Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '08

 
Kategori
İnançlar
 

Ahiret inancı olmasaydı?

Ahiret inancı olmasaydı?
 

Ahiret Olmasa idi? Bu inanç olmasa idi hayatımız nasıl şekillenirdi?İnsan sonsuzluğamı Programlıdır?


Hayat boyu davranışlarımızı hangi kriterler (kıstaslar) üzerine kurguladık. Bizi bir kötülükten uzak tutan ahlaki normlarımız mıdır yahut belirli korkular mı? Kimsenin olmadığı bir yerde açlıktan kıvranırken bize çalmamayı söyleyen gizemli sesin ardındaki gerçek nedir?

İnsan aklı ile seçme erdemine sahip ve seçebilmesi nedeni ile de belirli sorumlulukları olan bir varlık. Evet ya da hayır der iken bir şeylerin olmasına imkân vermekle birlikte aynı zamanda başka şeylere de olmaz demektedir. Hayattaki tüm davranışlarımızı çok basit bir anlam düzeyinde artı ve eksi hanelerine dağıtmak ile yaşam, sonunda ahiret inancı olmasa da ölüm olan bir gerçeklik neticesinde nasıl bir hal alır? Kimileri ölüm ardındaki ahiret gerçeğine inanmayıp ölümden sonra başka dirilişlere veya tamamen yok olma noktasındaki gidişe inanmakta. Bu netice ile de gününü gün etmekte, yaşadığı günün çektiği havanın “hakkını vermekte”, tadını çıkarmaktadır. Bunu yaparken, asla ahiret gibi bir gerçeği düşünmediğinden de, davranışlarını kontrol eden mekanizmayı sadece çıkarlarını düşünen aklına bırakmaktadır. İçmek, zina, faiz, haram, hırsızlık, yalan.. Hayatın tadını çıkarmak adına hepsini özenle kullanmakta, “değerlendirmektedir”.

Şimdi yaşama kısaca bu pencereden bakıp, davranışlarımızı kontrol etmemize yardımcı olacak veya bu davranışları bize sorgulatacak parametreleri belirlemek üzerine birkaç örnek ile bu durumu kafamızda netleştirelim. Girişte de belirttiğim üzere, farz edelim ki kimselerin olmadığı, güvenlik kameralarıyla gözetlenmeyen bir sokağın içinden geçmekteyiz cebimizde kuruş metelik yok ve eve, ayakların götürmek istemediği boş ve gıdasız ellerle gitmekteyiz. Hemen sokağın karşı tarafında içinde bin bir çeşit yiyeceğin olduğu bir dükkân ve açlık ile tokluk arasında ise ince narin bir renksiz cam. Gerçekten de öyle mi? Yani aç olan kişinin üstelik evinde de bekleşenlerin olduğu bu kişi ile hemen sokağın karşısındaki gerçek arasında ki tek engel bu tek vurumda kırılacak olan cam mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için elbette ellerinde hayatın gerçek ve sertleşmiş izleri olan bu insanın kişiliğini bilmek gerekir. Bu noktada temelde akılda beliren soru şudur. Yapmak ya da yapmamak daha genelde bu özel örnek için çalmak ya da aç kalmak. Bu soruya “doğru” yanıtı verdirecek olan varlık ya da duygu ya da hissin kaynağı nedir? Akıl, vicdan, ahlak... Ve burada doğru olan gerçekte nedir?

Şimdi burada biraz durup kendi kendimize şu soruyu soralım içinde ahiret inancı ve Allah olmayan biri, gelecekle ilgili vermesi gereken hesabı olmadığını düşünen biri, bu durumda hareket ederse sonuç ne olur? Bu soruyu dünya üzerinde farklı kültürde inanışta yaşayışta ve ekonomik gelirli farklı düzeyde olan milyonlarca insana sorsak cevap verdiklerinde netice büyük oranla tüm bu kesimlerde aynı olacak ve aç olmak yerine çalmak seçilecektir. Etrafta kimse yok mahkeme yok polis yok sorgulayacak bir kuruluş olsa da yakalanmayacağını biliyorsun evde aç ve senin getireceklerini bekleyen çok sevdiğin çocukların ve eşin var, üstelik 1 yaşındaki minik bebeğin açlık nedeni ile fazlası ile hasta, şartlar ne kadar da “çal” demeye müsait üstelik! Değil mi?

