- Kategori
- Dünya
AB yolculuğu

"AN" HİÇ BİTEYECEK GİBİ YAVAŞ YAŞAYINIZ....
AB için birçok şey söylendi: Böylesine büyük bir yolculuğun hakkında söylenenler, hangi yönde olursa olsun doğal karşılanmalıdır. Her uzun ve zahmetli yolculuğa çıkanlar gibi, millet olarak bizim de bu yolculukta kazandıklarımız ve kaybedeceklerimiz olacaktır. Bir başka deyişle, AB’ye girmekle birçok fırsatı yakalayabiliriz ve ya kendimizden çok şey yitirebiliriz. Bence çıktığımız yolculuğun büyüklüğüne kapılıp korku ve endişe içinde bulunmaktan veya renkli bir maceraya atılıyor olmanın sarhoşluğuna kapılmaktan çok, yolculuğa çıkış amacımızı, yolculukta yanımıza alacaklarımızı, yolculuktan beklentilerimizi, yolculuğa rağmen hiç vazgeçmeyeceğimiz alışkanlıklarımız ve prensiplerimize sahip çıkmamız gerektiğini, yolculuğun hava ve yol durumunu ve nihayetinde yolun sonunda iyi ve ya kötü nelerle karşılaşabileceğimizi hesaplamamız gerekir.
Diyeceksiniz ki, böyle bir hesap için geç kalınmadı mı? Hatta, düşünceleriniz, arasında “sizin şu anda gündeme getirdiğiniz değerlendirme” senelerdir devletimiz tarafından yapılmakta fikri de bulunabilir. Haklısınız… Devlet ve millet olarak, ellili ve altmışlı yıllardan beri bu yolculuk için hazırlanıyoruz, zaman zaman hedefe doğru irili ufaklı seferler de ettik. Benim yolculuğu tekrar sorgulayalım dememdeki maksadım, milletçe bu yola hazırlanışın yanında fert olarak kendimizin AB yolculuğuna nasıl hazırlanıyor olmamızı gözden geçirmemizdir. Yani, Türk milletinin bir ferdi olduğumuzu unutmadan, AB vatandaşı olmaya hazır mıyız? Üstelik, “AB vatandaşı” kavramı bize neyi ifade ediyor, bu kavram bizi insan olarak ne kadar ilgilendiriyor ya da ilgilendirmeli? Yoksa sadece devlet politikası olarak AB’ye girdiğimizde devletin kazandıkları nasıl olsa bize yansır, devlet kazanamazsa da “ başarısız oldular bu işte, bana ne” mi diyeceğiz? Bu yolculuktan kişiler olarak böylesine hafif derecede mi etkileniriz, sizce? Bir fert, bilinçli bir Türk ve dünya vatandaşı olarak bu yolculuğa bizim katkımız olamaz mı, olmamalı mı? Görüyorsunuz; insanın aklına bu konu ile ilgili birçok soru geliyor? Bence iki seçeneğimiz var; bir, bu yolculuğa bilinçli bir dünya vatandaşı olarak, kendi hayatının ipleri elinde, ülkesinin ve dünyanın gelişimi için katkı sağlayan bir “özne” olarak katılmak; bir de bu yolculuğa çıkıp çıkmayacağının sorulması bile komik kaçacak bir yolculuk aksesuarı olarak ( mesela; bir bavul…) sıradan bir “nesne” gibi yolda sürüklenmek. Benim üstünde durmaya çalıştığım esas nokta işte burası: Bizler, fert olarak AB yolculuğunda birer özne miyiz? Yoksa bu yolculukta bir nesneyiz de fark etmiyor muyuz?
Sorunu ortaya koyduktan sonra, dilerseniz öncelikle, hep birlikte bir “yolculuğu” gözden geçirelim: Sıradan da olsa, bir yolculuğa çıktığımızda yolculuğun üç önemli aşaması vardır: Yolculuk hazırlığı, yolculuk süreci, varılan nokta ve bu noktada gördüklerimiz… İnsanların hayat yolculuğundan beklentilerinin varlığı gibi, yaptıkları her yolculuktan bekledikleri de vardır. Ve bu beklentiler farklı farklıdır. Beklentilerdeki bu farklılık yolculuğun aşamalarını da önem sırasına göre derecelendirir. Kimileri için yol hazırlığı önemliyken, kimileri için yolculuğun kendisi, kimileri içinse varış noktası en önemlidir. Bazen öyle yolculuklar vardır ki, bu yola girmeden önceki beklentilerimiz, yolculuğun son noktasında hayal kırıklığına dönüşür. Bazen de kısa sürecek bir serüvenin başlangıcı olarak hesapladığımız yolun sonunda “gittiğimiz o yer” geri kalan hayatımız için bir “kalış noktası” olabilir.
