Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Açık büfe değil, açık mutfak...

Açık büfe değil, açık mutfak...
 

Temmuz aynın ilk haftası resim atölyemiz yaz tatiline girdi. Katıldığım atölyede, fırsat buldukça resim çalışmaları yapıyorum. Atölyedeki arkadaşlarım, kış aylarının yorgunluğunu atmak için toplu halde tatile gittiler. Datça Yarımadası'nda Palamutbükü'ne.

Gittiler gitmesine ama, bana da sürekli baskı yapmaya başladılar: “Gel, burası çok güzel. Havası - suyu harika. Hiç sıcak değil püfür püfür esiyor. Hem heykel yaparsın, burada da atölye var, " denilince Palamutbükü’ne gitmek kaçınılmaz oldu. Daha önce de gitmemiştim. Son dakika kararlarında uçak bulmak zor. İstanbul- Marmaris-Datça-Palamutbükü derken, 15 saatlik otobüs yolculuğunu göze aldım. Marmaris’ten bindiğim servis aracıyla telaşsız giderken, Ege’yi ve Akdeniz’i birleştiren girintili çıkıntılı kıyıların üzerinde yükselen dağ yollarından geçerek Datça’ya vardım.

Tekrar, Datça’dan bindiğim otobüsle bir saatlik yolculuğum sırasında kameram yanımda olmadığı için çok pişman oldum. Ne fotoğraf makinem ne de kameram yanımda yoktu. Etrafa kameranın arkasından deği, çıplak gözle bakacaktım. Kameramın yanımda olmasını o kadar çok istedim ki. Zaten hep böyle olmaz mı? Bu yörenin şivesiyle, otobüs şoförü Ersoy’un konuşmasıyla tanıştım. Herkesi tanıyor ve herkese bir sözü var. Gittikçe kalabalıklaşan otobüsün içinde sıcaktan erimek üzereyim. Küçük küçük köylerin içinden, badem ve zeytin ağaçları arasından ilerleyip sahile vardık.“Beni Korkut’un yerinde indirir misin?” dedim. “Geldik, burası, ” dedi. Ve indim...

Bu uzun yolculuğun sonunda bizim ekibin sınıf başkanı Ruhan ile yardımcısı Mihriban beni karşılamaya gelmişler. Birlikte kalacağımız pansiyona gittik.Genç heykeltıraş Korkut arkadaşımız Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar mezunu. Aynı zamanda buranın yerlisi. Pansiyonu Korkut’un annesi Günseli Hanım ve babası Recai Bey çekip çeviriyor. Burası açık büfe değil, açık mutfak. Mutfak bahçede. Pek alışılmış gibi değil. Her şey odun ateşinde pişiyor. Arka bahçede yetiştirilen organik sebzelerle yapılmış lezzetli yemekleri bir kenara, anne-babanın tatlı atışmaları arasında yapılan yemek servisi ayrı bir seremoni. Atölye ekibiyle yine hep beraberiz. Günseli Hanım, “Aslında biz oda kahvaltı veriyoruz, ” dedi. Korkut, “Akşam yemeği de vereceğiz anne, ” diye uyardığında gerçekten çok telaşlandı. “Ama sizleri tanıyınca bu tedirginliğim gitti, ” dedi. Haklı, o kadar kalabalıkla baş etmek zor olmalı. Sadece biz değiliz çünkü, pansiyonda başkaları da var.

Doğrusunu isterseniz biz çok nefis yemekler yedik. Günseli Hanım’ın yaptığı kabakçiçeği dolması, anneannemin özlediğim dolmaları kadar lezzetli... (Kabakçiçeklerinin fotoğrafını ise oda arkadaşım Didem çekti. Böylece blog köşem fotoğrafsız kalmadı.) Odalarda klima da var. Buranın havası gerçekten güzel. Ama konfor arayanlar ve börtü böcekten korkanlar için değil. Geveze ağustosböceklerinin gürültüsü bahçedeki müziğin sesini bastırmayı başarıyor. Ara sıra soluklandıklarında udî Husain Sabsaby’nin “Haneen” albümünün hüzünlü müziği yayılıyor bahçeye. Gelelim Palamutbükü’nün sahiline.. Yarımadanın Akdeniz kıyısına bakan ve mavi yolculuk yapan teknelerin uğrak yeri. Güzel, beyaz çakıltaşlarının olduğu sahilin hemen açığında bir de küçük ada var. Suyu aniden derinleşiyor ve pırıl pırıl. Serin sularında doya doya yüzdüm. Palamutbükü’nde beni etkileyen iki mekândan biri, yürüyerek gittiğimiz sahilin sonuna doğru “Le Jardin de Semra” yani “Semra’nın bahçesi; ikincisi Ali’nin yeri. “Semra’nın bahçesine daha önce gelmiş gibiyim, hiç yabancı değilim. Neden acaba?” derken, buraya gelmeden önce internetten okuduğum bir yazıyı hatırlıyorum. Tuğçe Baran’ın yazısı. Baran, “Palamutbükü’nün kraliçesi, ” diyor Semra için. Haklı... Kırk yıllık arkadaş gibi karşılıyor sizi. Sıcak kanlı ve sevgi dolu; konuşurken gözleri ışıldıyor, bahçesindeki ayçicekleri gibi. Yaptığı işi çok seviyor. Buraya âşık. Mekânın hangi köşesine bakarsanız bakın hissediyorsunuz bu aşkı. Kendisi gibi neşeli ve becerikli bir ekibi var. Hele Hasan’ın, “Yedi dakikada yaptım, ” dediği pasta çok hafif. Teknelerin uğramadan geçemedikleri bir yer olmuş. Beni etkileyen ikinci yer ise özel bir mekân: Korkut’un arkadaşı Ali’nin bağ evi. Kendi bahçesinde ürettiği üzümlerden yapılmış şarap tadımı davetini kabul ettik.

