Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '15

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Adana'nın yolları...

Adana'nın yolları...
 

Merkez Sabancı Camii..


Adana, Türkiye’nin nüfus olarak da ekonomi olarak da en büyük illerinden birisi. Mersin’in yanı başında olmasına rağmen doğru düzgün gezememişizdir. Zaten bizde gezip görme kültürü biraz sıkıntılı. Her ne kadar Türk ve İslam coğrafyası seyahatnameler konusunda zengin ise de biz seyahati bir kaplıcada veya otelin havuzunda suya girmeye indirgemeyi başarmışızdır.

Bu hafta sonu bir vesile ile Adana’ya gitmem gerekti eşimle birlikte. Heyecan içinde açtım bilgisayarı nerede ne var, neresi gezilir planlamaya başladım. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Türkiye Kültür Portalı” sitesi benim için ana kaynak bu tür işlerde. Müzelerden başladım, iki tanesini gözüme kestirdim: Adana Arkeoloji Müzesi ve Etnografya Müzesi. Geçen yazdan kalma Müzekart’ımız da vardı, boşa gitmeyecekti. Gel gör ki sırf meraktan yine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü (DÖSİMM)” nün sitesinde müze ücretlerini incelerken iki müzenin de ziyarete kapalı olduğunu öğrendim. İnsanda keyif mi kalıyor?

Müzelerin kapalı olması biraz canımı sıksa da artık bu konularda daha anlayışlıyım. Daha önce de Bursa gezimiz  sırasında Muradiye Külliyesi ile Şehzade Mustafa Türbesi ve külliye içindeki diğer türbelerin neredeyse toptan restorasyona alındığı ve girilemeyeceğini öğrendiğimde başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Sen tut Mersin gibi bir yerden Bursa’ya git, “Muhteşem Yüzyıl” ın kahramanın türbesini göreme. Olacak iş değildi. Sonra sakin kafayla düşündüğümde memleketin her köşesinde bir restorasyon furyasının olduğunu, bunun artık eski eserlere önem verildiğinin işareti olduğunu gördüm. Artık çok kızmıyorum kapalı kapılara..

Müzelerin üzerini çizdikten sonra cami, kilise, köprü konak gibi eserlerden müteşekkil küçük bir listeyle çıktık yola. Otoban sayesinde Mersin-Adana arası yolculuk artık çok rahat. Adana’nın kuzeyinden girdik ve Seyhan Nehri’ni güneye doğru takip ettik.

İlk durağımız Seyhan Baraj Gölü oldu. Tepelerden bakınca İstanbul Boğazı tipinde bir oluşum. Tek eksiği etrafında yalılar ve suda gezinen tekneler. Kıyılarında mesire yerleri, restoranlar, çay bahçeleri mevcut. Yakın tepelerin bir kısmına dubleks tipinde yapılar da başlanmış. Ama henüz kıyılarda büyük boş alanlar var. Bugüne kadar oraların yağmalanmamış olmasına şaşırmadım desem yalan olur. Su seviyesinin geçtiğimiz yıllara göre oldukça yüksek olduğunu öğrendik. Biraz çaba ile bölgenin muhteşem bir turizm merkezi olabilir, ama şu an yetersiz durumda..

Baraj Gölü’nden güneye doğru ilerlediğimizde Fuzuli Caddesi ile Seyhan Nehri arasında kuzeyden güneye doğru uzanan Merkez  Parkı (Doğa Parkı) ile karşılaştık. Bu park gayet bakımlı ve hoş bir ortam olmuş. Etrafta bisiklet süren, uçurtma uçuran tek tük çocuklar vardı. Göz alabildiğine uzanan çimlerde muhtemelen bir baba ve iki çocuktan oluşan aile tek başlarına top oynuyor, Suriye’li olduğunu tahmin ettiğim kadınlar ve çocuklar parktaki havuzun ve çiçeklerin etrafında geziniyorlardı. Pazar günü öğle vaktiydi, hava ılıktı, güneş tepeden vurup yakmıyordu ve böyle bir park gayet sakindi. Üstelik burası Adana gibi Türkiye’nin en kalabalık şehirlerinden birisinin merkeziydi. Hala nedenini anlayabilmiş değilim.

Merkez Parkı’nın güney ucunda Sabancı Merkez Camii mevcut. Bu cami yapıldığında iyi hatırlıyorum, “çölün ortasına neden böyle bir cami yaptılar” diyorduk. Oysa şimdi etrafındaki bölge yapılaşmış ve parkla birlikte vaha görünümüne bürünmüş. Caminin etrafı açık olduğu için  daha etkileyici duruyor. Bence bu tür yapıların etrafının açık olması lazım. Yoğun yapılaşma tarihi eserlerin görüntüsünü ve etkileyiciliğini bozuyor. Yine Bursa gezisinde Koza Han’ın muhteşem  giriş kapısının beş-on metre önüne yapılan binalarla katledildiğini görünce içim cız etmişti.

Sabancı Merkez Camii’nden sonra doğuya doğru ilerledik ve Seyhan Nehri’nden karşıya geçtik. Sonra güneye döndük, Seyhan Nehri’nin iki tarafını birleştiren bir Roma Dönemi (M.S.384) eseri olan Taşköprü’ ye ulaştık. Köprü gayet sağlam görünüyordu. Kitabesinde her ne kadar “halen dünyanın şehir içi trafikte kullanılan en eski köprüsü”  iddiası varsa da araç trafiğine kapalı idi. Üzerinde balık tutanlardan ve işportacılardan başka kimseyi göremedik. Doğrusunu isterseniz ailece üzerinde yürümeye cesaret edemedik, ortam pek hoş değildi ve ortalık da mezbelelik gibiydi. Girişine yakın bir yerden fotoğraf çekip ayrılmayı tercih ettik.

Taşköprü’nün biraz güneyinden tekrar batı yakasına geçtik. Zor da olsa Yağ Camii’ni bulduk. Bulunduğu yer eski mahallelerden birinde olduğundan dar yollar ve tek yön uygulaması yüzünden epeyce hırpalandım trafikte. Bazı yollarda tek yön olup olmadığını karşıdan gelen arabanın üzerimize sürüp sürmediğinden anladık. Yağ Camii, caminin hacmine göre gayet büyük bir kapı ve genişçe bir avluya sahip. Avlunun kenar kısımlarında da değişik bölümler mevcuttu.  Her zaman ki gibi dışarıdan fotoğraf çekmekte zorlandım, etraftaki yapılar yüzünden. 

Camiden sonra tekrar geriye doğuya doğru döndük ve bir nevi bitpazarı tarzı kullanılan hanların arasından geçip büyük saat kulesine ulaştık. Hanların arasından kuleye doğru gittiğimiz yol taş döşenmiş ve kaldırımlar elden geçirilmiş. Altyapı güzel olmuş ama her esnaf zaten bir metre genişliğinde olan kaldırıma bir sandalye atıp oturunca yürüyecek yer kalmamış. Bir de çarşı boşaltılmış gibiydi. Koca çarşıda bir müşteri olmaz mı? Yol boyunca nerdeyse tek başımıza ilerleyince tedirgin olduk. Hanların bitimindeki Büyük Saat Kulesi yolun ortasında kalınca manzarayı kurtarmış ve kalabalığın arasında kaybolmamış. Osmanlıdaki saat kuleleri arasında en uzunuymuş.

Kuleden sonra geriye döndük, Yağ Camii’nden kuzey-batıya doğru ilerledik ve Bebekli Kilise’ye ulaştık. Kilise belli günlerde ziyaretçilere açık olduğundan giremedik.  Girmeye de çok hevesli değildim. Kıbrıs ve Batum’da katedralleri gördükten sonra küçük bir kilisede ne görebilirdik ki? Bu kilise de nerdeyse gıcıklığına yapılmış izlenimi verilircesine etrafı binalarla sarılı idi. Bahçe duvarına bitişik binalar yüzünden doğru düzgün neye benzediğini de göremedik. Türkiye Kültür Portalı’nda bir resim çekmişler, sanki etrafı açık gibi çıkmış. Oysa o resim yan binaların birinden çekilmiş, kilisenin altı gözükmüyor. Görünecek bir yeri de kalmamış, çünkü binalarla sarılmış. Ön kısımda çatıda bir Meryem Ana Heykeli var, bebeğe benzediği için Bebekli Kilise demişler. Ben pek benzetemedim bebeğe. Bizimkilerin isimlendirme konusunda da üstlerine yok hani. Arka kısımda ise üzerinde haç bulunan bir kule var, arka sokaktaki binaların arasından zar-zor görünüyor.

Şehir içi bizi epeyce gerdi. Hadi sizi Misis Köprüsü’ne götüreyim dedim. Köprü Ceyhan’a yakın bir yerde Yakapınar’da. Köprüye giderken Misis Mozaik Müzesi 200 metre tabelasını göründe bir sapayım dedim. Normalde planlama yaparken müzeyi gördüm ama pek önemsemedim. Görünce de bir daha peşin hükümlü olmamaya karar verdim. Bahçede büyük küpler, sütun başlıkları, sütunlar, yazılıtaşlar, lahit mezarlar mevcuttu. Tahrip olmuş bazı mozaikler de bahçede yatıyordu. Zemindeki geniş mozaik alanın üzerine bina yapılarak korumaya alınmış. Beklemediğim kadar geniş bir mozaik alanı mevcut. Tabi çoğu da yok olmuş. Yine de kalanlar gidip görmeye değer. Duvardaki panolarda bazı mozaik resimleri  gördüm, zeminde olmadığını fark edince sordum. “Dışarıda kapının önünde ya “ dediler. Hiç fark etmemişim de hazinenin önünden geçmişim.

Müzeden çıktık, az ilerde Misis Köprüsü’nü bulduk. Bir taş köprü ve bitiminde tahminen bir şehir kapısı kalıntısı. Köprü iyi korunmuş, araçla da geçilebiliyor üzerinden. Sessiz sakin bir ortam, tam kafa dinlemelik.

Köprüyü de gezdikten sonra günü tamamlamaya karar verdik. Dönüşte merkezde bir “Adana” yedik. Size bir tavsiye “Adana”yı Adana’da yiyin.

26.Ocak 2015

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..