- Kategori
- Sinema
8 saniye
O günü gördüklerinde sanki Dünya’da bir geceden fazla kalmamış gibi olacaklar” [Naziat: 46]
“İnsan bu meşhul” diyor Aleksis Carell. Evet gerçekten insan meçhul ve bilinmezlere gebe; ama bir o kadar da kaderi kendi çabasına bağlı olan ve kendini bildiğinde apaçık olan... Kendini bildiğinde, farkettiğinde, bilgece ya da hikmetli seçimler yaptığında kaderini değiştiren; dolayısıyla toplumların da kaderinin değişmesini sağlayan...
Bugünkü yazımızın konusu bir film üzerine. Ama ne film! Alışkanlığım gereği konularını detaylı okumadan giderim filmlere. İç sesim beni yerimden kaldırdı yine ve hızlıca verdiğim bir kararla günün ilk seansında kendimi buldum. Ve bir kere daha kendi sesime daha çok kulak vermemin yerinde olduğunu anladım. Beklentilerimin çok üstünde idi ve görsellik, müzikler, anlatımdaki canlılık ve oyuncuların yetenekleri etkileyiciydi benim için. Yıllardır kafa yorduğum, yorulduğum konularda yer yer kendimi görür gibi oldum. Özellikle de rüyalar…
Bununla birlikte en çok etkileyen yıllardır başucu kitabım olan Don Miguel Ruiz’in “Dört Anlaşma”sı üzerine filmin kurgulanmış olması, sonunda yazarına yer verilmiş olması ve senaryo yazarı olan Esra İnal’ın kendi hikayesini kendisinin filmde oynamış olmasıydı. Son günlerde en çok ilgilendiğim konulardan birisi olan “Güneş” bilgisi ile filme başlanıyor olması da ayrıca çarpıcıydı.
Evet film “8 Saniye”; Yönetmen, Ömer Faruk Sorak, hatırlamayanlar için Vizontele, Gora gibi filmlerin yönetmeni. Yapım, Türk Alman ortak yapımı. Çekimler İstanbul, Mardin, Tuz Gölü ve Meksika’da yapılmış.
Berlin’de doğup büyüyen, çocukluğundan itibaren herkesinkine benzemeyen rüyalar gören, rüyaları gerçekleşen ve bundan da korkan bir genç kadının kendini bulma hikayesini anlatan bir film. Biraz kitaptan bahsedecek olursak; “Dört Anlaşma”, kendini arayanların, bir şeylerin yanlış gittiğini sorgulayanların, gördükleri rüyalara inananların, rüyaların yol göstericiliğini bilenlerin ya da rüyaların bizi olduğumuz gibi görmemizi engelleyen “dumanlı aynalar” olduğunu, varolan herşeyin Tanrı olduğunu bilgelikle öğrenmek isteyenlerin başucu kitaplarından biri. Kitap elbette rüyalarla ilgili değil ama uykuda olduğumuz, farkında olmadığımız, göremediğimiz her an rüyada olduğumuzu ifade ederken 1-sözcüklerimize (çünkü söz büyüdür), 2- algılarımıza (çünkü kişisel algılama acı demektir), 3- varsayımlarımıza (çünkü varsayımda bulunduğumuzda gerçek olduğuna inanırız), 4- yaptıklarımıza (çünkü yapabildiklerimizin en iyisini yaparken dengeyi kaçırabiliriz) özen göstermemizi ve farkına varmamızı, en önemlisi de kendimizle yaptığımız eski anlaşmalarımızı bozmamızı salık veren bir kitap.
