Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ağustos '09

 
Kategori
Felsefe
 

Ağladığım...

Ağladığım...
 

'Seher vakti burda kimler ağlamış? Çimenlerde göz yaşlarının izi var...''



İlk Damla: İstanbul’da bir düğün, bir geceye nakşoldu... Belediye başkanından bakanlara, başbakandan iş adamlarına kadar tüm seçkin insanlar eşleriyle birlikte oradaydılar... Son günlerde klimanın altında fazla yattığım için üzerinize afiyet üşütmüşüm. Sn. Cumhurbaşkanı ve eşleri de orada mıydı, değil miydi göremedim, mideme giren ani bulantı sonucunda haberin devamını kaçırmışım…

Düğün bir sarayda yapılıyordu. Bir İstanbul masalıydı ama aşkı göremedim, Umre’ye gitti dediler. Damatla gelin boğazdaki saraya deniz yoluyla geldiler... İmparatorluktan kalma atlas yelkenli, köleleri temsilen kıçtan motorlu, allı pullu şıkır şıkır bir tekneyle… Düğün davetlilerini bir görseydiniz… Bütün ziynetler insanların gözlerine sokulurcasına takılmış, davulculara Amerikan dolarları saçılmış, zemzem suyundan şerbetler yudumlanmış, ipekler, taftalar seller gibi akıyordu… Kapılarda Mercedes’ler, BMW’ler, Linkon’lar fink atıyordu… TV’den izlerken ezildim…

Aklıma, Türkiye’nin 10-15 yıl önceki burjuvazisi geldi… Her şey tıpatıp aynıydı… Bir yanda koskoca bir ayı 500-600 TL ye bitirmek zorunda olanlar, bir yanda arsız ve utanmaz bir hayatı insanların gözüne soka soka, haramla yaşayanlar… Ve beyaz yakalıların sürekli yaşadığı yarın korkusu... Dünün Türkiye’siyle bu günün Türkiye’si arasında Hiçbir fark yoktu. Daha doğrusu tek fark şuydu: Sinekkaydı adamların yerini kirli sakallı, badem bıyıklı adamlar… Uzun yırtmaçlarla sexapellenmiş tuvaletleri giyen, saçları sarıya boyalı kadınların yerini ise yırtmaçsız tuvaletlerin içindeki başları örtülü kadınlar almıştı… Sınıfsız bir toplum hala ütopyaydı…

Bu görüntüler de değişir yakında… Diğerleri nereye gittiyse bunlar da oraya giderler… İnsanoğlu yaşadığı her şeyden bir ders çıkarır… Tüsiad ile Müsiad arasındaki farkın sadece ve sadece, yazımdaki tek bir harf farkı olduğunu görür… Bunun dışında başka hiçbir farkın olmadığını anlar. Görür: Şu an için sadece egemen sınıfların gürültülü bir yer değişimi yaptığını, anamızı belleyenlerin aslında hala aynı kadılar olduğunu ve bir gün anlar bu insanlar gerçek paylaşıma ve adalete giden tek yolun ne olduğunu… O tek yolun yolcularına güç diliyorum…

2.damla: Sn. Cumhurbaşkanı güneydoğuda bir yerde konuşma yapmış… Yörenin adı Güroymakmış. Eski adı ise Norşin… Sayın Gül, Norşin diye bahsetmiş yöreden konuşmasını yaparken… Her kez heyecanlanmış… Hem de çok heyecanlanmış… Merak ettim bu heyecanın nedenini, özellikle o ismin ne anlama geldiğini merak ettim. Norşin: ‘’Nur ışığının düşüp, yayıldığı yer’’ anlamına geliyormuş… Nur’un neyi temsil ettiğini bilmeyen var mı bilmiyorum… Varsa da öğrenirler yakında… Siz, Güroymak’a Norşin deseniz, Vana Wan, İstanbul’a da Konstantinopolis deseniz… Hatta ve hatta Türkiye diye bir ülke yok çünkü böyle bir halk yok da deseniz… Ne yazar? Siz adaleti ve barışı getirebilir misiniz? Siz bu yoksul halkın karnını doyurabilir, ona bir eğitim verip kendi kendine yetebilir, hatta başkalarına da faydası dokunabilir bir hale getirebilir misiniz? Siz, trilyonlarını sağdığınız bu memleketin memelerinden bu yoksul halkın da süt içmesini ister misiniz? O düğünlerin, o taftaların, o dolarların, o altınların değerini ne bir eksik ne bir fazla… Bu yoksul halkla paylaşabilir misiniz? Bunu sadece ve sadece kimler yapabilir sizce? Bir dilim ekmeğini dostuyla kimler paylaşabilir sizce? O tek yolun yolcularına güç diliyorum…