İnsanların “yolculuk”tan anladıkları da farklıdır: Kimimiz için başlangıç ve bitiş noktaları önemlidir. Katedilen yol sıkıcı ve zaman öğütücüdür. Onun için de yolculukta çoğu zaman uyunur. Kimimiz için yol, sadece eğlencedir, hatta her mola verilen yerde tıka basa karın doyurmaktır aslolan. Kimimiz içinse, ( böylesine insanlar, nadir bulunur) yolculuğun her “ân”ı hayatın vazgeçilmez serüvenidir. Yeni keşfedilen bir tarihî yapı, bir çeşme, farklı yaşayışıyla çıplak gözle bile hemencecik keşfedilen küçük bir köy; bir kır bahçesinde kendiliğinden oluşan ve “o ân”dan itibaren hayat yolculuğunun en nadide parçası olarak kurulan dostluklar, hiç ummadığınız yerde bir yabancıya yapılan yardım veya bir yabancıdan görülen iyilik hep bu serüvenin birer parçasıdır. Hepsinden de güzeli, “ân”ı yaşamanın zevkine varanlar, bu anı ölümsüz kılarlar bir fotoğraf karesinde…
Bazı insanlarsa yolculuk boyunca gitmek istedikleri yerde yapacaklarının hayallerini kurarlar. Aslında ne gidecekleri yerin şartlarını tam olarak bilirler, ne de kendi dağarcıklarında üretip de varılan yere katkı sağlayacakları görüşleri, o yere götürecekleri yaşam paketleri vardır ellerinde. Ulaşılacak yerin içi varsayımlarla dolu pembe kaplı hediye paketidir onları cezbeden. O yer, geçmişteki tüm sıkıntılarını ortadan kaldıracak ya da kısa bir süre unutturacak ve onlara nasıl olsa güzellikleri sunacaktır. Onun için vaad edilen güzellikleri düşünmekten başka yapılacak ne vardır ki yolculuk sırasında? Birçok insan için de sadece varış noktası önemlidir. Hatta gittiği yere gitmiş olması, görevi yerine getirmesi yeterlidir onun için. Aslında, yolculuğa hiç çıkılmasaydı da olurdu onun ve onun gibiler için. Onlara göre hareket etsen de dursan da değişen bir şey yok ki hayatta. İlk bulundukları nokta ile vardıkları nokta arasında en ufak bir değişiklik göremezler. Bu yeni yer ne değiştirmiştir ki hayatlarında? Hayatlarını değiştirecek dünyalarını renklendirecek o sihirli değneği, işte bu yolculuk sonunda da bulamadılar. Bir yolculuk daha bitti, hayaller ve değişiklikler bir dahaki yolculuğun ardında, yani bir bakıma Kaf dağının ardında. Bu tip insanlara göre Kaf dağına da yolculuk edilmez ki canım. Öyleyse, yolculuklar birilerinin bize işaret ettikleri bir görevden başka bir şey değildir. Görev yerine getirilir ve yolculuk biter. ”İşte geldim, geldiysem, geldiğim yerden de sıkıntı duyabilirim.” şeklindeki iç sıkıntıları ve sızlanmaları sürer, gider. Hiç yolculuk etmeyenleri, yolculuktan nefret edenleri anlatmaya ise gerek yok sanırım.
İnsanların, yolculukların hangi aşamalarını ve bu aşamaları nasıl önemsediklerini ve algıladıklarını şöyle bir hatırlatmaya çalıştık… Pekiyi, yolculuk aşamalarına karşı takındığımız tavırda, kişiliğimizin, kimliğimizin, duygu ve düşüncelerimizin, hayat görüşümüzün izlerini fark edebildik mi? Yolculuktan sıkılanlar, yolculuğu neşeli bulanlar, yolculuktan bir şeyler öğrenip yolculuğa katkıda bulunanlar, yolculuğu hiç sorgulamadan bir görev sayanlar, yolculuğun her aşamasında bilincini yitirmeyip; varış noktasına götürecekleri ve o noktadan alacakları olduğunu bilenler, aslında hepsi de hayat denen yolculukta takındıkları tavrın aynını takınıyorlar, sıradan sayılan yolculuklarda da…
Hazır söz hayat yolculuğuna gelmişken; hayata karşı duruşunuzu, insanlara yönelik tutumunuzu hiç sorgular mısınız? Nefes alan bir varlık olarak, bir insan, bir milletin ferdi, insanlık tarihinin vazgeçilmez bir parçası, şu andaki dünya sahnesinin önemli bir aktörü, toplumunuzda sosyal ve meslekî statüsü bulunan bir vatandaş, evde, okulda ve çevrede yüklendiği görev ve sorumluluğu bilen biri olarak hangi çizgidesiniz? Kısacası, ben kimim, neyi nasıl yaparım, hayattan ne bekler, hayata ne veririm tarzında iç hesaplaşmaya sahip misiniz? Kendisine güvenli olmayı, mutluluk ve başarıyı hedeflemenin yanında erdemi ve gelişmeyi, yararlı insan olmayı hedefleyen bir insan mısınız? Yani, hayat denen yolda rotanız nedir? Bu yolda yanınızda götürdüğünüz hazine nedir? Bu tür