Doğumumuzdan itibaren, hatta ruh olarak rahme düştüğümüz andan itibaren kendi seçimlerimiz olmayan bilgi ve hükümlerle donanırız. Adımız, nasıl davranacağımız, kimlerle görüşeceğimiz, doğru ve yanlışın ne olduğu bize işlenir. “Farklılıklar”, “aykırılıklar” çok da kabullenilmez geleneksel toplumda. Yargılandıkça yargılamayı öğreniriz. Yaratıcının bizlere bahşettiği özellikler, donanımlar bile kıt akıllarca sınırlandırılır ve adlandırılır. Yaradanla kurduğumuz ilişki bile anlaşılamayabilir Çocukken doğamıza göre davrandığımız her seferinde durdurulabilir, cezalandırılabilir ya korkutuluruz. İşte ondan sonra sevginin yerini korkular kaplamaya başlar. Kaybetme, sevilmeme, reddedilme, yeterli olamama korkularıyla kendimizi yetersiz, zayıf hissedeceğimiz her duruma çekilir, kendi gücümüzü başkalarına emanet eder, bizi korumalarını ya da onaylamalarını bekler ve onları memnun etmeye çabalar dururuz. Zihnimizin bize nefes aldırmayan sesi ile o çarkın içinden bir türlü çıkamayız. Bazen kısık bazen güçlü bir ses bize kendimizi hatırlatacak olur. Bazen bir kitap, bazen bir film, bazen bir dost sesi, bazen rüyalar uyarıcıdır. Ama illa ki ruhumuz ya da Yaratıcımız sevgiyi hatırladığımız her an oradadır. Seçimimiz işte bizim O’nu, Sevgiyi hatırladığımız andadır. Filmin en çarpıcı sahnelerinden birinde babaya söyletirler şu sözü: “Ne zamandan beri Allah’ı işitmek hastalık oldu ya?” Çünkü insanın psikolojisini iyileştirmeye çalışan tıp ve din bilimleri insanın özünü, bütüncüllüğünü, maneviyatını gözardı ettiğinin ve bilimsellik ya da din ve ahlâk adına hikmeti gözardı eden tedavi biçimlerinin ayırdında değildir. Yani “kişiliğin ben sandığı şeylerle” kendimizi tanımlar ya da başkaları tarafından tanımlattırılan bu yalanla mutsuzluğumuzu sürdürürüz. Ama sorumluluk almaya bir türlü yanaşmayız. Filmdeki yine şu söz çok çarpıcıdır bu bağlamda: “Hayatını beğenmiyorsan değiştir. Diğer tüm karakterleri değiştirmeye çalışma. Ana karakteri değiştir ve bütün hikaye değişsin.”
Zaman algısına dikkat çeker film. Çünkü Güneşin Samanyolu Galaksisi içerisinde bir tam dönüşü 255 milyon dünya yılına denk gelmektedir. Dolayısıyla güneşin zamanıyla dünyaya baktığımızda, 70-80 yıllık bir insan ömrü, aşağı yukarı 8 saniyeye denk gelmektedir. Bu nedenle filmin adı 8 SANİYE’dir.
8 Saniyelik bir ömrmüzün olduğunu kendimize hatırlattığımızda o 8 saniyeye neleri sığdırabiliriz? Nelere sahip olmak ister neleri bırakırdık? Ya da sahip olmak isteyeceğimiz bir şey çıkar mıydı? Yoksa bizi anda tutan durumların dışında herşeyi bırakır mıydık? Yine filmden bir çarpıcı cümle: “İnsanın varoluşuyla karşılaştığı iki durum var: Biri aşık olduğu zaman, diğeri ölüm kendini hatırlattığında..”
Öyleyse ölüm kendini hatırlatmadan hep ölümün ve aşkın içinde olmak nasıl olurdu acaba? Yani ölmeden önce ölmek ve bizi kendimizden uzaklaştıran her ağırlıktan kurtulmak, kendimize doğmak, her an yeniden yaratılışa izin vermek? Yani filmin diliyle söyleyecek olursak “Başka bir rüyada, başka bir güneşin yörüngesinde yeniden doğmak ve yeni saniyelerin hesabını yapmak... Bizler hayatlarımızı ölümsüzmüşüz gibi yaşıyoruz. Ama güneşin bakış açısından, insan hayatı sekiz saniye kadar kısa.”
Film izleyicilere en az bir kişiyi affederek salondan çıkmalarını salık veriyor ben de diyorum yazıyı okuyup bilgisayarımızı kapatmadan önce hemen yerimizden kalkalım aynada gözlerimizin içine bakalım ve o derinlikte kendimizi görmeye çalışalım sadece kendimizi, bırakalım tutunduğunuz kişileri, kuralları, doğru ya da yanlış bildiklerimizi, ülküleri, dayatmaları; elbette affedelim ama öncelikle kendimizi.. Ve Yaradanın her daim bizimle olduğunu hatırlayalım. Çok Seven, Çok Şefkatli olan Bağışlayanın biz izin verdikçe bizimle olduğunu hatırlayalım. Kendimizi başkalarına emanet etmeden önce Yaradana ve kendimize emanet edelim.