- Kategori
- İnançlar
Ahmed Hulusi´den Özlü sohbetler

Bütün gördüğünüz herşey, içinde yaşadığınız dünyanız, asla ve asla bir dış dünya değil, beyninizin içindeki bir hayal dünyası. ..................
Kısa bir süre de olsa Milliyet blog'da yazılarını okuduğumuz Üstad Ahmed Hulusi'nin bu kez elime nefis bir makalesi geçti. Yasadığımız boyutu tüm gerçekleriyle anlatan bu yazıda yasam felsefesi ile ilgili bir çok kesit var.
Şimdi boş boş konuşmayı adet haline getirmeden, sizleri onun bu çarpıcı açıklamalarını okumaya davet ediyorum.
***
Ahmed Hulusi´den ÖZlü sohbetler
BEN KENDİMDEKİ SENLE BERABERİM, SENDE SENDEKİ BENLE BERABERSİN!
Aslında bir çok zaman siz farkında olmadan bedensiz yaşıyorsunuz.
Bedenin farkında olmaksızın. Düşünürken araba kullanırsın ama bambaşka alemlerdesindir.
Bütün gördüğünüz herşey, içinde yaşadığınız dünyanız, asla ve asla bir dış dünya değil, beyninizin içindeki bir hayal dünyası. Çünkü dışarısı dediğimiz bir ortamdan Işık dalgaları gözünüzden geçerek beyninizin içinde bir elektrik frekansı elektrik dalgası olarak yerini alıyor ve bu elektrik dalgasıda beynimizin içinde görüntü meydana getiriyor. Nasıl geceleyin uykuda rüya görüyorsanız, o gördüğünüz rüya anında dışarıyla hiç alakanız yok olay tamamen beyninizin içindeki bir görüntü olduğunu, yani çok boyutlu holografik bir görüntü ortamı ise, gündüz de aynı şekilde tamamen beyninizin içindeki bir hologram dünyada yaşıyorsunuz!
Bu dışarıda görüyorum dediğiniz herşey, gerçekte beyninizin içindeki bir hologram görüntü. Herkez için bu böyle. Ben şimdi sizleri görüyorum . Ve sizleri görürken eski ilkel şartlanmama göre sizi dışarıda ayrı varlıklar olarak dünyanın üzerinde görüyorum zannediyorum. Ama ne zaman ki ilim sahibi oluyorum, ilim bana öğretiyor ki bütün bu görüyorum dediğim şeyler sadece beynime ulaşan Işık dalgalarının beynimin içinde oluşturduğu bir görüntüden ibaret!
Nasıl ki Avatar filminde adam sembolik olarak anlatıyordu, cihazın içine yatıyor gözlerini kapatıyor bir başka boyutu yaşıyor ama o gördüğü boyutun tamamını o yattığı yerde ki beyninin içinde görüyor. Bunun Gibi, hepimiz tamamen dışarıdan gelen enstantanelerden oluşmuş bir hologram dünyada yaşıyoruz...
Ben burdan kalkıyorum gidiyorum ama sen enstantanelerimden oluşan bir video albüm senin beyninin içinde hala beni görüyorsun düşünüyorsun ve beni hatırlıyorsun. Nerde seyrediyorsun beni? Kendi beyninin içindeki dünyanda. Doğdun andan itibaren olay hep böyle cereyan ettiği için beyninde, bunun beyninin içinde devamlı gördüğün bir dünyan olduğunu anlıyamayıp, gerçekten Böyle bi dışarıdaki dünyada yaşıyorum diyorsun ki, dışarıdaki dünyada neler olup bittiğinin asla ve asla hiçbirşekilde farkında değilsin...
İşte onun için tasavvufta senin dünyan yalan dünyadır gerçek dünya değil, hayal dünyasında yaşıyorsun gibi anlatımlar edilmiştir. Ve bu hologram dünyana giren enstantaneler hiçbir zaman gerçek varlığı sana tanıtmıyor. O giren enstantanelerin oluşturduğu bir dünyada yaşıyorsun. O kişinin gerçekte ne duygularına vakıfsın ne düşüncelerine Vakıfsın ne hissiyatına vakıfsın ne bildiklerine vakıfsın, hiçbirşey. Sadece o an için ondan aksedenlerden oluşan bir albüm seyrediyorsun, bir video film seyrediyorsun. Yani bunu şöyle anlatmaya çalışıyorum, sanki beynimin içinde büyük bir tiyatro salonu var, o salonun arka kısmında oturuyorsun, ön sahnede bu olay mevcut, sen ordan buradakileri seyrediyorsun, veya bazen koltuktan kalkıyorsun İŞTE ŞU ANDA BENİM YAPTIĞIM GİBİ olaya müdahil oluyorum olaya karışıyorum ve birşeyler anlatıyorum! Ama bütün bunlar hep benim dünyamda benim beynimin içinde olup bitiyor...
