Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mayıs '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Acı son

Acı son
 

Evin büyük bahçesi’nde, Ihlamur ağaçlarının herhangi birinin önünde çömeldi genç kadın ve bir türlü gelmek bilmeyen kocasını biraz da burada beklemek istedi. Yüzünde telaş, üzgün bir ifade vardı. Saat gece yarısını çoktan geçmiş nerdeyse gündoğumuna yaklaşmıştı şehir.

Ihlamurların o tuhaf kokusu sarmıştı bedenini ama o nefes almak bile istemiyordu. Tuhaf bir zelzele oluyordu içinde, yüreği kabarıktı. Gözleri bir boşluğa bakar gibi, dalgın ve korku dolu idi. Kocası olmadan hayatın boş olacağını düşünürdü hep. Ve Allah’a dua ederdi kocasını ondan önce öldürmesin diye.

Nerde olabilirdi bu adam? Sabah işe diye çıkmıştı, önemli de toplantıları olduğunu söylemişti. Yurt dışından hatırı sayılır misafirler şirketi ziyaret edeceklerdi. Bunu söylerken ne de heyecanlıydı Ömer Görkem, büyük bir iş başarmış gibi de gururlu. Dicle’nin ütülediği gömleği beğenmemişti bir türlü, pantolonunda da kusurlar bulup söylenmişti ilkin. Ama sonradan giyinip de sokak kapısına yaklaşınca mutluluğu okuyabiliyordu Dicle gözlerinden. Bahçede ıhlamur kokusuyla belinden sarmıştı karısını, birlikte arabaya kadar yürüdüler. Ve bir öpücükten sonra arabaya bindi Ömer Görkem.

Dicle her sabah hiç üşenmeden, kocasından önce kalkar sofrayı hazırlar, sonrada tatlı bir buseyle onu uyandırırdı. Evlendiğinden bu yana iki sene geçmişti ama hala o taze sevgileri sürüyordu. Ve Dicle hiç üşenmeden rutin olarak her sabah görevini yerine getiriyordu.

Ev, Dicle’nin genç kızlığında düşlediği evler gibiydi. Küçük bir koru düşlerdi, evi de korunun hemen yanındaydı. Şimdiki evi, biraz büyüktü hayallerinde yarattıklarından. Bahçeye ıhlamur ağaçlarını kendi istemişti. Her sabah ıhlamur tazeliğinde uyanmak ve geceleri de ıhlamur sarhoşluğuyla kendini kocasına bırakmak için. Evin hiç olmadık yerine bile sirayet edebiliyordu ıhlamur kokusu. Her odası zevkle döşeliydi; salonda modern ile klasik birer koltuk takımı, pencerenin önünde de güzelce yayılmış minderlerin oluşturduğu ufak bir şark köşesi bulunuyordu. Şömine bugüne kadar hiç yanmamıştı. Ama güzel bir dekor oluşturuyordu salona. Mutlu bir yuva yaratmışlardı kendilerine. Tek eksikleri olduğunu söylerdi hep kocası. Evin en güzel odası, çocuk odası olarak hazırlanmıştı. O odanın hazırlanması ile bizzat Ömer Görkem ilgilenmişti. Her sabah karısına ‘geceleri çocuğun sesine uyanmak, hatta en güzel uykumda belki de söverek onun yanına gitmek, seninle seviştiğimiz anlarda viyaklamasını işitmek’ istiyorum derdi. Dicle’de ‘hımm anlıyorum, sen artık benden bıktın; benim yerime başka bebekler isteyip duruyorsun’ diyerek dudaklarını büzerdi. Öyle ya Ömer Dicle hep bebeğim diye hitap ederdi karısına. Sonrasında sarılarak, kısa bir sevişme evresinden sonra gülerek kahvaltı sofrasına inerlerdi. Alışılmış bir yaşam stilleri vardı evet ama bir gün olsun şikâyet etmemişti Dicle. Çocuğu olmasın diye ilk aylarda hap kullanırdı hep kocasından gizli, ama bu derece çocuk sevgisinin olduğu hatta çocuk odasını büyük bir keyifle hazırlamaya çalışan kocasına bu kötülüğü yapamazdı. Artık o da istiyordu bir çocuğun viyaklamasını. Ve kesmişti ilaç içmeyi. Her sevişme öncesinde de en büyük duası olurdu, çocuk…