Soruya birçoklarımızın kişisel cevabı da bu yönde olacaktır, şüphesiz. Peki, neden birçoklarımızın diyor da herkesin diyemiyoruz. Burada bize bu kelimeye seçmeye zorlayan etken, ahretten ve Allah korkusu ve inancından bağımsız (olabilecek) bir ahlaki norm gerçeğidir. Bazılarımız -bu dünyada çok az bir oranda kişide var- kendi yaşayışlarında belirli ilkeleri hep göz önünde bulundurur ve çoğu zaman kendi çıkarlarına ters de olsa rasyonel faydacı akılla çelişse de, bu ilkelerden vazgeçmez, yaşayışlarını da bu şekilde sürdürür. Bir ateistin, eğer çalmıyorsa kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkalarına yapmıyorsa bu davranışlarının altındaki gerçek, evrensel bir mutluluk üzere kurduğu ve korumaya çalıştığı ahlaki ilkeleridir. Aksi halde birey merkezli bir rasyonel akıl üzere hareket edildiğinde herkes kendi çıkarları çerçevesinde hareket eder ve bu noktada yapılan tüm davranışlar da “doğru” ya da “haklı” gerekçelere dayanır.

Ahlakın ahiret olmasa da, Allah inancı olmasa da hayatımızdaki yeri bu bakış ile fazlası ile mühimdir. Üsteki olaya ahlak penceresinden bakan kişinin verdiği cevap eğer seçtiği ilkeler evrensel bir kurallar bütününe hizmet ediyorsa belirttiğim şekilde olacaktır. O anki kısa vadede faydacı düşünen aklının dediğini değil, asla yakalanmayacak, sorgulanmayacak dâhi olsa ve bir cezaya çarptırılmayacağını bilse de, çıkarına ters olanı yapıp çalmamayı seçecektir.

Ahlak tarafından olay bu şekilde neticelenecek, şimdi üsteki aynı olaya aklın vereceği cevap üzere çıkarımlarda bulunmaya çalışalım. Gerçekten de çok etraflıca düşünmediğimizde, aslında duruma verilecek tepki çok da zor değil. Ancak biraz yaşam gerçeğinde ki derine inip öze vardığımızda görülecektir ki, aslında akıl da bizi “çalma ve aç kal” noktasına götürecektir. Şimdi bu hususu biraz irdeleyelim.

Öncelikle olaya üst bir bakış getirerek birçoklarımızın yapacağı davranış altında yatan gerçeğe gidelim. Olaya tekrar dönecek olur isek, kişiyi gözetleyen kameraların olmadığı, etrafında kimselerin olmadığı, kendine şah damarından da yakın olan bir yaratıcı tarafından da kuşatılmadığını düşünen, aynı zamanda tüm ahlaki melekelerden uzak bir yaşayışa sahip, ahret (hesap verme) gibi kavramlardan da uzak bir kişi, yakalanmayacağını da o minik aklı ile kestirebiliyor iken ve evde aç biçare bekleşen minik kuzucukları olduğu halde niye ne sebeple çalmasın… Dürüst olmak gerekirse eğer gerçekten böyle bir yaşayışa sahip olan biri çalmam diyor ise burada bir “sorun” var demektir.

Kısa anlık günlük veya yıllık veya ömürlük bir bakış ile nasıl olsa hesap vereceğim bir merci yok deyip çalma–buna ihtiyaç giderme kisvesi altında kılıf giydirilebilir- ile neticelenen durum sonrası şimdi olaya daha uzun vadeli ve birey değil evren merkezli bir potada bakalım.

Az önce aklımızı kullanarak verdiğimiz karara bu sefer yine aklımızı kullanarak farklı bir cevap verme uğraşına gidelim. Üstteki koşullar yine aynı ve açlıktan ölmek üzere olan bebek hala bir yaşında. Bu noktada aslında hepimizin bildiği yaşamı iyileştiren ve herkesin bir anda uyması ile ne savaş ne şiddet ne hırsızlık tüm bunların anında bıçakla kesilmiş gibi birden yok olacağı bir kural var. Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma. Bu bilindik altın kuralı yineledikten sonra olaya tekrar dönelim, kişi(baba) aklını kullanarak; eğer ben bu koşullarda bunu çalarsam, yine aynı ben gibi birçok kimse de böyle düşünerek dükkânları soyarsa ve benden daha kötü şartlarda olan biri banka soyarsa ve ve ve… Sonu olmayan bir dipsiz kuyu! Herkesin aklını bu yönde kullanması ile hayat yaşanılmaz bir hal alır diyerek bir evrensel bir akıl oluşturamaz mı? Aklını kafatasından çıkarıp dünyaya yayabilirse, o gün belki aç kalacak belki bir sonraki gün de. Ama şu bir gerçek ki bu akıl dünyaya yayıldığında hiçbir ahret korkusuna gerek kalmadan da yaşam mutlu bir şekilde sürebilir. Farkındayım fazlası ile ütopik(hayali) bir dileği buraya yansıttım. Ancak belirtmek istediğim bunun olabilirliğini sorgulatmak değil, aklın bu yönde de karar verebilirliğini göstermek. Tabi ki gerçeğe baktığımızda “bir kereden bir şey olmaz” ya da “kimse görmezse kimse fark etmezse kim bilecek” gibi kendini haklı kılan cümleler ardında durum yine çalmak ile neticelenecektir.

