Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

01 Temmuz '12

 
Kategori
Öykü
 

Alanya

Alanya
 

Sevgili okurlar, 7 Yer 7 Öykü kitap dosyasının ikinci öyküsü "Alanya." Her öykü bir öncesinin atlama tahtası gibidir, bu nedenle "Alanya" öyküsünden önce "Göynük" öyküsünü okumanızı, daha önce okuyanlara da anımsamalarını öneririm.

 

Sabah kalktım, utancımdan konağın duvarlarına bile bakamıyordum; arabama atladığım gibi yollara koyuldum, koyuldum ama nereye gideceğimi ben de bilmiyordum, önüme gelen ilk ilçe Mudurnu’dan

karıma telefon ettim. Aklıma gelen ilk yeri yüksek sesle söyledim:

“Ben Alanya’ya gidiyorum, sen de hemen gel, buralarda kalamam,” dedim.

“Ne oldu, neden oralarda kalamazmışsın?” dedi.

Anlattım akşam olan biteni, “Üzülme, yoluna sakin sakin devam et, sürat yapma, ben yarın sabah uçakla Antalya’ya gelirim, oradan Alanya,” dedi.

Anlaştık ve yoluma devam ettim.

Öğleden sonra Alanya’daydım; deniz kenarında bir otelin dördüncü katında denize nazır bir odaya yerleştim. Balkona oturdum, hiçbir şey düşünemiyordum, sadece gözlerim denize anlamsızca bakıyordu, saatlerce böyle kaldım.

Neden, niçin?

Bilmiyorum, ya da Akşemseddin Hazretleri’nin attığı tokadın beynimdeki sarsıntısını; henüz atlatamamıştım!

Nisan ayının ikinci haftasının birinci veya ikinci günüydü; hava güllük gülistanlıktı, birden silkindim:

“Kalk, miskinleşme,” dedim kendime.

Mayomu giydim, doğru denize koştum; ama artık akşam oluyordu, attım kendimi sulara, su soğuktu; ama iyi geldi bana.. Yüzdüm, yüzdüm, daldım çıktım; güneş de artık batıyordu; denizden çıktım daha fazla üşüdüm, koşarak otel odama vardım, banyoda sıcak duşun altında galiba yarım saat geçirdim. Dinçleştim, kendime geldim. Akşam, restoranda, hafif bir şeyler yerken kırmızı şarap içerek geceyi doldurdum.

Alanya’da ilk sabahımdı… Bu güzel bahar sabahının keyfini çıkardım: Deniz kıyısındaki yürüyüş şeridinden başlayıp dağların yamaçlarındaki muz bahçelerine kadar yürüyüp geri döndüm; acelem varmış gibi hızla mayomu giydiğim gibi soluğu denizde aldım. Uzun plaj şeridinde 8-10 kişi vardı. Suya önce ayaklarımı soktum, ağır ağır yürürken suyun soğukluğunu daha fazla hissediyordum; bir an önce bütün vücudumla kendimi sulara bırakmalıydım, öyle yaptım. Bir iki saniyelik ürpertiden sonra deniz suyunun tadına vardım. Yüzmenin tekniğini bilmem; kimi zaman küçük çocukken öğrendiğim gibi kulaç atarak, kimi zaman kollarımı ve bacaklarımı güya kurbağanın bacakları gibi kullanarak yüzdüm, arada bir de sırt üstü uzanıp gökyüzünü seyrederek yüzmeyi ihmal etmedim. Ne kadar süre geçti bilmiyorum, çıktım, odama geldim, duş vesaire işte…

Bir süre sonra telefon çaldı, karımdı:

- Uçağım biraz önce indi, şu an terminalden çıkmak üzereyim..

- Çıkış kapısının sağında solunda oturma grupları var, orada beni bekle, hemen geliyorum.

- Hayır hayır, iki saatlik yol, bu süre içinde ben Alanya’ya gelirim.

- Olur mu ya, ben bir saat sonra oradayım.