3.damla: Sabancı ailesinden Ali Sabancı, bu günlerde bir GSM operatörünün reklam filminde oynuyor. Harfi harfine değilse de aklımda kaldığınca söylediği şu: 3G teknolojisini yıllardır uyguladığı için o operatörün işi çok iyi bildiğini, bu yüzden diğer GSM operatörleri gibi arge’ye yatırım yapmayacağını ve bu yüzden de en ucuz 3G teknolojisini bu operatörün sunabileceğini anlatıyor… Meşhur bir efsane vardır: Türkiye kendi tankını üretmek istediğinde ABD dermiş ki, ne gereği var canım, dünya para harcayacaksınız bu yoklukta, oysa ben size çok daha ucuza tank satabilirim. Bu sözler bir efsaneden ibaret olsa da, hayatın içinde gerçeklik payı taşıyan onlarca örneği görebiliriz. Türkiye’deki sanayi, ithalatla ihracat arasındaki uçurumdan doğan cari açık, Türk parasının yabancı paralar karşısında sürekli erimesi, bu verilerin delilleridir.

Asıl önemli olan ise ‘’Devrim arabaları’’nın başına gelendir. Devrim arabalarının başına gelenlerin sebebi, Ali Sabancı tarzındaki hayata bakış açılarıdır. Bu bakışı elbette yadırgayamayız çünkü Ali Bey Türkiye burjuvazisinin önemli isimlerinden biridir ve hayata liberal bir pencereden bakması kadar da doğal bir şey olamaz. Ali Bey sadece ve sadece şirketinin kârlılığına endekslemiştir hayatını… Bunun dışındaki her etken, onun için herhangi bir artı değer kaydetmemektedir. Bu yüzden, onun için ulusal değerlerin bir anlamı da yoktur. Türkiye’nin kendi kendine yeterliliğinin, cari açığının dengelenmesinin, milli gelir paylaşımının bunlara bağlı olarak adilleşmesinin, ithalatın yerini üretimin alarak işsizliğin yok olmasının ve buna bağlı olarak iç tüketimin artarak sanayileşmeyi tetiklemesinin liberaller için hiçbir anlamı yoktur. Onlar sadece ve sadece bilançonun dibine bakarlar. Bu yüzden, sermayenin dünyanın her yerinde hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşmasını isterler. Bu yüzden Osmanlıda kapitülasyonlar vardı ve bu yüzden de AB var. AB’nin eski adı neydi? AET, yani Avrupa Ekonomi Topluluğu…

Peki… O reklam filminin fon müziği neydi anımsayanınız var mı? Hatırlatayım: Ey! Özgürlük… Sözlerini anımsayalım şimdi:

‘’Okulda defterime Sırama ağaçlara
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Yazarım adını

Yaldızlı imgelere
Toplara tüfeklere Kralların tacına
En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına Gölgede değirmene yazarım
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola Hınca hınç meydanlara adını
Ey özgürlük!

Kapımın eşiğine
Kabıma kacağıma İçimdeki aleve
Camları oyununa
Uyanık dudaklara Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime Derdimin duvarına
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa Yazarım adını

Geri gelen sağlığa
Geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını
yazarım
Bir sözün coşkusuyla
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!’’

İlginç değil mi? Sayın Livaneli’nin bu sözleri yazma nedeni, yanılmıyorsam 12 Eylül darbesine karşı bir tepkinin dile gelişiydi… Bu şarkının şu an o reklamın fonunda neyin özgürlüğü adına söylendiğine şaşıp kalıyorum. Bundan daha büyük bir gözyaşı damlası olabilir mi? Mevcut ortaçağ düzenini, sözüm ona ‘sol’ adına destekleyenlere ağlıyorum… Enternasyonalizm ile Globalizm’i birbirine karıştıran ve artık kendilerini ‘liberal sol’ olarak tanımlayan liboşların haline acıyorum… Amerika Ortadoğu’ya ne kadar özgürlük ve demokrasi getirdiyse, kara gözlü çocuklara ne kadar ölüm ve açlık getirdiyse, bu arkadaşların da liberalizme o kadar solculuk getirebildiğine ağlıyorum...


İnsanoğlunun nihai hedefi olan barış ve kardeşliğin o şanlı ‘tek yol’ unda yürüyenlere güç diliyorum…

Sahi, o gençlik yıllarınızda sımsıkı sarıldığınız o tek yolun ne olduğunu anımsıyor musunuz? Umudu nerelerde arıyorsunuz? Umut hala insanda…

 
Toplam blog
: 153
: 1481
Kayıt tarihi
: 16.09.06
 
 

Tıka basa dolu bir adam değilim. Balığı gördüysem derine inerim. Uzun süre gölgede kalamam. Okuru..