Oldukça kalabalığız. Palamutbükü’nden Knidos’a giderken küçük köylerin dar sokaklarından geçiliyor. Neredeyse keçi yolu gibi bozuk olan yollardan. Badem ağaçları yolları daha da daraltmış. Ali, İspanya'dan getirtmiş Alacante asmalarını. Altı yıllık olmuş asmalar. Burası da tam bir gizli cennet. 19 kişilik bir ekibi beslemek için kolları sıvayan Ali’yi iki arkadaşıyla baş başa bırakıp bağları dolaşmaya çıkıyoruz. Doğanın düzenine uygun planlanmış farklı bir yer. İnce bir el değmiş bu bağ-bahçeye. Kendi elektriğini de kendisi üretiyor. Üzümleri ekolojik yöntemlerle şaraba dönüştürdüklerini, söylüyor.

Çok büyük olmayan bağdan çıkan şaraplar sadece kendileri ve eş-dost için. Siyah buğulu üzümlerden çıkan kırmızı şarap çok yumuşak. Bağ iki dağın arasında kalmış, etrafta hiç yerleşim yeri olmadığından ışık da yok. Sahile bir kilometre uzaklıkta. Nefis bir gün batımının ardından, gökyüzündeki yıldızları anlatmak imkânsız. Elimizi uzatsak yakalayacakmışız gibi. Berrak bir gökyüzü. Bol oksijen insanı acıktırıyor. Masadaki her şeyi silip süpürüyoruz. Yemek içmek bir kenara, kurulan dostlukların tadına da diyecek yok...Bu arada Palamutbükü’nde gün doğuşunu ve batışını göremiyorsunuz. Bir bakmışsınız hava aydınlanmış, bir bakmışşınız kararmış. Her güzelin bir kusuru olurmuş: Bu kadar sanatçıyı ve şairi mıknatıs gibi kendisine çeken Palamutbükü’nün kusuru da bu olsun. Ertesi gün, Tekir Burnu’ndaki küçük sevimli antik kent Knidos’a gidiyoruz. Ünlü çıplak Afrodit heykeline ev sahipliği yapmış. Eskiçağ tarihinin ve arkeolojinin görkemli kenti sanat, kültür ve ticaret merkezi olmuş. Ege ile Akdeniz’in birleştiği en uç nokta. Knidoslular yaşamayı seven zeki insanlarmış. Güneydeki büyük liman ticari amaç için, kuzeydeki küçük liman ise savaş gemileri için kullanılmış.

Devrin en iyi şarabını üretmişler. Kazılarda çok sayıda amfora çıkarılmış. Amforalar şarap ve zeytinyağı taşımacılığında kullanılmış. Kazı çalışmaları halen devam ediyor. Kalıntıları gezerken kızıl amforaların kırıklarını görebilirsiniz. Knidos’un karşısındaki Kos adasından kalkan uçakların sesini bile duyabilirsiniz, eğer fenere tırmanma cesaretiniz varsa. Çok güzel bir gün batışını seyretmek de cabası.Bu güzel ören yerinden geç vakit ayrılıyoruz. Dönerken uğradığımız Çeşme Köyü’nün ünlü Demiroluk Çeşmesi’den su içmeyi ihmal etmiyoruz. Yöre halkının söylediğine göre, bu çeşmeden su içen birinin sözlerine asla inanılmazmış. Köy halkı çok şakacı. Biz de yavaş yavaş yöre halkı gibi konuşmaya başlıyoruz. “Töbeler olsun, ” diye söze başlayıp, “emme “diye devam ediyoruz. Artık siz düşünün, bir de bu çeşmeden su içtik....Ertesi gece yıldız yağmuru olduğunu öğreniyoruz gençlerden. Doğruca sahile iniyoruz. Her ne kadar Ali’nin yerindeki kadar yıldızları yakın göremesek de sekiz-on yıldızı kaydırıp dileklerimizi tutuyoruz. Eeee artık tatil bitti. Dönme vakti. 15 saatlik yol gözümde büyüyor. Ama deniz, güneş, çakıl taşları, tarih ve dostlarım; daha ne isterim...

 
Toplam blog
: 18
: 3826
Kayıt tarihi
: 07.11.06
 
 

İstanbul doğumluyum. Güzel Sanatlar'ın Grafik bölümünden mezunum. Sanatın bütün alanlarını seviyorum..