Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

21 Mayıs '09

 
Kategori
Siyaset
 

Verimlilik

Verimlilik
 

Google'da 'verimlilik' diye arattım, O çıktı!


Verimlilik, alt anlamları çok olan terimlerden. Ama esas olarak iki anlamı var.

Birincisi; istenilene ulaşma sürecinde etkileyen (özne) taraf için geçerli bir sıfat. Diğer bir deyişle yönetenin eylemlerinin değeri ile ilgili. Yani doğrudan elde edilmesi kolay. Aksiyonun durumunu ifade ediyor.

İkincisi; istenilene ulaşma sürecinde etkilenen (nesne) taraf için geçerli bir sıfat. Diğer bir deyişle yönetilenin eylemlerinin değeri ile ilgili. Yani doğrudan elde edilebilmesi zor. Tepkinin durumunu ifade ediyor.

İş hayatındaki etkisini göz önüne almakta olsak da, hayat ve hayal edebildiğimiz tüm sistemler, bu etken-edilgen ilişkisinin doğru şekilde işlemesine muhtaç.

Sistemlerin bu iki tarafı, ince bir çizgi ile ayrılan hassas bir dengeyi oluşturuyor.
Etkenin verimliliğine liderlik, edilgenin verimliliğine ise toplam kalite diyoruz. Ama bunları bir arada düşünmek, tek “sistem” olarak bütünleştirmek, yeni bir buluş gibi önümüze sunuluyor.

Üç lafımızdan birini döndürüp dolaştırıp, getirip, bağladığımız “batı”, önümüzde örnek sistem, doğru olduğuna inandığımız model olarak duruyor. Sorgusuz-sualsiz, plansız-programsız, gözleri bağlanmış bir kurbanlık gibi yürüyoruz batı olduğunu sandığımız bir yolda. Batı dediğimiz toplumlar da imrendiğimiz durumlarına bizler gibi zorluklar ve acılar içerisinde uzun bir süreç geçirdikten sonra ulaştılar. Bugün iyi bir şeyler olmuşsa bunu o günlerin acılarına borçlular.

İlk adımları, binlerce yıl öncesinde, zamanın filozoflar tarafından atılan sistem ve doktrinler günümüz dünyasında etkinliğini hala koruyor. Yaşadığı çağda bilimlerin birbirinden ayrılmadığı bir ortamda karmaşa ve düzensizliğin tam ortasında doğmuş. Çevresindeki düzensizliğin ve sistemsizliğin farkına vararak hem eğitimini hem de o eğitimden aldıklarını en iyi şekilde kullanmanın bilincine varabilmiş bir bilgin: Demokritos. (MÖ 460-370)

En az onun kadar etkileri günümüzde devam eden başka bir filozof da Aristoteles. Bilgi ile hurafeyi, gerçek ile hayali biri birinden ayırmayı başarmış. En önemlisi de bu başarısını başkaları ile paylaşmış, tartışmış ve öğretmiş. Çağının en önemli bilginlerinden Platonun öğrencisi olmuş. 20 yıl öğrencisi olarak yanında yetişmiş. Sonuç olarak sistem ortaya çıkartabilme şansını eline geçirmiş. İlgi alanı olarak ‘doğa’, o gün için seçilebilecek en iyi tercih olmuş. Doğayı, kuralları ve olayları ile bütün olarak düzenlemek yolunda çalışmalar yapmış. Doğadaki her şeyin değişik guruplarda bir araya geldiğini göstermeye çalışmış. Tüm olaylara birer sebep sonuç ilişkisi oluşturduğunu düşündü. Bu sebep sonuç ilişkisinin kurallarını koymakta sakınca görmemiş. Mantık kuralları oluşturmuş.

Aristoteles (MÖ: 384 - 322), asıl ününü kendi döneminden sonra batı toplumunda egemen olan ve yönetimi elinde tutan kilise burjuvazisi tarafından benimsenmesine borçludur. Kilise, 1500 yıl kadar süren bir dönem boyunca karşısına çıkan her türlü ilerleme ve gelişme önerisini, aslında hiç ilgisi olmadığı halde, ucundan-kıyısından ilişkilendirip, Aristoteles’in düzenlediği sistemle kıyaslıyordu. Karşılarına çıkan her türlü yenilik, engelleniyordu. Mazeretleri: ‘Aristoteles öğretisine uygun olmamak!’ Sonuçta reddediyordu.