Bu kayıtlar beyine girdiği içinde burdan kalkıyorum eve gidiyorum burayı düşünüyorum bu kişileri düşünüyorum. Orda bunları düşünüyorum dediğim zaman senin bunlardan haberin varmı? Hayır. Ben kendimdeki senle beraberim. Sende sendeki benle berabersin. Bununla bağlantılı olarak şu hadisi söyleyeyim. Soruyorlar Resulullah'a: Ben seninle beraber olacakmıyım ya Resulullah? Kişi sevdiğiyle beraberdir diyor!
SORU: "Peki eski enstantaneler kilitlenmeye de sebeb oluyormu?"
ÜSTAD: Zaten olmuş bile. Enstantaneler dediğin şey şartlanmalar diye anlattığımız şey zaten. Seni yetiştiğin çevrede şartlandırmışlar. Ama tarikat şartlarıyla şartlandırmışlar ama sosyal şartlarla şartlandırmışlar ama başka türlü şartlandırmışlar. Neticede sen belli şeylerle şartlandığın için onun dışındakilere karşı kilitlenmişsin. Onları algılayıp değerlendiremiyorsun. Ve o şartlandığın şeylerin mutlaka terside var yaşamda. Her neyi ele alırsan onun bi terside mutlaka var. O tersi dolayısı ile de, senin yanmaların başlayacaktır. Çünkü şartlanmana ters gelen bir gerçekle karşılaştın. Karşılaşacaksın, karşılaşmama şansın yok. Şartlanman varsa mutlaka bir gün onun tersiylede bir yerde bir zaman karşılaşacaksın. Karşılaştığın zaman da yanmaya başlayacaksın...
SORU: "Peki o zaman asıl bakan neyi görüyor? Gördüklerimiz enstantaneler şekiller, asıl görülen ne? görmek diye birşey yok. Sırf şekilleri algılıyorum dünyamı yaratıyorum tamam bu belli, ama bunun altında görülmesi gereken birşey varmı?"
ÜSTAD: Var! Onu ben anlatıcam. Anlatıcam ama sen onun ne olduğunu hiç bir şekilde anlıyamayacaksın. Sende anlıyamayacaksın kimsede anlıyamayacak. Ama ben anlatacam. Çünkü senin şu zamana kadar veri tabanına soktuğun şartlanmalar, doğru budur diye verdiğin hükümler, senin beyninde yoğun kilitlenmeler oluşturmuştur. Hepinizin şu anda kendine göre o şartlanmalardan kaynaklanan yetiştiği çevrenin ananın babanın arkadaşının bilmem neyinin getirdiği sana yüklediği şartlanmalardan dolayı, ve de kendini yoğun biçimde ben bu bedenim diye kabullenmenden dolayı, daha da hakikatıyla bu ikinci beynin esareti altında yetişip gerçek dünyayı farkedememesinden dolayı, tıpkı anne karnında büyümüş ve bir hücrenin içinde dünyaya gelmiş bi çocuğun 40 sene sonra dışarıda dünya var dediklerinde dışarıda dünya yok herşey bu hücreden ibaret demesi gibi, sende bu yetişmiş olduğun ortam ve sürecin şartları ve şartlandırmaları dolayısı ile bunun ötesini ben sana ne kadar anlatırsam anlatayım, ANLIYAMAZSIN! Bunu anlaman için çoook yoğun çalışmalar yapman lâzım.
* * * * *
İNSAN-I KÂMİL`İN TASARRUFU
İnsani Kâmil`in bir varlığa sirayeti dışarıdan bir nesnenin bir nesne üzerine tasarruf etmesi gibi değildir. İnsanı Kâmil Hulûsi'nin üzerine uzaktan elektro manyetik dalgalar yollayarak Hulûsi'yi istediği gibi yönetir manası yok burda.
"Zâti bir sirayet ile herşeyde hükmünü yürütür" diyen Muhiddiyn Arabi, burda İnsanı Kâmil'in varlığın özünde olması, yani varlığın İnsanı Kamil'in özünde olması ve varlığın İnsanı Kâmil'den meydana gelmesi noktasına işaret ediyor.
Aslında benim varlığım dediğin varlık, İnsanı Kâmil'in varlığından başka birşey değildir. Ve senin ismin altında İnsanı Kâmil dilediğini tasarruf etmektedir manasını anlatıyor burada...