Şimdi bir ıhlamur ağacının altında, çaresiz ve korku içinde bekliyordu kocasının bahçe kapısından girmesini. Sabahtan beri ne çok özlemişti kocasını. Bir an olsun aklının ucundan bile geçirmedi aldatılma duygusunu. Bunu yapmazdı kocası adı gibi biliyordu. En kötü anları en mutlu günleri birlikte yaşamışlardı. En büyük aşkla evliliğe karar vermişlerdi. Kendinden önce ufak çapkınlıkları olmuştu kocasının, bunu da kocası büyük bir rahatlıkla anlatırdı çünkü karısına olan sevgisi her şeyin önüne geçmişti Dicle’yi tanıdıktan sonra. Ne sevgili oldukları dönemde, ne nişanlılık evresinde ne de evliliği boyunca bir gün olsun başka kadına bakmamıştı bile. Şimdi Dicle sadece başına bir şey gelmiş olacağından dolayı korkuyu yaşıyordu içinde.
Her gün işlerini hallettikten sonra büyük bir özenle hazırlanırdı kocasına güzel görünmek için. Erkeğin kalbine inen yolun midesinden geçtiğini bilir ve her gün güzel yemeklerle donatırdı sofrayı. O gün de yine kocasının en sevdiği yemekleri yapmış ve geri kalan zamanında da banyo yapmış, saçlarını özenle tarayıp kurutmuştu. Her zaman hafif bir makyajı olurdu yüzünde. Gerçi kocası daima bir bebek gibi olduğunu ve makyaja gerek olmadığını söylerdi. Dicle de zaten çok hafif yapardı makyajı. Önce hafif bir göz makyajı ve gözlerini, kirpiklerini ortaya çıkarak olan rimeli sürerdi. Göz kalemi ve diğer şeyleri hiç kullanmazdı. Sade olmayı severdi. Aynı, bir bebek gibi. Ardından hafif bir allık yanaklarına ve en son da dudaklarına çok uçuk olmayan makyajına ve yüzüne giden hafif tonlarda bir ruj ile bitirdi makyajını. Saçlarını seksi görünmek için açık bıraktı. Omuzlarından aşağı dökülen sarıya yakın saçları ile o da kendini güzel hissetmişti bir an. Tüm hazırlığı kocası içindi. O beğenmeliydi, hayatında ne varsa hepsi kocası içindi. Bir süre gar dolabının önünde durdu. Hangisini giyeceğini kestirmeye çalıştı kıyafetlerinden. En sonunda sadece düz bir siyah elbiseyi geçirdi vücudunun çıplaklığına. Siyahı severdi geceyi anımsattığı için. Şimdi güzel bir gece içinde o gece yaşanacak olan güzel anlara gidecek olan da bu kıyafetti. Ayak bileklerinden daha da aşağı süzülürdü elbisenin etekleri. Askısında küçük bir yaprak deseni vardı omzunda duran. Sağ yanından dizin çok az yukarısına çıkan yırtmacına baktı. Güzeldi, her şey ıhlamur kokusuyla da bütünleşince daha da güzel görüyordu aynadan kendisini. Evet, her şeyiyle hazırdı artık. Kocası gelince yine o muhteşem karşılanma ve itaatkâr olan karısının yaşatacaklarıyla karşılaşacaktı. İtaatkar sadece sözün gelimi. Dicle her şeyi yerinde yapmayı severdi. Yeri gelir cazibeli bir melek, yeri gelir küçük bir çocuk, yeri gelir asi bir kısrak oluverirdi. Yeri gelince kölesi yeri gelince efendisi olmayı başarırdı hep kocasının. Bir bakıma damara göre şerbet vermekti elbet yaptığı.

Sabahın ilk ışıklarının bahçeye düştüğü anda da hala o güzelliği kaybolmamış, üzerindeki giysisiyle ıhlamur ağacının altında çömelmişti. Hafif titriyordu da vücudu esen rüzgârla. Gece yarısından itibaren bilmem kaç kere çevirmişti kocasının cep telefonunu. Çalıyor ama bir türlü açılmıyordu telefon.