- Evet, haklısın, bir saat sonra burada olursun; arkandan adresine bir tebligat daha gelir; falanca yerde radara yakalandınız, 163 lira ödeyiniz, falan filan.. Bu da önemli değil, ya yollardaki riskler?

- Ne riski, ben kırk yıldır araba kullanıyorum.

- İstemiyorum!

- Canın isterse!

Evet, karım iki buçuk saat sonra otelde odamızdaydı. İlk iş olarak bana, “Hadi daha geniş anlat şu Göynük’ü, neler olup bitti orada, dedi.” Anlattım, başladı kahkahalarla gülmeye:

“Sen bana hemen haber salsaydın ben hoca efendiye gerekeni söylerdim, o da çenesini kapardı,” dedi.

Karımı şöyle yanıtladım: “Sana haber salsaydım Hoca Efendi’ye gerekeni söylerdin o da çenesini kapardı... Canımın içi, biliyorsun Anadolu’da ‘Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş’ derler, bizimki de o hesap! ‘Bir deli bir başka deliyi’ bularak bütünlüğü oluşturmuş! Lafa bak, ‘Ben hoca efendiye gerekeni söylerdim; o da çenesini kapardı.’”

Karım, “Sus, ayağını taşa çarparsın,” dedi. “Başımı taşa çarpmışım; ayağımın lafı mı olur?” diye yanıtladım. Böylece, doğal bir akımla, bir önceki söylemim kanıtlanmış oldu; karşılıklı güldük.

Her gün sabah sahilde ve tepelerde yürüdüm; bu yürüyüşler sırasında, eski bahçelerden yol geçince yaya kaldırımlarda kalan mandalin portakal ağaçları ve sarısalkımlar halindeki meyveleriyle Maltaeriği ağaçlarının görünümleri ilgimi çekti. Bizim kasabada bu ağaca muşmula ağacı, dolayısıyla meyvesine de muşmula denir; kimine göre muşmula başkadır; başka olsun canım, ilgimi çeken meyve ya da meyvenin adı değil eriklerin sarısalkımlar halindeki hoş görünümleriydi.

Öğleden sonraları genellikle balkonda oturarak denizin dalgalarını izliyor, ikindi vakitlerinde Alanya Kalesi’nde olmaya özen gösteriyor, oranın güzel bahçelerinde gözleme yiyerek karnımızı doyuruyor ve sonra güneş batana kadar kale içinde dolaşıyorduk. Birkaç kez, Damlataş Mağarası bitişiğindeki restoranda oturup önümüzdeki Kleopatra Plajı’ndan ufku izleyerek güneşi batırmayı ihmal etmedik. Şehir içindeki bu gidiş gelişlerde güzel, bakımlı ve temiz olan parkların mükemmelliklerini mutlulukla izledik. Çok fotoğraf çektim, meraklarımdan birisi de fotoğraf çekmektir; ama özellikle çiçeklerin fotoğraflarını çekmek.. Çektiğim fotoğrafları sonra izlerken çoğu kez, “Ne güzel poz vermişler,” diyorum.

Üçüncü veya dördüncü gün balkonda otururken, ilk geldiğim günden bu yana odamda otururken de duyduğum kumru sesinin çok yakından geldiğini anladım. Bakındım, görünürde bir şey yok gibiydi, bir süre sonra sesin klima dış aygıtının arkasından geldiğini anladım, kalktım baktım, evet, duvarla klimanın dış aygıtı arasındaki dar aralıkta kumrunun yuvası vardı, yuvasında otururken arada bir ötüyordu, öterken videoya aldım; böylesine bir güzelliği saptayabildiğim için çok sevindim.

“Gu gûk guk! Gu gûk guk!”

Kumruların hazin ses özellikleri var, diye düşünürken karım, “Güneydeki kumrular böyle hoş ötüyorlar, insan hayran hayran dinliyor, İstanbul’dakilerin sesi böyle değil, acaba neden?” dedi. “Onlar İstanbul Dukalığı’nda asimle olmuşlar,” diye yanıtladım: Gülüştük.