* * * * *
AŞILMASI GEREKEN EN ZOR PERDE
Fenâ Fi Şeyh ve Fenâ Fi Resulde olanlar hiçbir zaman ne velidir, ne de fenâ fillaha girmişlerdir. Şeyhinin başını kesmedikçe, Fenâ Fi Resulden geçmedikçe, Fenâ fillaha girilmez. Fenâ fillaha girilmediği sürecede hakikata erişilmez. Fenâ Fi şeyh Fenâ Fi Resul, en kısa zamanda geçilmesi gereken yerlerdir. Çünkü bunlar tasavvufta gerçekte bir mertebe-makam değildir. Sadece belli aşamaların yapılması için araya konulmuş kolay basamaklardır.
Bu basamaklara basıp atlamak gerekir. Atlayasın'ki hakikate giresin. Yoksa ömrünü-hayatını basamakta geçirdiğin sürece, eşikten atlayıp içeri giremezssin. Kapıda yağmur kar fırtına altında hayatın çeşitli çilelerde geçer gider. Ve zai olursun...
Şeyhin başını kesmekten gaye: Şeyh diye birinin varolmadığını görmek. Resul diye birinin varolmadığını görmek. Varlığın salt hak'tan ibaret olduğunu müşehade edebilmek. Varlığını ortadan kaldırabilmektir...
Şeyh gördüğün sürece Resul gördüğün sürece Allah'ı görmekten mahrumsun perdelisin ve sürüler şeklinde geçip gidenlere katılırsın neticede. En zor perde budur...
İşte özel olarak ilgilendiğimiz arkadaşlara baştan bu perdeyi koymuyoruz'ki atlanmak gerektiğinde kolay atlansın diye. Eğer biz bu perdeyi koyarsak, bu perdeyi geçebilmeleri çok güçtür. Ve genellikle de şeyh sağ olduğu sürece, kişiler bu perdeyi kolay kolay aşamaz...
En büyük Kerâmet
"İnsan", bir bilinç varlığın adıdır ki; bugün et-kemik bedeni kullanır; yarın, ruh bedeni; cennete girebilenler ise “nur” olarak yaşarlar!.
Dünya`da yaşarken, kendini bedensiz soyut bilinç varlık olarak hissedemeyenler, daha sonraki boyutlarda bunu hissedip yaşama olanağını elde edemeyeceklerdir.
Dünyada bedenle yaşamanın hakkını vereyim diye yalnızca iş-eş-aş hakkıyla uğraşırken; bilinç varlık olmanın hakkını ihmal ederek bunu hissedemeyenler, ebeden kozmik evrensel bilinç boyutunda kendilerini tanıyamayacaklardır.
Dünyada mertebe vekerâmet peşinde koşan bedensellikle kayıtlanmış birimler, en büyük kerâmet in “evrensel kozmik bilinç boyutunda” yaşamak olduğunun farkında bile değiller!.
Parmak ucundaki kanda yaşarken oksijen, karşı parmaktakine bakar “kim bu” dermiş!.
Toplar damara geçip de el ayasına doğru gelirken onunla “BİR”leşince, “bizmişiz” dermiş!
Koldan yukarı doğru çıkarken, gerideki yaşamı, “ben”leri hatırlamaz; parmakların kendi uzantısından oluştuğunu seyredermiş!.
Beyne ulaştığında “ben”i de kaybolur, oksijene olarak kalır; beyin hücrelerinde dolaşırken, olmasını istermiş bazı şeylerin ve onların sonuçlarını algılarmış!
Oksijen dalgaya dönüşüp dışa yayıldığında, bir bilinç dalgası olarak ne eli kolu görürmüş, ne de beyni!
Her ne demekse işte….
Kaynak: Mesajlar kitabı
Bilincimdeki ben?!..
Bilincimdekiben, ASLA değilim bir başkasının bilincindeki ben!.
Bilincindeki sen, asla değilsin benim ya da bir başkasının bilincindeki sen!.
Ben, veri tabanına göre oluşmuş bir hayâlden başka bir şey değilim senin bilincinde!… Ve sen, veri tabanına göre oluşturduğun kendi tasavvur ve hayâline demedesin, Ahmed Hulûsi!.
Oysa, ebeden beni tanıman mümkün değil!
Sen de, benim için öyle!.
Eğer anlarsan bu anlatmak istediğimi, fark edersin ki, her an daima yanlızca hayâlindeki kişilerle berabersin; asla karşındakiyle değil! Bu dünya yaşamında da böyle, ötesinde de…
Herkes, veri tabanına göre kendi hayâl dünyasında yaşamada!. Başkalarını da, tanıdığını sanarak, onlar hakkında budalaca yorumlarla yorulup, ömür tüketmede!.