sorulara verilecek ya da çok önceleri verilmiş cevabınız, hayat yolculuğu için rotanız, amacınız, tedbirleriniz varsa, işte o zaman fert olarak, şu “AB yolculuğu” diye adlandırılan şey, sizi sarsmayacaktır. Belki de bu yolculuk sonunda vardığınız yere aydınlık ve bereket götüreceksiniz. Belki de o ana kadar keşfedemediğiniz bir hazineyi hayatınıza katacaksınız. Hayat yolculuğunda – kendinize ve insanlara itiraf etmemiş ve herkesten saklayabilmiş bile olsanız- rota tutturamamış, hazine sandığınıza değerli taşlar dolduramamışsanız böylesine bir yolculuk sonunda erir, bitersiniz. Bunun siz de farkındasınız… AB yolculuğu gibi yolculuklar, iki türde insan için önemsiz ve anlamsız olacaktır: Dünya hayatında yaşamanın ve gelişmenin sırrına erenler ve bu gelişmeyi herhangi bir mekân ve zamanda gerçekleştirebilenlerle, oturdukları yerde bile niçin nefes aldığının farkında olmayan insanlar. Birinci tür insanlar, otururken ve hareket halindeyken evrenselliği yakalamış insanlardır. İkinci tür insanlar ise, niçin yaratıldığının sırrını anlamadan kendisine biçilen altmış yetmiş yılı sadece soluyarak tüketenlerdir. Sözün özü, bize armağan edilen yaşamda, bir durum karşısında ne yapıldığından çok, o durum içindeki fiilin nasıl ve hangi niyetle yapıldığı önemlidir. Yani, her ne yaparsak yapalım, bilinçli, kararlı, duyarlı, ayakları yere sağlam basan ve donanımlı birer insan mıyız? İşte, asıl sorgulanması gereken… Aslında bizler- Türkiye’nin her ferdi- bu yolculuktan değil; kendimizin yolculuk sırasında ve yolun sonunda vereceğimiz tepkilerden korkuyoruz. Biliyoruz ki, AB ‘ye gitmek ya da gitmemek iş değil; iş, bizim kimliğimiz ve geleceğimiz nereye gidiyor? Biz kimiz? Amacımız ne? Neyi, neden, ne zaman, ne kadar, nasıl ve kimin için yapmalıyız? Bütün aradığımız cevaplar bunlar olmalı.
Türk milletinin bir ferdi olmak neyi gerektirir? Dünya vatandaşı ne demektir? Bir insan hem millî hem de evrensel boyutta olabilir mi? Ana meselelerimiz bunlar. Hepimiz teker teker bunları sorgulamalı, bunların cevaplarını vermeliyiz. Türkiye’ye gelen bir Avrupalı bizlerden korkmuyor, burada ne yapacağını şaşırmıyor. Bilmesi gerekeni soruyor, bilmemesi yani kendi yaşantısında değiştirmemesi gerektiği şeyleri ise bize danışmıyor bile. Geldiği bu ülkeye katkıda bulunabileceğini, bir o kadar da bu ülkeden çok şey alıp maddî manevî zenginleşebileceğini düşünüyor. İster turistik bir ziyaret için ister ticaret, eğitim için isterse buraya yerleşmek için ülkemize ayak bassın; bir Avrupalı kendi millî kimliğine, inançlarına sahip olmanın ötesinde bizi tanımış ve öğrenmiş olarak geliyor. Bizden öğreneceklerini ve bize anlatabileceklerini hesaplıyor. Ondan sonra da ayakları yere sağlam basan, kendine güvenli bir dünya vatandaşı olarak yaşamına devam ediyor.
Bana kalırsa, yıllardır AB’ye girme maratonunda çok enerji kaybedip yol alamayışımızın sebebi, AB ülkelerinin bize önyargılı bakışı veya bize zorluk çıkarışı değil; bizim kendine güvenli, kararlı, iyi yetişmiş, millî kültürüne, inançlarına, ideallerine ve projelerine sahip bir Türk ve evrensel boyutta yaşayabilen bir dünya vatandaşı portresi çizemeyişimizdir.
Korkak, ürkek, savurgan, ne istediğini bilmeyen, plansız, inançları ve idealleri konusunda yeterince iddialı olmayan ya da aksine körü körüne bağlı olan; neyi savunduğu belli olmayan, kendisinden olan insanlarla bile geçinemeyen bir görüntü sergiliyoruz. Ve böyle yansıyan bir karakterle AB’ye dalmak istiyoruz. Ve tabii ki, yolculuğun sonundakiler bizi anlayamıyor, doğal olarak bizlere, yani yolculara temkinli yaklaşıyor.
Görüyorsunuz: Aslında AB yolculuğu o kadar da önemli değil. Önemli olan; milletçe ve milletin birer ferdi olarak –insanca-, hayat yolculuğumuzun amacını, rotasını, planını yapabilmek. Ve bu çizgide kendi hayat yolumuzda var olabilmek. AB yolculuğuna böyle bakarsak; yolculuklar için takındığımız tavır ne olursa olsun, AB’den ve oraya bir yolculuk yapıp yapmama serbestliğinden çekinmeyen kararlı, duyarlı ve “kişilikli” olacağız.
Haydi, hayırlısı…