Ahlak ve akıl ile olguya verilen farklı tepkiler ardından şimdi yine aynı olguyu vicdan ile de değerlendirmek mümkün. Burada vicdan dediğimiz insanın iç iyiliğinin aynası olan görünmez mahkemenin tavrı hak adalet gibi kavramlardan yana mı olacak, yoksa içini cızlattıran minik aç hasta bebeğinden yana mı? Geçmişten bugüne birçok anne sırf annelik güdüsü ile bebeğim çocuğum aç kalmasın diye elinden o anlık bir şey gelmediğinden ötürü çalmıştır bu yaparken de ne zenginlik hayallere kurmuş ne de ihtiyacından fazlasını almıştır. Bu durum tamamen annelik içgüdüsü ile gelen bir netice. Vicdan denen bu dürtüyü içimizde var eden nedir? İnsana, ne kadar kötü bir birey olursa da olsun bir noktada dur dedirten nedir? Gözü dönmüş bir caninin karşısındakinin boğazını kestikten sonra onun gözlerini çıkartmaması kulağını burnunu kesmemesine iten, dur daha yapma diye dedirten nedir? Oysa kulak kesmek boğaz kesmekten çok daha “masum” iken…

İnsanın yaratılışla içine yerleştirilmiş olan bu dürtü ile de çoğu zaman kendimize dur! deriz bir noktada. Öyle ki bu cinnet geçirmiş bir kişiyi dâhi durdurabilecek kadar güçlü bir dürtü haline de gelebilmekte.

Tek bir örnekle anlatmaya çalıştığım bu ahlak akıl vicdan ahiret kavramlarını elbette daha çarpıcı örneklerle de sunmak ve bizleri daha derinden düşüncelere sevk ettirecek cümleler ve kurgular yazmak mümkün. Şimdi bu noktada sormamız gereken sorular belirmiştir muhakkak. Bizler kimseler görmediğinde, yola düşmüş bir parayı alıp cebimize koymuyorsak, bunu neye dayandırarak yapıyoruz? Allah korkusu olduğu için mi? Etik açıdan mı? Yoksa aklımız bize alma dediği için mi? Ya da aldığımızda gece uyumadan önce vicdanımızın sızlayacağını düşündüğümüz için mi? Bu örneği hayatın tüm seçenekli olaylarına dağıtmak mümkün. Bir eyleme karar verirken, bunu ney ile sağlıyoruz?

Şimdi başlığa gelelim... Ahiret olmasa idi... Cennet ve Cehennem kavramlarından bahsetmiyor olsa idik. Öldükten sonra dirilmek olmasa ve yaptığımız iyilik ve kötülüklerin karşılığı ödülü ve cezası olmasa iyilik yapmaya ya da kötülüklerden kaçınmaya devam eder miyiz?

Bu gerçekten kendimizle yüzleşmemiz gereken en önemli sorulardan bir tanesi kanımca. Bir eğer açlıktan ölmek üzere olan birine yardım ediyor isek, bunu bize vaat edilen cennete kavuşmak adına mı yapıyoruz yoksa sadece iyi olduğu için bir beklenti olmaksızın mı yapıyoruz? Yazıyı yazdığım şu sıralarda yanıma yaklaşan anneme az önce şunu sordum: Ahiret Cennet Cehennem sevap günah haram helal falan böyle sorgu sualli şeyler olmasa yolda gördüğün parayı alır mısın diye sordum alırım dedi. Ben bu soruyu kendime de sordum elbet ve sizde sorun. Eğer ahiret var iken almam dediğiniz bir şeyi ahiret cennet cehennem olmadığında alıyor isek, yaşayışımızdaki asıl sebebi tekrar düşünmek gerekir sanırım. Biz (ahiret inancı olan kimseler) o halde tüm eylemlerimizi sevap işlemek adına, cennete gitmek adına mı yapıyoruz?

Yunus Emre’nin dünya yaşayışı ile bizimkisi
cennet cennet dedikleri
birkaç köşkle birkaç huri
isteyene ver anları
bana seni gerek seni
Bu dizelerden bakıldığında ne kadar örtüşmektedir, ne cenneti ne köşkleri isteyen bir karşılıksız sevme ve yaşama anlayışı ile hayatı sürdürebilmek çok mu uzaktır? Ya da bu istek, insan fıtratına ters midir? Kısacası biz insanlar bu dünyaya cennete kavuşmak uğruna çalışmak didinmek davranmak adına mı geldik? Yoksa ayette de denildiği gibi ancak Allah’a kulluk edelim diye mi yaratıldık. Dünya yaşantısını cennete ulaşılması gereken bir araç bir sınav bir sabır yeri olarak görmekten öte düşünmek, bizlere hem aklı hem ahlakı hem vicdanı hem de ahreti tümü ile beraber ve paralel geliştiren bir imkân sunmaz mı?

Şu ana kadar gittiğim tüm camilerde hocalar hep cemaate cennete ulaşmak adına yapılması gerekenleri anlattılar. Şunları şunları yaparsanız cehennemden kurtulursunuz şunları da yaparsanız cennete erersiniz diye onlarcasını dinledim. Bu yaklaşımla hayatta verdiğimiz tüm kararları, bir üst anlayış altında kurulan kurallar bütünü ile vermekteyiz ki o anlayışın da adı ahret inancıdır. Cennet ödülüdür. Oysa –bir başkası var da hatırımdan çıktı ise affola- şu ana kadar dinlediğim Cuma vaazlarında hutbelerinde Cennete ulaşmaktan öte Allah’a ulaşmak adına konuşan tek bir hoca vardı. Belki de bu yazının kafamda şekillenmesinde o anki konuşmasının da büyük bir etkisi vardır. Ne günahtan bahsetti, ne sevaptan, ne cennetten ne de cehennemden… Allah bize bir akıl, içinde vicdan olan bir kalp ve bunlarla şekillendireceğimiz bir yaşam verdi.

Şimdi bize iyi ve kitabına uygun bir yaşam sonrası ödül olarak cennet verilmese idi, yani ahiret olması idi ne yapacaktık? Ben bu noktada yaşamın nihai amacının cennete ulaşmak olmasından çok, Allah’a varmak olması gerektiği düşünüyorum. Yaşam felsefemiz altında yatan düşüncenin ardında Cennet değil de Allah olması fikri, bizi netice ile bir sonuç olan Cennetten de uzaklaştırmayacak bilakis daha da yaklaştıracaktır.

Böyle düşünerek her eylem öncesinde ve sonrasında içimizde bir hesap makinesi kurup, şunu yaparsam şu kadar sevap, böyle yaparsam bu kadar iyilik, şöyle yapmazsam bu kadar iyilik yapmış olurum kazanmış olurum gibi düşünmekten ziyade, Allah’a varmak için ne yapmam gerek diye düşünmeye kendimizi yönlendirmiş oluruz. Ve “bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu bugün cennet için ne yaptık gibi algılamaktan da böylece kurtulmuş oluruz. Allah’a kavuşmak mı yoksa Allah’ın yarattığı cennete kavuşmak mı? Hedeflerimizi daha yüksek tuttuğumuzda aklımızı vicdanımızı yaşam kalitemizi de buna paralel bir şekilde yeniden güncellemeli ve bu düşüncenin gereklerini yapmak adına tüm bir hayat boyunca Allah’a ulaşmanın vereceği heyecan ile yaşama bu pencereden bakmalıyız.

Ya ahiret olması idi? Bu sorunun üstünden asıl olan manaya gelebilmek adına bir örnek üzerinden yaşantımıza nasıl bakmamız gerektiği adına kısa ve kendimce düşüncemi ve yaşayış gayemi anlatmak betimlemek istedim. Cennet için yaşamak… Evet, çok güzel. Hiç kuşu yok ki Cennet’i hak edenler muhakkak Allah’ın rızasını kazananlardır. Ancak bir de cennet için değil de ömrü boyunca Allah’a varmak için yaşayanlar yok mu? O’na kavuşmak için yaşayanlar yok mu?

Allah bizleri, cennetinden de ziyade kendine yakın olmayı isteyen arzulayanlar sınıfına dâhil eylesin.

Kenan Ekşi / http://www.kenaneksi.com/blog/?p=801

 
Toplam blog
: 21
: 1531
Kayıt tarihi
: 12.12.08
 
 

1986 İstanbul İtü inş. müh. öğrencisi.Fotoğraf, şiir, kitap, doğa, bisiklet, kamp, yayla, İkizdere ..