlere ve özelliklere sahip miyim?

Eah ''evet'' dedi ''sahipsin. Bu genetik özellikler sadece erkek çocuklarında görülürdü ve sekteye uğramadan nesilden nesile aktarıldı, işte bu yüzden Şît soyuna asla bozulmayacak soy denildi. Enlil ise bu soyun son üyesi olan seni de ortadan kaldırmak istiyor çünkü biliyor ki mahşer sonrası sen onlara liderlik edeceksin. Tıpkı ataların gibi''...

 
Toplam blog
: 18
: 437
Kayıt tarihi
: 17.03.09
 
 

Yaklaşık 3 yıldır teknoloji sektöründe çalışmaktayım. Basketbol, bilişim teknolojileri, teoloji, mi..