Kiliseyi elinde tutan kutsal kesim, elindeki iktidarın nimetlerine öylesine bağlanmıştı ki, adeta sahibi olduğu halkın hayat kalitesinde yaşanan düşüşün farkında bile değildi. Yönetme işini elinde tutanlar, yönetme işini beceremiyordu. Sonuç olarak batı, yerinde duruyor, daha da kötüsü her geçen gün bir batağın içine gömülüyordu. Artık başıbozukluk, düzensizlik, zorbalık, yoksulluk ve fakirlik hayat şekli haline geldi. Kiliselerde kendi kapalı dünyalarında saltanat sürmekte olan az sayıda insan olup-bitenden habersiz yada ilgisiz yaşamını sürdürmekteydi. Orta çağın karanlığı kutsal kesimin kapısını da çaldığında, bıçak kemiğe dayandığında, başka çareleri kalmadığında yönetmek zorunda olduklarını ve oturdukları tahtlarda bir görevlerinin olduğunu fark ettiler. (Vurdumduymaz ve umursamaz hallerine devam etme şanslarının son noktasına kadar kullanmışlardı.)

Rönesans, başlangıcından 230 yıl önce, kilisenin bu uyanışına dayansa da asıl başlangıç tarihi toplumun uyanışında gibi düşünülür. Ama Avrupa’nın yaşadığı değişimin başlangıcı haçlı seferleridir. Kilise, haçlı seferleri diye bilinen Kudüs yolculuğuna izin vermeseydi batının bir Rönesans tarihi de olmayacaktı. Sonuçta çıkarları uğruna yaptıkları engellemeleri yine çıkarları uğruna sona erdirdiler...

Batı, Selçuklu ve Osmanlı kültürünün zirvelerinde olduğu bir dönemde Anadolu kentlerinden ve kültüründen etkilenirken sosyal hayatın dinamizmi ve renkliliği hayranlıkla karşılandı. Öğrenme güdüsünü tetikleyen hayranlık, batının bugüne kadar devam eden yükselişinin de başlangıcı oldu.

Aslında haçlı seferleri sırasında batıda başlayan toplumsal bir eğitim hamlesinin ilk kıvılcımlarını ateşleyen Anadolu insanının kendisiydi. İçin-için yanan batı, bütün bu uyanış evresinin zirvesi 18nci yüzyılın son çeyreğinde Fransa’da ulaştı. Kıvılcımlar alevlendi. Batı, dumanların arasından sıyrılıp demokrasi denilen sistemin çevresinde tekrar ayağa kalkıp dans etmeye başladı.

Topraklar, aynı topraklar; insanlar aynı insanlardı. Değişen tek şey yönetebilen yöneticilerin var olmasıydı. Yönetme işi ehil ellere geçmişti. Yada yöneticiler ehilleşmişti... Sonrasındaki 200 yıl içerisinde her geçen gün katlanarak artan gelişme; sanayii ve teknolojiyi yarattı.

Batı bu kader değişimini yaşarken bizler de sanki aynı simetride her geçen gün daha da geriye gitmeye başladık. Ta ki o ana kadar:

* * *

Bir süredir İstanbul, İngiliz donanmasının gemileri tarafından kuşatılmıştı. İstanbullular sabah kalktıklarında boğazda balıkçı tekneleri ve çevresindeki martılar yerine dev demir yığınları ve tüten bacaları ile karşılaşıyordu. İlk gördüklerinde şaşırdılar. Belki de korkuyla yutkundular. Sıkıntı basmıştı içlerini... Sadece bir kişi rahattı. Biraz da öfkeli. Elleri pantolonunun ceplerinde. Bir ayağı ile rıhtımdaki babalardan birini ezercesine... Yanındaki arkadaşına üç kelime söyledi: “Geldikleri gibi giderler.”

O anda bilse karşısında duran koca donanma!
Kaderleri o adam!
Kaderi o kadar yakınlarından geçiyor.
Durmazlardı herhalde!
Ama kader bu engel olunamaz.
Üç asırlık bir mağlubiyetin son dakikaları...
O anda, orada bir milletin kaderi değişiyor.

Vakit yok. Batının uzun yolculuğu tekrarlanamaz. Az zamanda büyük işler yapmak lazım. Asırları bir ömre sığdırmak lazım. Planlar yapılıyor, Bandırma’nın güvertesinde.

Asırlar, tam 19 yıla sığıyor. Yöneten iyi yönetince oluyor. Yönetilen de seviyor bu işi. Ayağında, üstünde yok. Ama yüreğinde var. O yetiyor.

Kucak dolusu para ile yapılamayan, yürek dolusu umutla oluyor.
Bir de üste umut kalıyor. İlkinden de çok!

Umutla oluyor tohumlar ağaç. Bir ömre sığdığıyla kalıyor.
Başarıyor isteyince...
Çünkü yönetici yönetmeyi biliyor.

Hep sevgi ile kalın.

 
Toplam blog
: 370
: 1092
Kayıt tarihi
: 10.07.08
 
 

1969 doğumlu. Tasarımcı, endüstriyel otomasyon sistemleri için yazılım geliştiriyor. Yüksek öğren..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara