- Kategori
- Eğitim
Akasya hikayeleri
Yazarı: Ali TOKUL
1966’da Trabzon’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Bartın’da tamamladı. Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
Dünya Radyo’da genel müdür olarak çalıştı. STV Ankara temsilciliği yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlandı. Halen yurt dışında bir eğitim vakfının başkanlığını yürütmektedir.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
ADINI MUSTAFA KOYABİLİR MİYİM?
Eserin Özeti:
Kaç gecedir uyuyamıyordu Mustafa. İlk zamanlar hiç geçmeyecek diye düşündüğü beş sene geçmiş ve Atayurt’ta son aylarını yaşamaktaydı. Karaganda’da üniversite okuyordu Mustafa. Aynı zamanda oradaki Kazak-Türk Mektebi’nde belletmenlik yapıyordu. Bu beş yıla ne anılar sığdırmıştı unutulması mümkün olmayan. Ne sevinçler, ne heyecanlar, ne acılar tadılmıştı kanasıya. Buraları nasıl bırakıp gidecekti bilemiyordu.
Gözlerini tavana dikmiş düşünürken birden gülümsemeye başladı. “Aslında buradan gitmem için çok önemli bir bahanem var, ” diye mırıldandı. “Kayrat gibi bir sebep herkese nasip olmaz.” Kayrat bu sene belletmenliğini yaptığı sınıfın en haşarı, en yaramaz öğrencisiydi. Mustafa ne yaptıysa kar etmemişti ona karşı. Baş edememişti. Ama yumuşaklığını elden bırakmamış; sabırla, sevgiyle, baş döndüren bir hoşgörüyle göğüslemişti Kayrat’ın tüm icraatlarını. Sınıfı elinde topaç gibi çeviren bu çocuğun kalbini, bir defa olsun, kırmamıştı. Bunları düşünürken uykuya daldı.
Ertesi gün odasının kapısı çalındı ve gelen Kayrat’tı. “Eyvah!” dedi içinden. “Yine bir vukuat yoktur inşallah”. Korktuğu başına gelmemişti. Kayrat ondan bir şey istiyordu; hafta sonu ailesi Mustafa’yı yemeğe bekliyorlardı. “Gelirim, ” dedi Mustafa. Zaten onun lugatında hayır yoktu ki. Şaşırmıştı Mustafa. Bu yemek daveti hiç tahmin edebileceği bir şey değildi. “İnşallah kötü ve kaldıramayacağım bir şakayla karşılaşmam, ” dedi içinden…
Kayrat’ın ailesi muazzam bir hazırlık yapmıştı. Neredeyse tüm akrabaları gelmişti. Herkes söz alıyor ve Mustafa hakkında bildikleri, duydukları kadarıyla bir şeyler söylüyor ve iyi dileklerde bulunuyorlardı. Sıra Kayrat’a gelmişti. Genç çocuk ayağa kalktı. Sesi de elleri gibi titriyordu. Dudaklarından Mustafa’yı gözyaşlarına boğan şu sözler döküldü:
-Ağabey sana çok çektirdim, çok sıkıntı verdim. Ama siz hep hoş görünüzle kucakladınız tüm yaptıklarımı. Bu gece büyüklerimin ve sevdiklerimin yanında sizden bir şey için izin istiyorum. Ağabey ilerde evlendiğimde, eğer bir erkek çocuğum olursa adını Mustafa koyabilir miyim?
HAYRETTİN BEY
Hayrettin Bey Semey Kazak-Türk Lisesinde kimya öğretmeniydi. Çok çalışkandı. Mesleğini çok seviyordu ve sanki onunla bütünleşmişti. Olumsuzluklarla hiç işi yoktu onun. Hep güzel görür, hep güzel düşünürdü.
Mevlüt, Hayrettin Bey’i evinden daha çok, Kimya laboratuarına giderken görmüş ve peşinden gıptayla bakmıştı. Bu sıralar çok yoğundu Hayrettin Öğretmen. Çünkü Semey’de ilk defa bir Bilim Fuarı açacaklardı ve her şey dört dörtlük olmalıydı.
…
Nihayet beklenen gün gelmiş ve fuar coşkulu bir törenle açılmıştı. Halk, lise ve üniversite öğrencileri, gruplar halinde fuara akın etmişti. Her gelen fuar alanından memnuniyetle ayrılıyordu.
Hayrettin Bey kimya stantlarının birinden diğerine koşuyor, konuklarla ilgileniyor, öğrencilerine elleriyle elma kesip ikram ediyor, onlara yemek servisi yapıyordu. Üç gün süren fuar beklenenin ötesinde bir ilgiyle karşılanmıştı.
Aradan birkaç gün geçmişti. Mevlüt, Hayrettin Bey’le karşılaşmıştı. Bir müddet fuardan, okuldan, Semey’den konuştular. Bir ara Mevlüt, “Hocam kusura bakmayın telaştan sormayı, ilgilenmeyi unuttum. Babanız hastaydı nasıl oldu?” diye sorunca Hayrettin Bey’in rengi değişti, gözleri doldu, genzi düğümlendi. Neden sonra konuşabildi:
-Babamı kaybettim Mevlüt.
Mevlüt şok olmuştu. Hiç beklemiyordu bunu. Hayrettin Bey’in babası fuardan iki gün önce vefat etmişti. Genç öğretmen acısını sadece müdürüyle paylaşmış motivasyonları bozulmasın diye diğer arkadaşlarına bu acısından tek kelime bahsetmemişti. Müdürün ısrarına rağmen; “Hocam bu en zahmetli, bu en yoğun, bu en önemli dönemde sizleri, okulumu yalnız bırakamam, ” demiş ve babasının cenazesine gitmemişti.
Mevlüt, Hayrettin Hoca’ya sarıldı. Sımsıkı kucakladı. Bir süre öyle kaldı ve sonra koşarak oradan ayrılıp odasına geçti. Sessizce uzun uzun ağladı.
“Allah’ım bu nasıl sabır, Allah’ım bu nasıl aşk, Allah’ım bu nasıl fedakarlık, ” diye sayıkladı.
Dünyasını bir bavula sığdırıp, ufuklara pervaz eden üveyiklerin içinde, babasının mezarına bir kürek toprak atamayanlar da vardı.
Ve Mevlüt, bu hadiseden sonra, dünyanın bir gün “Babasının üzerini örtemeyenlerin” türküsünü söyleyeceğine her zamankinden daha çok inandı…