Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Acını çekeceksin

Acını çekeceksin
 

Acı, keder ve biraz pişmanlık çilesinden sonra mutluluk artık hazırdır sizi kucaklamaya…

Acıyı unutmayı kendine dert etmeye değer mi? Şöyle gerçekten kocaman bir derdiniz varsa, buyurun acısını çekin; Yoksa, kusura bakmayın, sizin acınız bana tat vermedi; ben kendi acıma yetişeyim...

Acının tadı çekilmedikçe ekşiyip bozuluyor; üstelik bozulurken büyüyüp çatallaşıyor, yutulamaz oluyor. Tıpkı ertelenen mutluluk gibi, ertelenen acılar da hislerin en beteri ‘pişmanlık’ ile öcünü alıyor.

Korkmayın; yasınızı tutun. Acının da tıpkı mutluluk gibi bir lezzeti vardır. Bir izin verin kendinize, sımsıkı yapışın dertlerinize! Yeterince görkemli olmasalar da, acılarınız hayallerinizin yoluna dikilebiliyorsa eğer, yeterince gerçektirler.
Derdinin sorumluluğunu yüklenip acısını çekemeyen her kimse, yaşamın tadından hak isteyemez. Üstelik çekilen acılar değildir insanı yaşamın kıyısına sürükleyip ruhsuz bir ölümün kollarına bırakan; çekilmeyen acıların geç kalmış pişmanlığındaki korkudur insanı ölmeye çeken...! Ne demiş filozof? “Beni öldürmeyen acı bana güç verir” demiş Nitetzsche

Günün birinde, arabesk kederlerinizin kıyısından mutluluğa olta atarken, ömrünüzü ertelenmiş acılar ve sevgilerle boşa harcamakta olmanın pişmanlığını yakalarsanız, geç kalmış olmayacaksınız. Sadece hatırlayın ki zamanı toptan yaşayamazsınız; tez elden, acının ve sevginin elinden saygı ve sorumlulukla tutun, ve bugünü yarına ısmarlamaktan vazgeçin yeter....

Yaşanmış olanın en iğrenç gerçekliğinden bir güzellik bilgisi çıkarabilen, yalanı ve yanlışı bir başka gerçeğin örtüsü gibi görüp sabırla karşılayan, aşkın koynuna masum bir güven içinde girenler, acılarının sorumluluğunu çoktan üstlenmiş kişilerdir.

Ve aşk aslında çoğu zaman acıların paylaşım hazzıdır.


*Talihsizliklerim içinde kıvranan yüreğimin acılarını hiçbir şey sevimli bir kadının onları okşaması kadar yumuşatamadı. (dememiş mi J.J.R.?)


Acınızın yasını tutmayı güçsüzlük saymayın. Acının bilgisi sizi daha da güçlü kılacaktır.

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona bir avuç tuzu bir bardak suya atıp tadına bakmasını söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar; ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar.

Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle, "acı" diye cevap verir.

Usta çırağını kolundan tutar ve birlikte dışarı çıkarlar. Konuşmadan az ilerideki gölün kıyısına giderler ve çırağına bu kez de tuzun hepsini göle atıp, gölden su içmesini söyler.

Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, usta ısoruyu sorar: "Tadı nasıl? "

"Ferahlatıcı", diye cevap verir genç çırak.

“Tuzun tadını aldın mı?", diye sorar yaşlı adam

“Hayır", diye cevaplar çırak.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş çırağının yanına oturur ve şöyle der:

"Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı aslında hep aynıdır. O sadece acıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acıyı hafifletmek için yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili bilgini, hislerini ve düşüncelerini genişletmektir. Onun için sen artık bir bardak su olmayı bırak, berrak bir göl olmaya bak."

-Ustam bana göl olmayı öğret lütfen.

-Öğretmeye başladım ya işte!

***

Schopenhauer diyor ki… “Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden fazla acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir.”

Bana kalırsa acıyı acıyla kıyaslayarak alt etmeye çalışmak kandırmacadan öte geçmez. Bence acının ruhumuzu ezme nedeni, bizim acının bilgisinden yoksun oluşumuzdur…

Gene de, “beterin de beteri vardır” felsefesinden yararlanmak isteyen delikanlı babasına bir mektup bırakır.

“Adam oğlunun odasının önünden geçerken hayretle bakakaldı.
Yatağı güzelce toplanmıştı ve odası hiç olmadığı kadar derli toplu görünüyordu. Sonra adam yastığın üzerine bırakılmış mektup zarfını far ketti. Üzerinde -Babama- yazıyordu. Aklından geçen bin bir kötü düşünceyle mektup zarfını açtı ve okumaya başladı:

Sevgili baba;

Sana bu satırları derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde yazıyorum. Kız arkadaşımla kaçmak zorundaydım; seni ve annemi yaşanacak rezaletten uzak tutmak istedim. Gerçek tutku ve aşkı ben Jale ile buldum ve o öyle tatlı ki anlatamam...

Şunu biliyordum siz onun vücudunun her yerine taktığı kanca küpeleri, derisine işlettiği dövmeleri, kendine has o çılgın giyim tarzını asla ama asla onaylamayacaktınız; ve tabi benden çok büyük olması da bir sorundu. Fakat benim için bunlar değildi gerçek tutku ve gerçek aşk... Baba Jale hamile!

Jalenin dediğine göre çok mutlu olacağız. Ormanda kendine ait bir karavanı ve tüm kış yetecek kadar da yakacağı var. Bir sürü çocuğa sahip olma düşüncesi rüyalarımızı süslüyor.

Jale benim gözlerimi esrar gerçeğine açtı ve artık biliyorum ki esrar kimseye zarar vermez. Esrar yetiştirecek ve kurutup satacağız; bu sayede ihtiyacımız olan kokain ve ekstaziye ulaşacağız.

Artık tam anlamıyla bilime dualar ediyoruz şu AIDS’in çaresi bulunsun ve Jale sağlığına kavuşsun diye..... O kesinlikle iyileşmeyi hak ediyor.

Endişelenmeyi bırak baba ben 15 yaşındayım ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Eminim bir gün geri döneceğiz ve sen kendi torunlarını kucaklayacak, seveceksin

Oğlun Cihan,

ÇOK ÖNEMLİ DİP NOT:
Baba yazdığım mektubun tek kelimesi bile doğru değil.
Ben Mehmet'lerdeyim.
Sadece sana, masamın üzerinde duran karneden daha kötü şeylerin de olduğunu hatırlatmak istedim. :-):-):-)


(Muharrem Soyek)

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..