Kumrunun yuvasını gördüğüm günü takip eden gecemiz Alanya’da bulunduğumuz benzer gecelerimizden biriydi, yattık uyuduk. Uykudaydım herhalde; uykuda olduğumu bilemezdim, zamanın ne olduğunu da bilemezdim, sadece bizim kumrunun sesini işitiyordum: Gu gûk guk! Gu gûk guk! Uyuduğumu sanıyordum, ama uzun süredir kumrunun sesi kulaklarımdaydı; hüzünlendim, adeta yüreğim yanıyordu: Ben de bağırıyordum, “Yeter, yeter; çok üzülüyorum, çok üzülüyorum, çok!” Susması için neredeyse yalvaracaktım. Sonunda yatağımdan fırladım; uyanmıştım! Uyandığım anda da duyduğum gene bizim kumrunun sesiydi; artık, rüyamda değildi; ötüşleri sürüyordu, “Gu gûk guk! Gu gûk guk!” Üzgündüm; o sabah hiçbir yere çıkmadım, öğleye kadar balkonda oturdum, çay üstüne çay içtim, düşündüm, gözlerim hırçın denizin ufkunda, kulaklarım kumrunun bugün hiç kesilmeyen ötüşlerindeydi: Masamın başına geçtim, aşağıdaki dizeleri yazdım:

Kumruların Öyküsü

Alanya’da bir öğle vakti:

Balkonda oturuyordum saatlerdir

Deniz hırçın, gökyüzü sakindi ama her yan

Mavilerle grilerin karışımından oluşmuştu.

Gözlerim kimi zaman ufukta

Kimi zaman sağımdaki tepelerde

Ve kumsalda gezinen insanlardaydı.

Neyi aradığımı bilmiyorum

Gözlerim, beynim, ruhum…

Bir şeyler arıyor, soruyordu durmadan.

Yuvasındaki kumru da hiç durmuyordu

Gu gûk guk!.. Gu gûk guk!..

Yağ dôktük!.. Yağ dôktük!..

Bir kumru, kumruların

hazinli hikâyesini anlatıyordu bana:

Biz üç kız kardeştik

Çocuktuk sonuçta

Oynarken üçümüz

Yağ şişesini devirdik raftan

Şişe kırıldı, yağ saçıldı her yana

Çocuktuk sonuçta

Üvey anne korkusuyla

Şişenin kırıklarını toplamaya

Saçılan yağları temizlemeye kalkıştık

Daha beter ettik her yanı.

Çıkageldi üvey annemiz

Dayaktan tam canımız çıkmıştı ki

Allah Babamız bizi kuş yapıp

Salıverdi gökyüzüne..

Adınız kumru olsun

Daima, yağ dôktük... yağ dôktük...

Diye öteceksiniz ve böylece

hikâyeniz taşınacak mahşere kadar, dedi.

Kumru gözlerini benden hiç ayırmıyordu

Ben de ondan.. Hikâyenizi biliyorum dedim:

Küçüktüm, babaannem anlatmıştı bana

hep hüzünlendim, şimdi de, dedim.

Biz özgürüz dedi özgürüz:

Gu gûk guk!.. Gu gûk guk!..

Yağ döktük!.. Yağ döktük!..

Karıma, “Haydi toparlan, gidiyoruz,” dedim.

- Nereye?

- Köyceğiz’e.

- Tamam; ama yarından sonra gitmeyecek miydik?

- Haklısın, öyleydi, şimdi yola koyulsak ne olur?

- Canım, hiç bir şey olmaz, sadece şaşırdım.

- Gitmek istiyorum, altı yedi saat sonra Köyceğiz’de oluruz.

- Tamam, dokuz on saat sonra orada olmamızda da bir sakınca yok.

 
Toplam blog
: 34
: 326
Kayıt tarihi
: 30.04.09
 
 

Bir kamu kurumu yönetim kademesinden emekliyim. Yazı dünyam gençliğimden bu yana sürer, bu kapsam..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara