Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Adım saymadan salsa öğrenmek

Hiç Kübalı yoktu içeride. Benim gibi amatör Kübaseverler için yaratılmış olsa da, soluduğum Havana atmosferi yeteri kadar büyüleyiciydi.

Ellerine aldıkları içki kadehlerini bel hizasında taşıyan kalabalığın sahneye dönük yüzlerinde gördüğüm sunilik, canlı müzik yapılan ortamlardan uzak tutardı beni. Bu sefer umursamıyordum. Duvarlara asılan onlarca yazı, resim ve bayrak ilgimi suni suratlardan uzaklaştırıyordu. Rom içmek aklıma gelmemişti. Hazırlıksız yakalanmıştım. Bira içiyordum. Bara dayadığım dirseğimin değdiği iki buçuk litrelik bir sürahiden bardağımız boşaldıkça takviye alıyorduk.

"Böyle bir yer olduğunu bilmiyordum" dedim.
"Bir akşam yoldan geçerken gördüm, girdim. Bu ikinci gelişim" dedi.

Biralarımızdan yudumlarken Küba'nın nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalışıyordum. Daha önce de çok düşünmüştüm ama gördüğüm manzara hayalimi tetikleyecek sunuma sahipti. Hayal gücümü özgür bırakmıştım. Arkam sahneye dönüktü. Sadece duvarlara bakıyordum.

"Castro ölmeden Küba'yi görmeyi çok isterim" dedim.
Güldü. Birasından yudumladı.

"Karım hamileydi. Bir akşam konuşurken Küba'ya gitmeye karar verdik. Şaka olarak kalmasını istemiyordum. O da istemiyormuş, ertesi gün plan yapmaya başladık. İnternetten kalacak yer bulmaya çalıştık. Çok az kayıt vardı. Havana'da bir pansiyon bulduk sonunda. Geliş tarihimizi yazıp, mesaj attık."

Ne müziğin sesi vardı, ne de duvardaki resimler. Yavaş yavaş anlatsın, bütün detaylar aklımın en unutamayacağım yerine kazınsın istiyordum.

"Mesajımıza cevap gelmedi ama yine de biletlerimizi aldık. Havana'ya indiğimizde elimizdeki adresten pansiyonu bulmaya çalıştık. Herkes yardımcı olmaya çalışıyordu. Sivil polis olduğunu tahmin ettiğimiz biri yanımıza gelip, bizi istediğimiz yere götüreceğini söyledi. Sokakları yürüyerek geçtik. Yüksek kapılı bir evin önüne geldiğimizde yanımızdaki adam durdu. Aradığımız yere geldiğimizi yarı İngilizce yarı İspanyolca söyledi. Kapıyı çaldık. Yanık tenli, pantolonunun üzerindeki atletiyle, elli yaşlarında biri açtı kapıyı. Kendimizi tanıttık. Mesajımızı almadığını ama yine de çatı katında bir odası olduğunu söyledi. Odayı beğenirsek hemen tutabileceğimizi de ekledi. Çantalarımızı yüksek tavanlı evin girişinde bırakıp, geniş merdivenlerden yukarı çıktık. Çatı katı dediği yer aslında ikinci kattı. Yüksek ve ahşap oda kapısını açıp başıyla odaya girmemizi işaret etti."

O anlatırken, herşeyi ama herşeyi yaşamaya çalışıyordum: Yorgundum. Çok uzun yoldan gelmiştim. Çantalarım vardı. Kalacak yer bulma konusunda sıkıntılıydım ama yine de herşey uyanmak istemeyeceğim bir rüya gibiydi. Gözlerim açıkken rüyaya dalmıştım, Küba'daydım. Dinlemiyor, yaşıyordum.

"Odaya girer girmez ‘tutuyoruz’ dedik. Kapı birkaç adım sonra çok büyük bir balkona, balkon uçsuz bucaksız okyanusa açılıyordu. Ay ışığının temizlik vakti gelmişti; köpüren dalgalar tüm yorgunluğumuzu sildi süpürdü. Aştığımız uzun yollar kadar derin bir dinginlik içinde önümüzde uzanan manzarayı içiyorduk ki kapı çalındı. Kapıyı açan atletli adam birkaç saat sonra yemek yiyeceklerini, istediğimiz özel bir şey olup olmadığını sordu. Çok açtık, seçim yapacak durumumuz yoktu. İlgisine teşekkür edip, üstümüzü değiştirdik. Böyle zamanlarda çantandan çıkardığın temiz giyecek sadece görüntünü değiştirmez, ruhunu tazeler.”

“Ev sahibinin yemek için bizi çağırdığı odaya geçtik. Balkonda upuzun bir sofra vardı. Atletli adamın emekli bir amiral olduğunu, dostlarını da davet ettiği uzun masadaki sohbet sırasında öğrendik. Masada denizden çıkan herşey vardı. Bizim şerefimize şaraplar içildi, ülke kültürlerinden konuşuldu."

Soğuk bir Moskova gecesini yaşıyorduk ama onu dinledikçe ağzımda sıcak denizlerin balık tadı canlanıyordu. İçtiğim bira, emekli amiralin masasındaki Küba şarabı gibi geliyordu. Hiç susmasın istedim. O da anlattıkça yaşadı. Hissettikçe anlattı. Dinledikçe yaşadım, yaşadıkça kaptırdım. Havana'dan otobüse binip güneye doğru yolculuk yaptık. Gittiğimiz şehirde sokak festivaline katıldık. Salsa, ritmik adımlarını sokaklara sinen kültüründen alıyordu.

-20 derecelik havanın, yolları örten beyaz karların ülkesi Moskova’daydık ama içim sıcacıktı. Nedenini bilmek zorunda değildim; görmesem de aşıktım. Orada olduğunu bilmek bile yetiyordu. Dünyanın değiştiğini düşünüyor, ayak uydurmak için çırpınıyorduk. Uyum sağlayamıyordum. Gelişmenin yatay değil, boylu boyunca derinlemesine olduğuna inananlardandım. Kabımıza sığamadan geliştiğimiz 2000’li yılları yaşarken aklıma beş yüz sene önce dünyaya sığmayan Columbus geldi. Gelişmişliğin sembolü Amerika’yı keşfetmeden hemen önce karasına ayak bastığı Küba için söylediği sözler çınladı kulağımda: “Bundan daha güzel bir ülke, daha dostane insanlar görmedim.”

Sahnedeki grubun çaldığı şarkıya teslim ettim kendimi: “no rum without music, no music without rum.”

 
Toplam blog
: 33
: 2040
Kayıt tarihi
: 07.07.06
 
 

Evli. Baba. Ailesine düşkün. Mühendis. Fenerbahçeli. Suya yazar.   ..