Oysa, o yorumlarının tümü, karşısındakine değil; kendi hayâlinde yarattığı ve karşısınındakinin adını taktığıkendi hayalindeki yarattığına; yani kendine dönük!… Asla karşısındakine ulaşmıyor!.
Her birim, karşısındaki sûrete göre veri tabanının oluşturduğu hayâl dünyasındaki kişileri yorumlayıp; veri tabanına GÖRE onları değerlendirerek, cehennem ya da cennetinde yaşamada!.
Akıllı insan, şimdiden cenneti yaşar “ALLAH”a teslim olarak…
Ahmak da, her şeyin ille de kendi arzuladığı gibi olmasını istemede devam ederek cehennem eder yaşamını!.
Kaynak: Mesajlar kitabından.
“Mirâc”
“Mü’minin mirâcıdır, namaz” diyor..
“Mirâc” konusunu iyi anlamak lâzım!. Mirâc diye bahsedilen olayın ilk bölümü “isra” hadisesi, bir tayyi mekân olayıdır. Rasulullah’ın, Mekke’den, Kudüs’e gitmesi hadisesidir. Bu bir tayyi mekân olayı ve madde bedenle yapılan bir şey... Mirâc, burada yok!. Bu olay değil, Mirâc!.
Kudüsteki ziyaret ve Kudüsteki Rasullerin ruhaniyetleriyle toplu olarak buluşma. Bu birinci bölümü...
Bu olayın tamamı, üç bölümde incelenir..
İkinci bölümü, semâları gezişi ki, bu cennet ve cehennem boyutlarını seyir olayı BOYUTSAL bir gezi olayı; madde beden olayı değil!.. Bu da Mirâc değil!. Kudüs’teki namazdan sonra Hz. Rasulullah’ın semâları gezişi. Cebrâil’in eşliği ile yedi kat semâdaki o semâ varlıklarını; o semâların yaşamlarını, bu arada cennettekilerin yaşamlarını, cehennemdekilerin yaşamlarını seyretmesi, ikinci bölüm. Bu da mirâc değil!.
Üçüncü bölüm ise, Sidret-ül Münteha denilen; ef’al âleminin, çokluk âleminin son bulup; Cebrâil’in; “ben buradan sonra yokum” dediği noktadan başlayıp, Hz. Rasulullah’ın kendi hakikatine yönelmesi suretiyle Rabbini, bâtınında müşahede etmesi; “MİRÂC” denen olaydır.
Bu üçüncü bölüm bâtınî - enfüsî bir seyirdir; âfâki bir seyir değil!.
Birinci bölüm, Tay-yi Mekân olayıdır. İsra olayıdır, Mekke’den Kudüs’e!.
İkinci bölüm, Semâları, Cennet ve Cehennemi gezmesidir, Cebrâil’in eşliğinde. Bu da Mirâc değildir.
Esas Mirâc denen üçüncü bölüm ki, bu enfüsîdir. İkinci bölüm de afâki idi. Semâlrı gezişi cennet ve Cehennemi görüşü afâki idi. Afâki seyir idi. Üçüncüsü, enfüsî seyirdir, Rabbini bâtınında görmesidir.
“Kâb-ı gavseynev ednâ”, yani “yayın iki ucunun yakınlığı hatta daha da yakın” nisbetinde kendi hakikatinde, özünde Rabbini müşahede etmesi etmesi!. İşte bu Mirâc’dır...
Niye bu mirâcı anlattım şimdi ben size?.. Ne gereği var? Püf noktası neydi?
“Namaz, mü’minin mirâcıdır”; diyor Hz. Rasulullah...
Biz, genelde “Mirâc” diye bu üç bölümün tamamını düşündüğümüz için, “namazda bu üç bölümün tamamı olur” diye hayâl ediyoruz, tasavvur ediyoruz.
Hayır!.
Bu üç bölüm namazda tezâhür etmez!. Namaz’da tezahür eden, üçüncü bölüm diye anlattığım kısmıdır!. Hakiki “Mirâc” da budur işte.
Kişi namazı hakkıyla eda ederse, bu Mirâc onda hasıl olur.
Namazın hedefi, amacı “Mirâc”dır.
Bazıları için de, yaşamın amacı “Mirâc”dır!.
Düşünen beyin, bu cümleden şunu çıkaracaktır. Namazın amacı ve hedefi Mirâc ise, anlaşılır ki bundan, “Mirâc” edenin namazı eda olmuştur!. Elbette buna kişinin kendi vicdanı karar verecektir.
Kaynak: "Cuma Sohbetleri" kitabı.
https://twitter.com/sufafy
https://twitter.com/AhmedHulusi
http://www.ahmedhulusi.org/