Hafifçe kapı açıldığını gördü hemen akabinde, büyük bir heyecanla hemen doğruldu. Kocası idi bu. Bahçe kapısını aralayıp içeri süzülüvermişti. ‘Ömer’ diye seslendi, ve tekrar yineledi ismini kocasının. Anlam veremedi ama. Arabası nerdeydi, neden yürüyerek gelmişti? Sabah giydiği kıyafet biraz buruşmuş gibiydi sanki. Güzü öylesine sıcak, öylesine aşk dolu idi ki kocasının. Bir melek rolü verilmişti sanki kendisine. Zaten hep melek gibi olmuştu karısına karşı ama bu sefer garip bir hal vardı üzerinde. Hiç konuşmuyordu. Tek bir çıt çıkmadı ağzından. Bahçede ilerleyip birbirlerini buldu elleri. Sarıldılar. ‘Ömer’im’ diyordu hafif titreyen dudakları. Hiç bırakmamacasına sarılıyordu Ömer’i. İstediği de bu değil miydi işte Dicle’nin. Gelip sarsaydı kendisini. Ama huzurlu değildi nedense genç kadın. Elleri o bebeksi yüzüne dokundu kocasının. ‘Neden konuşmuyorsun Ömer’im?’ ama bu soruları hep havada kalıyordu. Büyük bir sükunet hakimdi aşk yuvalarında. Sevgi dolu ve sanki yarım kalmışçasına büyük bir özlemle bakıyordu genç kadına.
Ihlamur kokusu’nu hissetmiyordu. Duyu organları işe yaramıyordu sanki. Son bir defa daha sarıldı karısına. O hep mutlu oldukları aşk yuvalarına da son kez baktı bir daha göremeyeceğini biliyordu sanki. Ellerini yavaşça çekti, karısıyla bağını kopardı ve bahçe kapısına doğru tekrar yürümeye başladı. Hala sessizlik devam ediyordu. Bu sefer Dicle’de sessizdi. Arkasından seslenmek istedi ama yapamadı. Sadece peşin sıra gitti bahçe kapısına kadar ve bir anda yok oldu kocası. Ellerini uzattığı kapıda artık tek başınaydı. Kocası gibi o da yalnızdı artık bundan sonraki yaşamında. Bir an hayal olduğunu düşündü bu birkaç dakika bile sürmeyen olayın.
Eve girmek bile istemedi belki o anda ama kocasını getirdi aklına bir an. Ömer Görkem asla onu dışarıda üşüyerek beklemesini istemezdi. O evinde beklemeliydi kocasını, sıcacık ve huzur bulduğu evinde. Bu düşüncelerle salona kadar ilerledi. Bu sessizlik daha da kötü idi, bu yüzden radyoyu açtı. Çalmakta olan parçayı duymuyordu bile. Dinlemek için de açmamıştı zaten, tek istediği evde bir ses olmasıydı.

Derken bir anons duydu radyoda. ‘Evet sevgili dinleyiciler, önemli bir duyuru yapmak için programıma ara vermek zorundayım. Cerrahpaşa’da yatmakta olan kanamalı bir hasta için acilen 0 rh negatif kana ihtiyaç vardır, duyarlı dinleyicilerimizin…’ Gerisini dinlemedi bile genç kadın. Kan gurubu kocasınınkiyle aynı idi. Bir an buz gibi oldu bedeni. Derken yeniden bir anons duydu. Bu sefer haberleri duyurmaktı radyonun içinden gelen sesin amacı. ‘Bir son dakika haberini sizlere bildirmek için kesiyorum yayınımı’ diyordu. Ve ‘gece yarısı saatlerinde olan bir trafik kazası haberini size bildirmek istedim’ diyordu genç bir bayan sesi. Dicle umursamaz halde, gece kim bilir kim yine canice arabayı kullanıp da insanların canını aldı diye düşündü. Duyduğu plaka hayal meyal geldi beyin dalgasına. Tüm dikkatini anonsa verdi Dicle, çaresizlikle. Radyodan gelen ses, 34 UR 1524 plaka’lı araç sahibinin gece yarısı Etiler istikameti’ne giderken frenlerinin boşalması sonucu yoldan çıktığı ve iki kişiye çarparak uçuruma sürüklendiği, çarptığı iki kişinin Cerrahpaşa’ya kaldırıldığı ve hayati tehlikelerinin olduğu; fakat talihsiz şoför’ün olay yerinde ölmüş olduğu haberini verdi. Ve ‘şimdi elime ulaşan Cerrahpaşa’da yatmakta olan hastaların isimleri’ni bildiriyorum. Bir hastanın isminin Fulya Erbaş olduğunu ve hayat kadını olduğunu diğer yatmakta olan hastanın ise ismi İsmet Kaya olduğunu öğrenmiş bulunmaktayız. Olay yerinde can veren şahsın ise Ömer Görkem Duyan olduğu tespit edilmiştir. Hastalarımıza şifa ölen şahıs ise başsağlığı diliyoruz. Allah geride kalanlara sabır versin. Kaza bu sevgili dinleyiciler, geliyorum demez ve birçok masumun canını alır’ diye devam etti.

Donup kalmıştı Dicle. Nasıl da acımasızca söyleyivermişti Ömer’inin ismini. Hiçbir önemi yokmuş gibi yayına devam etmesi kızdırdı genç kadını. Hiçbir şey yapamıyordu. Hiçbir şey diyemiyordu. Hıçkıramıyordu, küçücük bir gözyaşı bile akmıyordu gözlerinde. Biliyordu ki içine akıyordu yaşları. Öylece kalakalmıştı ortada, öylece kimsesiz.

Dakikalar önce yaşadığı sahneyi getirdi aklına. Kocası gelmişti yanına, sarılmıştı ona. Şimdi ise bir daha yaşama geri dönemeyeceği yolda karısından habersiz izlemekteydi olayları Ömer’i. Kendi yaşadığı garip durumun farkında olarak hem de…
kkadak

 
Toplam blog
: 74
: 546
Kayıt tarihi
: 21.04.07
 
 

1980 doğumluyum. Kamu Yön. Bölümünde okumaktayım.. Kelimelerle oynamak en büyük zevkimdir. Kelimele..